Üzerinden 25 sene geçti; 16 Eylül 1982'de gerçekleşmişti. Öylesine korkunç bir katliamdı ki, bilenler aklından çıkaramıyor. Fotoğraflar yaşananların ürkütücü birer hatırası; kömürleşmiş, kafası kesilmiş, ahlaksızca tecavüz edilmiş cesetler, çürümüş et kokusu, hatırlayanlara yıllarca önceki
gibi iğrenç geliyor. Kurbanlar ve bir avuç kurtulan içinse 36 saat süren acımasız bir soykırım söz konusuydu. Kasıtlı ve gözetim altında yürütülmüş bir eylemdi. Katiller bu güne kadar cezasız kaldı.
Lübnan'daki iki Filistin mülteci kampı, Sabra ve Şatila bu kıyımın yaşandığı yerler. İlki artık yerinde yok, diğeri de insanın insana karşı acımasızlığının, özellikle de İsrail'in insanlıktan uzaklığının, onun taşeronlarının zalimliğinin ve hiçbir şey olmamış gibi davranan dünyanın merhametsizliğinin dehşet verici bir hatırası olarak duruyor. Korkunç sahneleri görmüş doktor, hemşire ve gazetecilerden müteşekkil tanıklar var ve onlar o günden beri yaşananları beyhude biçimde anlatmayı deniyor.
Viski şişeleri arasındaki cesetler...
Oradaki her eylem, korku ve nefrete yol açmak için yeterince barbarcaydı. İnsanlığın vahşetinin uç noktasıydı ve Filistin Kızılayı'yla çalışan Dr. Ang Swee Chai bunlara tanık oldu. Gördükleri öylesine tahayyül ötesiydi ki, suçların acımasızlığını anlamaya başlamak için her birinin ayrı ayrı ele alınması gerekiyor.
İnsanlara işkence edildi: Kalpleri iflas etmeden önce vücutlarını kasan elektrik şoku yüzünden kararmış cesetler kızarmış et kokuyordu. Kablolar hâlâ cansız uzuvlarına dolanmış durumdaydı.
İnsanların gözleri oyuldu: Nihayet hayatları son bulmadan önce gözleri çıkarılarak karanlığa mahkûm edilen tanınmayacak halde suratlar vardı.
Kadınlara tecavüz edildi: Bir değil, iki, üç, dört kez korkunç tecavüzlere maruz kalan kadınların bacakları ahlaksızca ayrılmış haldeydi ve ölüm anında haysiyetlerinden de mahrum etmek için elbiseleri yoktu.
Çocuklar canlı canlı dinamitlendi: Çelimsiz vücutlarından o kadar çok parça etrafa saçıldı ki, neyin kime ait olduğunu bulmak çok zordu. Kan banyosunun içinde üst üste çocuk kafaları ve kanlı uzuvlar vardı.
Aileler katledildi: Evlerin duvarlarında kan, daha fazla kan, daha daha fazla kan vardı. Gelişigüzel veya düzenli bir biçimde aileler katledildi.
Ayrıca katliamın hemen ertesinde orada olan gazeteciler var ama hikâyeleri siyasilerin acil açıklama talep etmesine yol açacak türden feryat eden manşetler olmadı. Gördükleri şeyler, şoka girmiş tanıklıklar yazmalarına yol açtı ki, bunlar şimdi arşivlerde çürümekte ama daha az rahatsız edici değiller. Sistematik işkence ve masumların tek tek katledilmesi kolektif bir ölüm olarak görülmesin diye tüm tanıklıklar da birer birer ele alınmalı.
Kadınlar mutfakta yemek yaparken öldürüldü (James MacManus, the Guardian, 20 Eylül 1982). Bir bebeğin kafasız cesedi iki ölü kadının yanında yatıyordu (Loren Jenkins, Washington Post, 20 Eylül 1982). Çelimsiz bacakları kanla kaplı bir çocuk tek kurşunla vurulmuştu. Bebeklerin morarmış cesetleri İsrail ordu malzemeleri ve boş viski şişelerinden oluşan yığında çürüyordu. Yaşlı bir adam bağırsaklarına kadar iğdiş edilmişti. Çocukların boğazı kesildi. (Robert Fisk)
İnsanın kanını en fazla donduransa kurtulanların hatıraları; deneyimleri öyle travmatik ki, hatırlamak tahayyül ötesinde acı verici olmalı. 35 yaşındaki Nohad Srour şöyle diyor; "Kucağımdaki bir yaşındaki kardeşim 'Anne! Anne!' diye bağırıyordu. Birden sustu. Baktığımda beyninin kafasından fırlamış, kollarıma aktığını gördüm. Bizi vuran adama baktım. Suratını asla unutmayacağım. Sonra omuzumda ve parmağımda iki kurşun hissettim. Bilincimi kaybetmemiştim ama ölü taklidi yaptım". (Lübnan gazetesi Daily Star)
Ölü sayısına ilişkin istatistikler değişiyor ama resmi İsrail rakamlarına göre bile 700 kişi öldürüldü. İsrailli gazeteci Amnon Kapeliouk sayıyı
3 bin 500 olarak veriyor. Filistin Kızılayı'na göre 2 binden fazla. Kaç olursa olsun, hiçbir şey insanlığa karşı işlenen bu suçları hafifletmez. Katliam mahalline ilk gidenlerden biri olan gazeteci Fisk
15 yıl sonra şöyle demişti: "15 yıl önce Filistinliler 2 bin İsrailli'yi katletseydi, dünya basınının bu sabah bu korkunç olayı anıyor olacağından şüphe eden çıkar mı? Buna rağmen bu hafta ABD ve Britanya'da tek bir gazete Sabra ve Şatila'nın yıldönümüne değinmedi."
25 yıl sonra da değişen bir şey yok.
Yaşananları İsrail'in, Londra elçisinin 4 Haziran 1982'de suikast girişimine uğramasına 'misilleme' savıyla, olaylardan birkaç ay önce Lübnan'ı işgal etmesi arka planına yerleştirmeli. İsrail bu girişimden Beyrut'ta üslenen Yaser Arafat'ın Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) sorumlu tuttu. Oysa suikast Ebu Nidal liderliğindeki rakip grubun işiydi. FKÖ'yü Lübnan'dan kovmak isteyen İsrail 6 Haziran 1982'de güney Lübnan'da Lübnanlı ve Filistinli sivillere karşı saldırısına başladı. Lübnan hükümeti zaiyatın 19 bin ölü ve 30 bin yaralı civarında olduğunu belirtiyor ama toplu mezarlar ve kaybolan cesetler nedeniyle sayının doğruluğu kesin değil.
1 Eylül'e kadar ABD temsilcisi Philip Habib ateşkesi sağladı ve silah teslim eden Arafat ve adamları, ABD'den geride kalan sivillerin uluslararası bir barış gücü tarafından korunacağı garantisini alarak Beyrut'tan ayrıldı. Ancak bu garanti yerine getirilmedi ve ortaya çıkan boşluk sonradan gelen kıyımlara zemin hazırladı.
İsrail katliamı fenerle aydınlattı
Barış gücü çekilir çekilmez, İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron, Sabra ve Şatila kamplarında saklandığını iddia ettiği '2 bin teröristin' kökünü kazımak için harekete geçti. Kuşattığı kampların topçu ateşine tutulmasını emretti ve bombardıman 15 Eylül'de tüm öğleden sonra sürüp, akşama sarktı ki, bu durum Falanjistler diye bilinen Lübnanlı sağcı Hıristiyan milislerin kampları 'temizlemesine' kapı araladı. Ertesi gün İsrail ordusu tarafından silahlandırılan Falanjistler kamplara girip, sivilleri katletmeye başlarken, Şaron ve adamları operasyonu takip etti. Daha garibi 36 saatlik kıyıma ara verilmemesi için İsrail ordusu gece bölgeyi fenerlerle aydınlattı ve hiçbir sivil terörden kaçamasın diye kampların çevresindeki ablukayı sıklaştırdı.
İsrail'deki soruşturma komisyonu hiçbir İsrailliyi doğrudan sorumlu bulmasa da, Falanjistleri kampa göndermeden önce 'kıyım tehlikesini önleyen veya azaltan önlemler emretmediği' için Şaron'un 'kişisel sorumluluk' taşıdığına hükmetti. Şaron Savunma Bakanlığı'ndan istifa etti ama kabinede kaldı. Ayrıca savunma ve Lübnan'a ilişkin iki parlamento komisyonuna dahil oldu. Chomsky'nin işaret ettiği gibi, 'soruşturmanın gerçek yönünde kaygısı olanlar için yapılmadığına' şüphe yoktu ama yine de ABD'de İsrail'e destek sağladı. İşgal gücü olarak kamplar onun yetkisi dahilinde bulunduğundan İsrail'in 'doğrudan sorumlu' olduğunu tespit etmek için, Sean MacBride başkanlığındaki Uluslararası Araştırma Komisyonu'nu beklemek gerekti. BM, utanç verici operasyonu 'suç teşkil eden bir katliam' diye niteleyip, soykırım eylemi olduğunu ilan etse de, kimse yargılanmadı.
Soykırım bağlamı unutulmamalı
Kurtulanlar ve kurban yakınlarınca Şaron'a 2001'de Belçika'da dava açıldı. Mahkeme savaş suçlularının saklanacağı yerleri ortadan kaldırmayı amaçlayan ve devlet üstü yargılamaya imkân tanıyan 'evrensel muhakemeye' izin vermedi. Davacılar temyizde kazandı ve mahkemenin devamına yeşil ışık yandı ama o dönemde İsrail Başbakanı olan ve dokunulmazlığı bulunan Şaron'un yokluğunda... ABD müdahalesiyle Belçika Parlamentosu evrensel muhakeme yasasını tırpanladı ve ertesi yıl Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi kuruldu. Fakat burada 1 Temmuz 2002'den önceki savaş suçları, insanlığa karşı suçlar veya soykırım davalarına bakılmadığından Sabra ve Şatila'nın failleri yargılanamayacak. Ne Şaron ne de katliamı yapanlar korkuç suçları yüzünden ceza aldı.
Geçen zaman gerçeğin ortaya konulmasını engellememeli. Nazilerin Yahudilere karşı giriştiği kıyımlardan 60 yıl sonra bile dünya yas tutuyor ve soykırım anıtları dikiyor. Nasıl, kime ve kaç kişiye karşı işlendiği suçları daha az veya çok iğrenç kılmaz. Sırf daha aşağılık veya değersiz oldukları için devletin bir halkı cezalandırması haklı gösterilemez. Sabra ve Şatila'daki katliamlar Filistinlilere karşı yürütülen soykırım bağlamında değerlendirilmeli. MacBride raporu katliamların 'İsrail'in Filistin'in siyasi iradesini ve kimliğini yok etmeye yönelik daha geniş niyetleriyle ilgisiz olmadığına' hükmetmişti. Deir Yasin ve 1948'deki katliamlardan kurtulanlar kaçan yüz binlerce Filistinli'ye katılmakta; 1953 ve 1967'deki kıyımlar ve Lübnan işgalindeki gibi, cinayetler sürüyor. Sabra ve Şatila'daki kurbanlar ve kurtulanlar katledilen ve kovulanlara katıldı. Filistin halkını ortadan kaldırmaya yönelik Siyonist plan dahilinde yürütülen etnik temizlik söz konusu. İşte bu yüzden Sabra ve Şatila'yı 25 yıl sonra da hatırlamalıyız.
(ABD merkezli internet sitesi, 16 Eylül 2007)