Özgün Duruş / Abdülaziz Tantik
Kemal Bey, sivil toplum kuruluşlarında insan hakları üzerine aktivist olduğunuzu Tüketiciler Birliği Başkanlığı yaptığınızı ve uzun süreden beri gıda politikaları üzerine çalıştığınızı halen Gıda Hareketi Genel Başkanı yürüttüğünüzü biliyoruz. Gıda politikaları ve GDO ile ilgili araştırma ve çalışmalarınız devam ediyor. Malumunuz Henry Kissinger'ın manidar bir cümlesi var: "Petrolü kontrol ederseniz ulusları, yiyeceği kontrol ederseniz insanları kontrol altına alırsınız". Bu sözün taşıdığı muhteva ve gıda politikalarını nasıl etkiliyor?
Kemal Özer: İfade ettiğiniz Kissinger ait cümle 1974 yılında ABD Başkanına sunulan raporun özet cümlesidir. Petrolü kontrol etmek insanları kontrol etmek anlamına gelmiyor. Fakat insanları kontrol etmeyi başladığınızda petrolü de ulusları da kontrol etmiş olursunuz. ABD'nin dolayısıyla dünyanın gıda politikasını Rockefeller grubu belirliyor. Rockefeller'in yürüttüğü projenin başında ise Kissinger var. Tüm kurgu, gıda üzerinden dünyaya hâkim olma. Son zamanlarda Rusya bu rolden pay alma gayretinde. Bu süreç Kissinger'in raporu ile değil, 1902 yılında Afro-Amerikalıların nüfus artışını kontrol altına alma fikri ile başlar. Projenin başarılı olması üzerine ikinci adım olarak gıda bir savaş aracına dönüştürülür.
1950'lere gelindiğinde Rockfeller grubunun ünlü 'Yeşil Devrim'i hayat geçirilir. Yeşil devrim ise dünya nüfusunu kontrol etme, istenmeyen ırkları ortadan kaldırma ve ülkeleri birkaç şirkete bağımlı hale getirme projesi olarak özetleyebilir.
Abdülaziz Tantik: Bu bir arındırma projesi ve güçlünün zayıfı yok ettiği bir sistem mi?
Bu proje şu şekilde de özetlenebilir; 'kontrol edemediğimizi yok ederiz, kontrol ettiklerimiz de köleliğimiz olmaya razı oldukları sürece yaşamaya devam edebilirler' fikri yatıyor. Uzun zamandır Türkiyeliler ve Farisiler gibi kontrol edemedikleri kavimler var.
Bu kontrol dışı kalmanın bir nedeni var mı? Niçin Türkler ve Farisiler kontrol dışı kalıyorlar?
Kültürel yapı, inançlarının sağlamlığı, coğrafi özellikleri gibi birçok neden sayılabilir. Bu projenin pilot ülkeleri Türkiye ve İran'la sınırlı değil. Bunlara Hindistan, Nijerya, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Pakistan, Endonezya, Filipinler, Kolombia, Tayland, Mısır, Etiyopya gibi bu işin önemli laboratuar alanı ülkeleri de eklemek gerek. Nerede hareketli bir toplum varsa orada onları kısırlaştıracak ve durduracak çalışmalara imza atmaktan kaçınmıyorlar. Eskiden bizim okullarımızda süt tozu, yağ vb. yiyecekler dağıtılırdı. Herkese şuan da olduğu gibi zorla aşı yaparlardı. Aşıların menşeine baktığımız zaman ezici çoğunluğu domuz ürünü olmasıdır. Malezya'da, aşıları domuz ürünlerinden arındırma projesi uygulanmaya çalışılıyor. Bu aşıların diğer önemli sorunu ise hemen hemen hepsiniz kısırlaştırıcı özellikte olmaları. Yani size grip olmayacaksınız diye bir aşı yapıyorlar ve siz hem grip oluyorsunuz hem de kısırlaşıyorsunuz.
Aşılar bu kadar kısırlaştırıcı özelliğe sahip ise bunun istatistiklerce görülmesi gerekmez mi? Mesela, 1950'li yıllarda ve bugün 2009 yılında kısırlıkla ilgili bir veri var mı?
Birçok canlı türünde olabileceği üzere insanların çok azının kısır olması doğaldır. Bu fıtri bir durumdur. Tek cinsten kaynaklanacağı gibi her iki cinsten de kaynaklanabilir. Ülkemizde 1970'lerde yüzde 2 olan kısırlık, 2009'a yüzde 25'e ulaşmış durumda. Yani dört kişiden biri kısır.
Bu kısırlığın tedavisi mümkün müdür?
Bir kısmı evet. Peki, tedaviyi kim ve hangi ilaçlarla yapıyor? Kısırlaştırmayı yaygınlaştıranların ürün ve yöntemleriyle! Çünkü nasıl kısırlaştırdıklarını bildikleri için nasıl tedavi edeceklerini de iyi biliyorlar. Tabiî ki bu yöntemle doğan çocukları neler bekliyor henüz bilmiyoruz.
Burada çok yönlü bir ticaret mi var?
Elbette. GDO'lu kısır tohumları; insani, bitkisel ve hayvansal ilaçları; gübre ve tarım makinelerini üretenler ve bunlara finans sağlayanlar hatta petrolü kontrol edenler aynı şirketler! Farklı adlarla yapılanmış olsalar bile çatı örgüt aynı. Yani bu firmalar gıda ve sağlığın bütün alanlarını kontrol ediyorlar. Bunun arkasında evrene hâkim olma ve kontrol arzusu var. Çünkü evren; bitki, hayvan, insan, iklim hepsi bir bütünün parçaları.
Organik üretimden inorganik üretime geçişi bu bağlamda mı değerlendirmeli?
Kuşkusuz! William Engdahl'ın tabiriyle kısır tohumların sahipleri 'mahşerin dört atlısı' insanlığın ortak malı tohumların patentini alarak kendi mülklerine geçirmekte. Ardından ürettikleri ilaç ve gübrelerle organik hayatı sona erdirerek inorganikleştirmeye çalışıyorlar. Bu gün büyük ilaç firmalarının sahipleri bu tohum devleri.
Şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Bu firmalar tam olarak ne yapmak istiyor? Amaçlarında başarılılar mı?
İstenmeyen ırkların ortadan kaldırılması gibi vahşi bir planın yanı sıra çok amaçlı ve çok yönlü bir projeden söz ediyoruz. Bir milyar aç insandan bahis açarak diyorlar ki; dünya bu kadar nüfusu barındıramaz. Doğum kontrolü yapmalıyız. Yani kendilerini rab yerine koyuyorlar. Biraz düşündüğümüzde bu projeye başlattıklarında yüz milyon aç insan olduğu halde GDO sayesinde aç insan sayısı 1 milyar 20 milyona yükselir. Ekonomik refahın artacağı iddiasında büyük bir yalan olduğunu son beş yılda 250 bin Hintli çiftçini intiharın ortaya çıkar. Üretim artacak maliyet düşecekti. Üretim arttı fakat üretim maliyetleri birkaç kat arttı. GDO'lu tohumların ekildiği toprakları kaybettik. Dünya artık en az 30 ülkede organik tarım alanı tümüyle bitti.
Dünyanın 300 milyar hektarlık tarım alanının en az yarısında GDO'lu tarım yapılıyor ve en az 1 milyon çiftçi bu şirketlere borçlarını ödeyemedikleri için karın tokluğuna çalışan köleler halinde. Kısaca dünyayı kendilerine köle yapmak istemişlerdi bunu da başardılar.
Ben Çukurovalıyım, bizim oralarda bembeyaz pamuk tarlaları vardı. Yıllarca aynı topraklara pamuk ekilirdi verim çok iyiydi. Artık göremiyoruz. Sorumlusu GDO'mu?
Hiç kuşkusuz. Çukurova'da pamuk üretiminin yüzde 50 azaldı. Pamukta kendi kendine yeten Türkiye, atık pamuk ithalatçısı.
GDO konusunda yeterli bilgisi olmayanlar için biraz açar mısınız?
Genetik modifikasyon yani genetik değişliği Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ifadesinin kısaltılmış haline GDO diyoruz. İngilizce kısaltması GM veya GMO'dur. Bir canlının fıtri yani doğal haline müdahale edilerek laboratuar şartlarında genlerinin değiştirilmesi işlemidir GDO. Kur'an tabiriyle 'şeytan bir eylem.'
Doğalı tümüyle ortadan kalkmış GDO'lu ürünler var mı?
Dünyada Soya, Pamuk, Mısır gibi bazı ürünleri tümü artık GDO'lu. Mesela son yıllarda her yerde görmeye başladığımız alkol gibi bağımlılık yapan mısırlar, Epicyte'in geliştirdiği sperm öldürücü GDO'lu ürünler olup, değişiklik ABD Tarım Bakanlığı tarafından finanse edildi. Bu ürün şu anda Monsanto'nun tekelinde. Kolza diye bilinen yağlı bitki zaten yüzde 100 genetiği değiştirilmiş ve adı da artık Kanola olarak bilinen tehlikeli bir bitki. Bunların yanı sıra kesmece denilen karpuzlardan, sayısız sebze ve bitki artık önemli oranda GDO'lu.
Karpuz örneğini biraz açsanız?
Gen yapısı değiştirilen karpuz tohumu hızlı büyüyen, geç bozulan, olgunlaşmadan kırmızılaşan, daha kalın kabuk az çekirdekli ve karpuz tadı içermeyen bir ürüne dönüştürüldü. Eskiden karpuzun bir kısmı bembeyaz olurdu. Artık hepsi kıpkırmızı ve 'kesmece' olarak satılıyor. Çiftçi daha hızlı büyüdüğü, hepsi kırmızı olduğu, geç çürüdüğü, daha ağır olduğu için bu tohumları tercih ediyor. Toplum sağlığının bozulması, tohumcunun işine yarıyor. Çünkü ilaç satacak. Toplum sağlığı da eğitimsiz her şeye kazanç gözüyle bakan çiftçilerin umurunda değil.
Bu nasıl sağlanıyor?
Karpuza büyüme geni, hızlı büyüyen bir bitki veya hayvandan; kırmızı rengi, kırmızı bir böcekten; dayanıklılık geni sert kabuklu bir hayvan veya canlıdan transfer ediliyor.
İşin ticari tarafını güzel izah ettiniz. Bu olayın siyasi ve sosyal tarafı da vardır herhalde"
Elbette ki bu işin siyasi, sosyal ve toplumsal tarafları da var. Burada insanlığa ait tohumların birkaç şirketin özel mülkiyetine geçirildiğinin altını kalınca çizmek gerekiyor. Bu küresel güçler ya da bu küresel güçleri yönettiği BM Tarım Örgütü, BM Sağlık Örgütü ve özellikle de Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla sizinle masaya oturduklarında ya bunların isteklerini yerine getirmek ya da açlığa razı olmak zorunda kalırsınız. Öte yandan insan genleri üzerinde yapılan tüm çalışmalarda bu güçlerin kontrolünde çalışmalardır. İnsanın fizyolojisinde bu yiyeceklerin neler yapacaklarını laboratuar çalışmalarında tespit ettiklerinden dolayı, tedaviyi de tekellerine almışlar. Böylece piyasaya 'satılık hastalıklar' denilen gerçekte olmayan hastalıklar ya da gerçekte regl ve ergenlik gibi fıtri olaylar hastalık gibi gösterip ilaç pazarlamaktalar.
Bunları somutlaştırarak söylersek eğer; kuş gribi, domuz gribi vb. bu güçlerin yönettiği DTÖ gibi örgütlerin işimi diyorsunuz?
Kesinlikle böyle diyorum. 1974'de tohum firmalarının önerisiyle kurulan Dünya Ticaret Örgütü, tıpkı BM Güvenlik Konseyi gibi 5 daimi üyesi olan ve kararları 133 üye devleti bağlayan son derece tehlikeli bir örgüt. Tarım, Sağlık ve Ticaret örgütünü hepsi bu güçlerin kontrolünde ve bunları çıkarları doğrultusunda karar alırlar. Kuş gribi domuz gribi gibi bu tür sanal hastalıklar bunların baskısı ile yaygınlaştırılıyor. Bizim Sağlık Bakanı'nın kâhinlik mesleğine soyunup şu zamana kadar kişinin hastalanacağı şu kadar kişinin de öleceğini söylediği ifadeler DTÖ'nün bakanın okuması için önüne koyduğu dayatmadır.
Domuz gribine geri dönelim ancak önce kim bu küresel güçler?
Bunlar temelde dünyanın derin devleti demekte hiçbir beis olmayan organik ya da inorganik olarak Rockefellere bağlı Monsanto, Pioneer, DowAgroSciences, Sygmenta adlı firmalar. Bunlara Bayer gibi batılı ilaç ve gıda firmalarını da eklemek lazım.
Tarım Bakanı 'tohumumuzun önemli kısmını kendimiz üretiyoruz' diyor. Sermaye, lisans, mülkiyet yabancının olduğu halde 'ben üretiyorum' diyorsunuz. Başına bizden birini koyunca bu bizim olmuyor! Bu şirketler Türkiye'nin her tarafını örümcek ağı gibi sarmış durumdalar.
Anlattıklarınız bu güçlerin aynı zamanda kıyamet senaryoları olarak bilinen bir projenin de mimarları duygusuna itiyor. Armageddon ve benzeri eskatolojiler buna dâhil mi? İnsanlığın sonu senaryoları vb"
Bütün bunlar birbirini tamamlayan projeler. Bu tamamen fıtratın değişimi. Nisa Suresi 118-119'da Allah c.c. bunun 'şeytani bir eylem' olduğunu söylüyor. Fıtratın bu değişimi bir taraftan da bir kıyamet projesi. Tohumları depoluyorlar ve isim olarakta 'Nuh'un Gemisi veya Kıyamet Deposu' koyuyorlar.
Bu çalışmaların Armageddon savaşı ile bir ilişkisi var mıdır?
Birbirini besleyen, bütünleyen ve destekleyen projeler. Mesela Irak işgalini bütün uzmanlar petrol ve enerji kaynaklarına sahip olmaya bağlayacaklar. Irak savaşı asla bir enerji savaşı değil. Enerji, olsa olsa seçeneklerin en sonlarında yer alır. Ebu Gurayb cezaevi olarak meşhur olan o yer, Irak'ın tarafından yapılmış dünyanın en değerli tohumlarının saklandığı tohum deposu idi. Savaşta ilk yağmalana yer burasıydı. Buradaki tohumlar Noverç'teki Svalbord tohum deposuna taşındı. Buradaki işkenceler büyük mesajlar içeren bir eylemdi.
Bunun kanıtları var mı, çünkü bunlar çok önemli iddialar. Kanıtlanması gerekmez mi?
Tabii ki! Bunu kanıtlarını 'Ölüm Tohumları' isimli eserde yer alıyor. Ayrıca şuan Suriye ve İran üzerindeki baskının en önemli nedeni oradaki tohum depolarıdır. Bu ülkeler tohumlarından vazgeçerse batı onlarla dost olmaya hazır.
Bunların bizim medyada yer almamış olması yokluğunu göstermez. Yeter ki batının bize dayattığı bakışı terk edebilecek cesareti gösterelim. Örneğin, Iraklılar Ebu Gureyb'deki tohumlar nerede diye bağırıyorlar fakat herkes gör ve sağır. Niye insan hakları savunucuları, sivil toplum kuruluşları veya herhangi bir stratejik kurum bunu araştırmıyor? Irak işgalinin ilk günlerinde yağma olaylarını biliyorsunuz, biz o yağma görüntüleri ile meşgulken onlar tohum depoları boşaltılıyordu.
Bu domuz gribi hikâyesine dönelim. Sizde kısmen temas ettiniz Sağlık Bakanlığı her üç kişiden birinin domuz gribi olacağı kehaneti, okulların tatil edilmesi, hac ibadetinin dondurulması gibi iddiaları. Nedir bu meselenin aslı?
Bakanın içine düştüğü durum son derece trajik komik. Küresel güçlerin oyuncağı olmuş durumda. Meksika ormanlarındaki bir laboratuarda geliştirilen bu virüsün ABD'nin tezgahı olduğunu görmemek için kör olmak yetmez. Aynı zamanda kukla olmak gerek. Kuş gribinden ders almayan bir ülkenin içine düştüğü durum incitici. Bu gribin var olduğunu düşünsek bile aşı bulunmadan sipariş vermek mantıklı bir izah olabilir mi? Bulunduğunu ön görsek insan üzerinde nasıl bir etki yapacağı araştırılmadan 48 milyon adet aşı sipariş etmek, küresel güçlerin oyuncağı olmak değil midir? Ya şu kadar insan ölecek demek bir Sağlık Bakanına yakışır mı? Yoksa bakan Azrail'inden haber mi alıyor? Bizim ne zaman öleceğimizi de biliyor mu acaba? Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bu oyun tümüyle ABD'nin çok derin projesidir. Kimileri meseleyi para ile izah etmeye çalışabilir. Meseleyi para meselesi olarak görmek gerçeğin bütününü görememektir.
Peki, gazete ve televizyonlarda yayınlanan domuz gribinden öldü haberlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu immun sistemi zayıf ya da başka hastalık taşıyan bazı kimselere bilgisi dışında bulaştırılmış ve çeşitli projelerin içinde farklı ülkelere gönderilerek farklı ülkelerde virüs ulaştı dedirtmek için gönderilen bir oyun. Bu ölümlerin domuz gribinden öldüğü konusunda hiçbir belge yok. Onlar böyle dediler bizde öyle sanıyoruz. Bunu söyleyen güçlerin başka dediklerine güvenmeyip grip palavralarına güvenmek bir tenakus değil mi? Dünya Sağlık Örgütü, bu hastalıktan bir buçuk milyon insanın ölümünü öngörüyordu. Altı ay geçti ve ölen sayısı son derece sınırlı. Bunlarında bu virüsten öldüğü kesin değil. Bu tutmadı. Şimdi bizim bakana sormak lazım bu bilgilerin verilere nasıl ulaştın? Bu kadar kişiye virüs bulaşmaz ise haklı çıkmak için sen mi bulaştıracaksın? Ya da haklı çıkmaz için öldürecek misin? Bu kadar aşıyı kaç liraya aldın ve ne zaman ihale yaptın?
Çok teşekkür ederiz"
Bende teşekkür ederim ve yayın hayatına yeni başlayan Özgün Duruş Gazetesi'ne başarılar dilerim.