Geçtiğimiz günlerde Osmaniye, Hatay, Antep, Urfa çevresindeydim. Her yerde insanlar aynı soruları soruyorlar. Cemaat, Suriye, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Türkiye nereye gidiyor ve tabii Mısır ve bölgemizde yaşanan diğer olaylar.
Herkes barış sürecinin kesintiye uğramasından korkuyor.
Hemen söyleyeyim: Sisli ve fırtınalı bir denizde, doğru yönde, ileri doğru gidiyoruz. Ve bu süreç bugünden yarına gitmeyecek. Bugünkü sorunlar sadece Türkiye’de, bölgede başlayıp-biten olaylardan kaynaklanmıyor. Global derinliği olan konular. Gelen günler geçen günleri aratmayacak. Yakın plandan bakınca insanın başı dönse de aslında düne göre çok daha iyi bir durumdayız, ama gitmemiz gereken yere bakınca daha işin başındayız.
Sabırlı olmamız gerek. Hemen yorulmayın.
Türkiye’nin dostları kadar düşmanları da var. Birileri meydanı boş bırakmak istemiyor. Ellerinden geleni arkalarına koymayacaklar. Biz yeter ki bilgili, dürüst ve cesur olalım. Göreceksiniz kazanacağız. Umudumuz korkularımızdan, sevgimiz nefretimizden, merhametimiz gazabımızdan büyük olmalı. Yani demem o ki, kendimize bakalım.
Bölgede dolaşırken öğrendiğim bazı şeyler üzdü beni. Çok güzel şeyler yok değil ama, mesela muhacir Suriyeli kardeşlerimizin acziyetini istismar eden, kendi memleketimizdeki insanımıza verdiğimiz ücretin yarısından az bir ücrete bu insanları çalıştırıp, parasını vermeyenler de varmış ya da, muhacir kardeşlerimizin kızlarını, kötü niyetlerle 2., 3. eş olarak alanlar da.
Bunlar çok azdır ama, yine de can sıkıcı.
Kuşkusuz gelenler arasında da her çeşit insan vardır. Bu arada çok güzel insanlar, çok güzel ensar kardeşlerimiz de var. Bu işi istismar etmek isteyenlere karşı da dikkatli olmamız gerek.
Suriye’den gelen kardeşlerimiz kısa sürede Türkçe öğrenmişler, bulundukları yerlerdeki kardeşlerine Arapça öğretiyorlar. Gelecekte, özgür Suriye gerçekleştiğinde bu dostluk ve kardeşlikleri devam edecek. Birçoğu cemaat olayının mahiyeti ve geleceğini merak ediyor. Kimi daha önce cemaate büyük mali destek vermiş, kimi o yolda ömür tüketmiş, kimi zekâtını vermiş, onu soruyor. Kimi dolandırıldım diye dava açmış mesela. Birecikli Derbo Sağır bunlardan biri.
“Ben ‘Allah rızası için’ verdim” diyor. Kurbanı, zekâtı yerine ulaşmamışsa ne olacak? “Ben CIA’nın, MOSSAD’ın, Vatikan’ın planına mı alet oldum” diye hayıflanıyor. “Şimdi ben ne yapmalıyım” diye soruyor. Annesinin adını yaptırdığı okula verenler var. Peki bu okullar, İslam davasına hizmet etmiyorsa ne olacak?
Hüsnü Aktaş’ı aradım geçen gün, şu “talak üzre yemin” meselesini sormuştum. Olayın bir başka yönüne dikkat çekti. Talak üzre yemin teklif eden de, yapan da müfsit bir iş yapıyor. Aileye bir suikast sözkonusu. Kadının ve çocuklarının ne suçu var ki, başkalarının kendi yaptıkları bir akdin cezasını çekiyorlar. Öyle bir akit fasit olduğundan akdi bozmak değil, bozmamak günah. Din adına dine tuzak. “Paralel din” ya da “dine karşı din” böyle bir şey olsa gerek.
Bana kalırsa “paralel din” “paralel devlet”ten daha tehlikeli ve bu tehlike “malum cemaat” ile de sınırlı değil.
Ha, bütün bu olanlar bize ders olsun. Bir daha kafamızı kiraya vermeyelim. Gözümüze at gözlüğü takmayalım. Din büyüklerimizi İlah ve Rab edinmeyelim. Unutmayalım ki, “Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşelidir” ve “Ağu’yu altın tas içre sunarlar, bal da onun suç ortağı.” “Bal tuzağı” sadece kadın ve para ile değil, bazen din kullanılarak da kurulur. “Şeytan bizi Allah’la aldatmasın.”
Selâm ve dua ile.
yeniakit