Edward Said 1980 yılında yayımlanan The Question of Palestine (Filistin Sorunu) adlı kitabının girişinde 1978 Lübnan işgali sırasında İsrail Genelkurmay Başkanı olan Mordechai Gur ile yapılan mülakattan uzun bir alıntı verir ve generalin bilinçli şekilde sivil-asker ayrımı gözetmediğini okuyucularına aktarır. Gur’ün gerekçesi insanları kaçırmak, toprak kazanmaktır.
Said’in bu kitabı yazma amacıysa Filistin sorununun ne olduğunu dünyaya, ama özellikle de Amerika kamuoyuna anlatmaktır. Said anlatır, Said’den sonra da onlarcası anlatmaya devam eder. Ancak anlatılan hiçbir şey hakim anlatıyı değiştirmez. Kitabından ve kendisinin 2003 yılında ölümünden sonra yaşananlar da Filistinlilerin acılarının dinmesine, kaybettikleri topraklarına dönmelerine yardımcı olmaz.
***
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta da Trump 20 küsur yıl önce alınan ama askıda tutulan bir kararı hayata geçirerek büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı. İsrail de protesto gösterilerine karşı orantısız güç kullanarak 63 kişiyi öldürdü, binlercesini yaraladı. Tarih tekerrür etti. Filistin bir kez daha kan kaybetti, sınırlarının daha da küçülmesi, fiili durumun hukukileşmesi tehdidiyle karşı karşıya kaldı.
Diğer yandan altı aydan kısa bir süre içinde İslam İşbirliği Teşkilatı iki kez üst düzeyde toplanarak Kudüs’ün statüsünü ve Filistin sorununu konuştu. Yol haritaları benimsendi, diplomatik çabalar yoğunlaştırılırdı. Sorun BM’ye taşındı. Kudüs’ün statüsünün neden değiştirilemeyeceği tekrar tekrar anlatıldı.
Yeterli mi derseniz, tabii ki değil. Bir daha bu tür trajedilerin yaşanmamasını sağlamak, İsrail’i iki devletli çözüme ikna etmek, 1967 sınırlarını bazı küçük değişikliklerle kabul etmesini temin etmek için çok daha fazlası gerekiyor.
Kudüs’ün statüsünün korunması, insanların huzur içinde yaşaması, uğradıkları tarihi haksızlığın giderilmesi için de öyle. Ancak yapılanlar hiçbir şey yapılmamasından, daha da kötüsü yapılacakmış gibi yapılmasından daha iyi. Hiç olmazsa hukuk ve diplomasinin sunduğu imkanlar kullanılıyor.
Keşke dünya farklı bir yer olsaydı da bireyler, devletler, örgütler ve şirketler çıkar yerine adalet peşinde koşsaydı. O zaman zaten Filistin sorunu diye bir sorun da olmazdı. Fakat ne yazık ki dünya mükemmel değil. Beklentilerimizin karşılanması için gerçekçi olmak, elimizdeki imkanları en iyi şekilde değerlendirmek zorundayız.
Filistin sorununu ve Kudüs’ün statüsünü önemseyenlerin, İsrail’in yıllardır kullandığı orantısız gücün bir şekilde yaptırıma tabi olmasını isteyenlerin en güçlü olduğu alan hukuk. Bağlayıcı nitelikte olan bu konuya ilişkin alınmış pek çok BM Güvenlik Konseyi kararı var. İsrail ile ABD’nin imzacısı olduğu ya da Filistin’in üyeliği yüzünden yasakladığı eylemlerinden sorumlu tutulabilecekleri uluslararası bağıtlar var.
Bu bağıtlardan ve kararlardan doğan ihtilafların çözümü, orantısız güç kullanımının, yargısız infaz yapmanın hesabının sorulabildiği uluslararası örgütler, mahkemeler de var. Hepsinden önemlisi yetersiz bile kalsa İslam İşbirliği Teşkilatı var. Evet, İİT’nin üyeleri birbiriyle kavgalı. Dışarıdan çok içine bakan bir örgüt olduğu da doğru.
Fakat aynı zamanda bu tür olaylar karşısında birleşebildiği, kerhen bile olsa karar tasarılarını desteklediği de gerçek. Unutmayalım ki 13 Aralık’ta İstanbul’da toplanan örgüt benimsediği kararların takipçisi oldu ve sonunda BM Genel Kurul’undan kendi görüşünü destekleyen bir karar çıkarttı. Bu karar belki Trump Yönetimi’ni caydırmadı, İsrail’i etkilemedi.
Ama Teşkilat kendi eylem planının takipçisi oldu. Cuma günkü toplantısından da eylem planı içeren uyarılar dizisi ve hukuki/siyasi yükümlülükleri hatırlatan bir deklarasyon çıktı. Büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımayı düşünen ülkeler İİT’yi karşılarına alabilecekleri konusunda ikaz edildi. Uluslararası örgütler göreve çağrıldı. ABD ve İsrail normlara, BM Güvenlik Konseyi kararlarına uymaya davet edildi.
***
Biliyorum, bunlar da yetersiz diyeceksiniz. Fakat var olan güç asimetrisi, bölgedeki devletlerin durumu, Arap halkalarının Filistin bıkkınlığı, çıkarların karmaşıklığı, siyasetin bilinen açmazları ve daha pek çok şey düşünüldüğünde yetersizle de yetinmek zorunda kalınabiliyor.
İdeal olan hep birlikte daha dik durabilmek, haksızlığa karşı çıkabilmek, haksızlığa uğrayanların haklarının iadesi ya da tazmini için ortak bir tutum benimseyebilmek olurdu. Ancak idealler ile gerçekler ne yazık ki pek örtüşmüyor, muh