Mine Şenocaklı'nın özel röportajı
MİNE ŞENOCAKLI /VATAN
--------------------------------------------------------------------------------
- Kendi hatalarım; mum söndü ve kaçak Mercedes
- Şükrü Karatepe’nin talihsiz 10 Kasım konuşması
- Şevki Yılmaz’ın havalara girmesi...
- Hasan Hüseyin Ceylan, Bekir Yıldız ve İbrahim Çelik’in hesapsız kitapsız konuşmaları
- Erbakan’ın, ‘Kanlı mı olacak, kansız mı?’ sözü...
28 Şubat’la ilgili bizim de hatalarımız oldu diyorsunuz. En büyük hatanız neydi peki?
Ben ‘Öncesi ve Sonrasıyla 28 Şubat’ kitabımda da yazdım. Bu kitap ‘Refah Partisi’ne kurulan komplolar’ diye başlıyor. Bunların hepsi komplo. Kimisi iftira, kimisi taktik, kimisi tuzak, kimisi saptırma, kimisi korku masalları üretme... Bütün bunları yazdık. Niçin yazdık? Çünkü bu isnatlarla, bu evhamlarla Anayasa Mahkemesi’ne götürüldük. Bunların hepsinin düzmece olduğunu anlattım, mahkeme kararlarıyla da ispat ettim. Şimdi diyorlar ki, sizin hiç suçunuz, kusurunuz yok mu? Bu soruyu en azından kendine niye sormuyorsun demesinler diye, ‘Kendi çam devirmelerimiz’ adını verdiğim bir bölüm de ekledim kitaba. En başa da kendi ismimi koydum. Burada ne var? Efendim, ‘Mum söndürüyorlar’ demişim. Ben suç işlemedim. Bayramda Kocaeli’ne gitmişim, konuşma yapıyorum. Refahyol Hükümeti neler yaptı anlatıyorum. ‘Bunları yaptık, şunları yaptık’ diye... ‘Peki siz hükümet olarak bunları yaptınız da muhalefet ne yapıyor?’ diye sordular. ‘Muhalefet cumartesi, pazar günleri TIR’larla Kızılay Meydanı’na gelip halka bedava deterjan dağıtıyor. Hacımatik, Bacımatik, Refahmatik diye... Hacı Erbakan, bacı Çiller... Deterjanların üzerine böyle markalar koymuşlar’ dedim. ‘Başka ne yapıyorlar?’ diye sordular. ‘Işık yakıyorlar, ışık söndürüyorlar, mum yakıyorlar, mum söndürüyorlar’ dedim. Bu kadar.
Susurluk kazası sonrası başlatılan, ‘Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık’ eyleminden bahsediyorsunuz değil mi?
Evet... Ben mum söndürüyorlar dedim ya... Vay efendim Aleviler’e hakaret ediyormuşum. Mum söndürmek cümlesinin buraya vardırılabileceğini düşünmem lazımdı tabii. Bu bir hata olmuştur.
AİHM’e asla güvenilmez!
Bir de sizin kaçak Mercedes davanız ve Adalet Bakanı’yken cezaevinde Bekir Yıldız’ı ziyarete gitmeniz var...
Benim kaçak arabam yoktu. Almanya’dan bir araba almıştım. Evimde, garajda duruyordu. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı ziyaret edeceğiz pazar günü. Savcıya haber verdim, cezaevi müdürüne haber verdim. ‘Bekir Yıldız’ı ziyarete geleceğim’ dedim. Giderken de ‘Makam arabasıyla gitmeyeyim de, kendi arabamla gideyim’ dedim. Araba da Alman plakalı. Vergisini falan ödeyerek getireceğiz. Ama para bakımından sıkıntım vardı. ‘Biraz mali bakımdan durumum düzelsin ondan sonra devlete vergisini veririm’ dedim. Onun için garajda duruyordu. Çocuklara demiştim ki, ‘Gidin de Ankara Gümrüğü’nden bunun muamelesini yaptırın.’ Niye ta Kapıkule’ye kadar gitsinler? Gittiler, ‘Yaptırdık’ dediler bana. Ben de arabaya bindim gittim. Ziyaretten sonra dediler ki, ’Siz makam arabasıyla cezaevine Bekir Yıldız’ı ziyarete gitmişsiniz.’ ‘Kardeşim, makam arabasıyla gitmedim. Özel arabayla gittim’ dedim. Ee, nerede? İnanmıyorlar. Tuttum Anadolu Ajansı muhabiri ve fotoğrafçısıyla benim özel kalem müdürünü konuta gönderdim. Arabanın fotoğrafını çektiler. Ee, araba Alman plakalı! Bir araştırmışlar, kaçak. Kaçak dedikleri de ne? Kapıkule’den çıkması lazımmış, çıkmamış. Meğer bir hafta izin vermişler bize. Benim haberim yok ki! Ben muamelesi bitti sanıyorum.
Aslında o gün Adalet Bakanı olarak mahkum olmuş bir Refahlı belediye başkanını cezaevinde ziyarete gidişiniz haberdi...
Onu da kitapta yazdım. Bin defa olsa bin defa giderim. Çünkü yine genel merkezdeyim. Gazetelere bir baktım Sabah Gazetesi’nde manşet. ‘Sincan’da şeriat provası’ diye... Belediye Başkanı toplantı düzenlemiş. Toplantıdan fotoğraflar basılmış. İran elçisi katılmış. Bir yabancı misyon şefinin, bir parti toplantısına katılması için parti genel merkezinden izin alması lazım. Böyle bir izin alınmamış. İran elçiliğinden Hizbullah liderlerinin fotoğrafları alınıp asılmış. Görünce tepem attı tabii... Açtım telefonu, ağzıma ne gelirse söyledim. ‘Sen bu partiyi kapattırmak mı istiyorsun? Senin yaptığını kimse yapmaz!’ diye. Çok ağır konuştum. Ondan sonra DGM savcılığı olaya el koydu zaten. Hiç de müdahale etmedim. Tutuklandı... Benim bir tarafım var, bağırırım, çağırırım ama sonra pişman olurum. Keşke yapmasaydım, kırmasaydım diye... Çocuğa bağırdım çağırdım şimdi gidip helalleşeyim, gönlünü alayım dedim. Görüştüğümüz oda, cezaevi müdürünün odası, savcı da orada. Onların yanında görüşüyoruz. Yani bir helallik ziyaretiydi bu. Ondan sonra Meclis’te soruşturma önergesi verildi. Sanki suç işlemişim, cinayet işlemişim gibi... Meclis’e gidip savundum kendimi. Meclis akladı. Buna rağmen hakkımda 5 yıl siyasi yasak verildi.
Peki 28 Şubat’a yol açan en büyük sebep neydi sizce? Erbakan’ın ‘Refah’ın gelişi kanlı mı olacak, kansız mı’ sözü mü?
Kanlı kansız meselesi de şu; yerel seçimler yapıldı. Refah Partili belediyelere karşı bir tepki vardı. Özellikle Melih Gökçek aleyhine... Yürüyüşler yapıldı. Parti grubuna fakslar yağmaya başladı. Efendim, ‘Kan dökeriz de size iktidarı teslim etmeyiz’ diye. Hep kan dökeriz, kan dökeriz... Sürekli fakslar geliyordu böyle. Erbakan Hoca’ya da gösterdim bunları. Hoca da bu faksları kastederek, ‘Refah’ın gelişi kanlı mı olacak, kansız mı, buna millet karar verecek’ dedi. Kanlı kansız bu fakslardan kaynaklanıyor yani. Hoca bunu kastederek konuştu. Ben de bu fakslarla ilgili savcılığa şikayet dilekçesi vermişim. O sırada grup başkanvekiliydim. Bu açıklamayı gazetecilere de yapmam gerekiyordu. ‘Bizim şu anda yukarıda grup dosyamızda birtakım protesto telgrafları var. Bunların içersinde kanla olacak diye ibareler geçiyor. Ben genel başkana bu konuda bilgi vermiştim. Genel başkanın kastettiği bu fakslardır’ demem lazımdı. Tabii bunlar siyaseten tecrübe...
Peki Refah Partisi’nin kapatılma gerekçelerini gözönüne alırsanız, ‘AKP için de bu davanın daha önce açılması gerekirdi’ diyor musunuz?
Bizim de kapatılmamız haksızdı, onlarınki de haksız. Çünkü ortada bir eylem yok. Konuşmadan başka bir şey yok.
Öyle diyorsunuz ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Refah Partisi’nin kapatılma kararını doğru bulmuştu...
AİHM, niye bizim parti kapatma davamızda böyle karar verdi? Çünkü Avrupa’nın kültürü ırkçı kültürdür, faşist kültürdür, sosyalist kültürdür. Oraya giden DEP davalarına falan nasyonalist açıdan bakıyorlar. Nasyonalizm Avrupa için yabancı bir kültür değil. Avrupa’nın kendisinden doğmuş bir kültür. Dolayısıyla milliyetçilik istikametinde hareket eden bir partiyi o ülkenin rejimi için tehlike olarak görmüyorlar. AİHM sadece kendi kültürünün ürünü olan siyasal partilerin kapatılmasını haksız buluyor. Ama Refah Partisi olsun, Fazilet Partisi olsun İslam kültürünü temsil ediyor adeta. Avrupa kültürü ise bu kültüre karşı. Dolayısıyla bizim davalarımızda şiddet olmasa bile ’Hayır ben bu laikliği Türkiye için farklı anlıyorum’ diyor. Nasıl farklı anlarsın ya! Biz zaten bununla kavga ediyoruz Türkiye’de. Laiklik kavramı Fransa’da nasıl anlaşılıyor? Fransa’da üniversiteye giden kızlar başörtüsü takıyor. Yani AİHM’e güvenilmez. Siyasi mahkeme orası. Avrupa Konseyi’nin bir organı.
BİZ OLSAYDIK DENİZ GEZMİŞ’İ ASMAZDIK!
Bu ülkenin en büyük gücü sizce de inançlı insanları mı?
Evet. Bir ülkenin en büyük gücü ekonomik yapısı değil, inançlı insanlarıdır. İnanç çok önemlidir! Yani bir şeye inandığın zaman, o inancı kendine hedef yaptığın zaman, canını vermeye bile çekinmezsin. İşte şimdi Hatırla Sevgili diye bir dizi var. Orada çok ibretli sahneler izliyoruz. Gençlerin inandıkları istikamette bir devlet yapısı oluşsun diye kendilerine göre nasıl mücadele ettiklerini görüyoruz.
Deniz Gezmiş’i mi kastediyorsunuz?
Evet.
Siz olsaydınız asar mıydınız Deniz Gezmiş’i?
Biz idam cezaları için af kanunu çıkarttık 1974’te. Ben Adalet Bakanı’ydım o zaman. Yanlış düşünceleri, yanlış düşüncelerle mücadele ederek önleyemezsiniz. Asarak, keserek olmaz.
Deniz Gezmiş kimseyi öldürmemişti zaten...
Öyle. Ama Deniz Gezmiş’i bütün bu oluşumun lideri kabul ettiler. Tabii Mahir Çayan tarafı epey zarar vermişti... Yine de asmazdık. Aslında önemli olan bu duyguların uyanmaması... Tıpkı Denizler’in savunduğu gibi bu devletin bağımsızlığa inanması lazım. Bizim çizgimizde bunlar var. Herkese insanca yaşayabileceği adaletli bir ortamın sağlanması lazım. İnsan vücudunda en yoğun kan beyindedir. Çünkü beyin vücudun her şeyi... Kan en çok oraya gitmiş ama serçe parmağın ucuna da gelmiş. Yani tam bir adalet var vücutta. İşte servet dağılımının da toplumda böyle adaletli olması lazım.
YAŞAR PAŞA’YI ÇOK TAKDİR EDİYORUM
Sizce asker değişti mi?
Hilmi Özkök Paşa, askeri mümkün olduğu kadar siyasete karıştırmadı. Hiç polemiğe açık kapı bıraktırmadı. Bu fevkalade güzeldi. Ama Yaşar Paşa için aynısı söylenemez. Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden önce yaşadıklarımıza bakılırsa... Yaşar Paşa başlangıçta biraz ataktı. Ben kendisini Diyarbakır Kolordu Komutanlığı sırasında korgeneral olduğunda tanıdım. Açık sözlü, mert, içinden geleni olduğu gibi konuşan bir paşaydı. Şimdi gerçekten çok takdir ediyorum kendisini. Ama ilk Genelkurmay Başkanı olduğu zaman “Başlangıcı biraz sıkıntılı olacak gibi gözüküyor bana” demiştim. Böyle bir tereddüdüm olmuştu. Çünkü yapısını biliyorum. Hilmi Özkök Paşa sakindi, o değil...
Peki, bakış açısı olarak fark görmüyor musunuz ikisi arasında?
Ordu komutanlığı olarak fark görmüyorum, ama mizaç olarak farklı olduklarını görüyorum.
Ya laikliğe bakış açısından?
Hayır. İkisi de aynı...
Peki Yaşar Paşa’nın hangi taraflarını takdir ediyorsunuz?
Şimdi ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney geldi. Ne isteyecek? Türkiye’yi İran’a saldırtmak isteyecek. Ama Yaşar Paşa buna olur vermez. Ona inanıyorum. Ondan sonra Afganistan’a savaş için asker isteyecek. Ona da izin vermez.
Yani sizin Yaşar Paşa’yla bağımsızlık konusundaki fikirleriniz çakışıyor?
Kesinlikle!
vatan