Suriye'de Esad yönetiminin devrilmesi amaçlı, iç, bölgesel ve uluslar arası bir kampanya tüm şiddeti ile sürerken, "Suriye muhalefeti" adı altında düzenlenen program ve gezilerin, yapılan açıklamalar ve okunan bildirilerin arkasında "Esad rejimi devrilsin de ne olursa olsun" mantığının yattığını gözlemlemek zor değil.
Hangi ideoloji ve dünya görüşü olursa olsun, "devrim" kelimesi ile yapılan tanımlamalarda "yıkılmak istenen bir rejimin yerine nasıl bir rejimin konulmak istendiği" sarahaten belirtilir. Bir ülkede rejim değişikliği hedefleyen devrimcilerin bunu gizlemesi olmaz. Eğer bir ülkede "rejim devrilsin de ne olursa olsun" mantığı güdülecek olursa, bunun adı "devrim" olmaz.
Tunus ve Mısır ile başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimler dalgasında ortak bir slogan haline gelen "Eş Şaab yurid iskatu'l nizam" (Halk rejimin yıkılmasını istiyor) sloganı, Suriye'deki Esad rejimine yönelik gösteri ve protestolarda da kullanılıyor.
Bir halkın ülkesindeki rejimi değiştirme isteği ve iradesi kutsaldır. Bu halkın en tabi ve meşru hakkıdır. Meşruiyetini halkından, halkın rızası ve onayından olmayan bütün rejimler sonuçta despot dikta rejimleridir. Zaten İslam dünyası bütünüyle emperyalizm destekli zorba ve diktatör rejimlerin tasallutu altında.
Suriye'deki totaliter baas rejimine karşı halkın özgürlük, onur, adalet ve hukuk talebiyle meydanlara çıkması, gösteri ve protestolar düzenlemesi, zulüm, baskı ve işkenceler karşısında sesini yükseltmesi, kuşkusuz ki bu hareketin bir yönüyle "devrimci" bir kalkışma olduğu gerçeğini ortaya koyar. Ancak bu, tek başına, "Suriye devrimi" tanımlamasını ortaya koymaya yetmez. Bunun yanı sıra, ortadan kaldırılmak istenen rejimin yerine nasıl bir rejimin ikame edileceği hususu sarahaten ortaya konulmadığı sürece, bu harekete karşı büyük soru işaretlerinin doğması da kaçınılmaz olacaktır.
Suriye'de baskıcı bir yönetimden kurtulmak isteyen bir halk kesiminin varlığı, Suriye'de yaşanan olayları izah etmeye yetmiyor. Suriye'deki rejimden Amerika, Avrupa ve bölgedeki ABD eksenindeki güçler de kurtulmak istiyor. Dolayısıyla, Suriye yönetimine karşı iç, bölgesel ve uluslar arası düzlemde bir "savaş" açılmış durumda. ABD önderlikli NATO'nun Suriye rejimini yıkma amaçlı girişim ve planları ile Suriye'deki iç muhalefetin rejimden kurtulma çabaları öylesine iç içe geçmiş durumda ki, ülkedeki Baas yönetiminin suratına inen yumrukların altındaki imzalar bir taraftan haklı gerekçelerle ayağa kalkan Suriyelilere işaret ederken, diğer taraftan Washington, Paris, Londra, Riyad, Tel Aviv'i de gösteriyor.
Bu noktada bazı kardeşlerimiz, Suriye halkının meşru ve haklı mücadelesi ile dayanışma sorumluluğuna dikkat çekerken, diğer taraftan ne yazık ki ısrarlı bir şekilde, Suriye'deki rejimi ortadan kaldırmaya çalışan uluslar arası ve bölgesel planlara karşı hassasiyet ve tepkide alabildiğince bigane bir duruş sergiliyor. Bu durum, "Esad rejimi yıkılsın da ne olursa olsun" mantığının ne denli ağır basmaya başladığının bir göstergesi durumunda.
Batı merkezlerinde, NATO karargahlarında Suriye'ye yönelik planlanan askeri saldırı senaryolarına ilişkin ortaya çıkan suskunluk ve tepkisizlik, bir bakıma, Esad yönetiminin yıkılması durumunda onun yerine emperyalizmin güdümü ve kontrolünde kurulacak bir rejime "örtülü bir davetiye" ve "yeşil ışık" anlamına geliyor.
Suriye ile ilgili tüm verileri, bilgileri ve gerçekleri masanın üzerine koyma durumundayız. Aynı şekilde kamuoyuna yönelik bilgilendirme çabalarının da bu bütünselliği yansıtması gerekiyor. Eğer puzzelin bütün parçalarını ortaya koymaz ve göstermezsek, o zaman bizler Müslümanlar olarak, emperyalizmin senaryosu içinde bir figüran durumuna düşer, emperyalistlerin bizleri bir tramplen olarak kullanmasına da fırsat vermiş oluruz.
Mısır'da diktatör Mübarek'in devrilmesinin ardından, Mısırlı müslümanlar, Mısır ile siyonist rejim arasındaki ilişkileri, anlaşmaları, Mısır'ın Gazze'ye karşı uygulanan ambargo karşısındaki tutumunu yüksek sesle tartışmaya açtı. Çünkü eğer Mısır'da bir "devrim"den söz edecek olursak, bu devrimin sonuçları ve kazanımları bağlamında nelerin değiştiğine bakmamız gerekir. Eğer Mısır'da bir devrimden söz edip de sadece Hüsnü Mübarek'in resmini yırtmış olmamız, ülkede bir devrimin olduğunu ileri sürmemize yetmeyecektir.
Nitekim, askeri bir konseyin yönetimindeki Mısır'da, İslamcıların önüne çıkartılan yeni komplo ve bariyerlere, Müslüman Kardeş'lerin ve diğer İslamcı kesimlerin cevabı Tahrir meydanını yeniden doldurarak, Mısır halkının devriminin gasp edilmesi ve devrimin temel hedeflerinin ortadan kaldırılmasına fırsat verilmeyeceğini haykırmak oldu. Tahrir meydanında toplanan milyonluk kalabalığa hitap eden hatip konuşmasında, Mısır halkının İslami kimliğine kesin bir vurgu yaptıktan sonra Mısır devrimi "Filistin'in, Kudüs'ün özgürlüğünün devrimidir" "Bekle bizi Ey Filistin, ey Kudüs biz geliyoruz" "İşgal altındaki Filistin topraklarının kurtulması için hepimiz feda olmaya hazırız" diye haykırması, Mısır devriminin niteliğine ilişkin en güzel örnekliği yansıtmıştı. Zira eğer Mısır'da bir devrim olduysa bu devrim aynı zamanda siyonist rejimin başına indirilmiş bir darbe anlamına gelecekti.
Aynı şeyi Suriye için düşünmeyecek miyiz?
Siyonizme karşı mücadele sahnesinde tamamen kritik bir üs konumunda olan Suriye gibi bir ülkede Müslüman halkın gerçekleştireceği bir devrim, aynı zamanda Filistin'in özgürleşmesi için bir müjde ve güvence olmayacak mı? "Suriye devrimi" ile "Filistin'in özgürlüğü" deyimleri birbirinin doğal bir parçası değil mi?
Peki bunu ABD önderlikli NATO mu yapacak? Bunu, Suud rejiminin Özel harekat şefi Prens Bender Sultan mı yapacak? Bu, Washington, Londra, Paris, Roma başkentlerinde mi planlanacak? Yoksa NATO, Esad rejiminin aradan kaldırılmasıyla birlikte altın tepsi içinde önümüze özgür Filistin'i mi koyacak?
Bu sorular yalın bir şekilde cevaplanmalı değil mi?
Bizler kendimizin, halkımızın ve ümmetimizin mukadderatını kendi özgür irademiz ile mi, yoksa uluslar arası emperyalizmin himaye ve vesayeti altında mı belirleyeceğiz? NATO'nun uçaklarına binip zalim diktatörlerin başına mı ineceğiz, yoksa, ümmetimizin ve halkımızın özgürlüğü ve onuru için NATO gibi haçlı çetenin hesapları karşısında mı direneceğiz?
Düne kadar NATO, BM Güvenlik Konseyi gibi olgular karşısında "neuzu billah" diyen bizler, artık bundan böyle NATO'nun, Amerika'nın plan ve hesaplarına "bismillah" diyerek başlayan İslamcılar mı olacağız?
Suriye'deki dikta rejimin ve güvenlik güçlerinin saldırı, cinayet ve katliamlarına ilişkin bir taraftan "zulme karşı seyirci kalınamaz. Bu bir insanlık suçu ve en büyük günahtır" derken diğer taraftan da, çok daha büyük katliam senaryoları karşısında "emperyalizmin İslam dünyasındaki projelerinin gerçekleşmesine geçit vermeyeceğiz. Amerika'nın NATO'nun şeytanca planları İslam beldelerinde uygulanamayacak" diye sesimizi yükselkmeyecek miyiz?
Buna ilişkin kaygılarımız, itirazlarımız, tepkilerimiz, duyarlılığımız nerede?
Artık öylesine kirli ve haince planlar yapılıyor ki, Amerika ve NATO'nun organizesiyle "İslamcı gönüllüler"in Suriye rejimine karşı kullanılması"ndan söz ediliyor? Ne demek "İslamcı gönüllüler"?
ABD artık İslam dünyasından kendi şeytani hesapları için gönüllü mü toplamaya başlayacak? Bizler de "Esad rejimi gitsin de ne olursa olsun" mantığının ardından, "Haçlı NATO'nun müslüman kolluk kuvvetleri" haline mi geleceğiz?
Bizler İslamcı gönüllüleri, küresel bir cihad olarak emperyalizm ve siyonizme karşı direniş sahnesinde gördük. Bizler İslamcı gönüllüleri özgürlük filolarının güvertesinde Siyonist işgalcilerle dövüşürken gördük. Bizler İslamcı gönüllüleri haçlı emperyalizmi ve işgal güçlerine karşı şehadet operasyonlarında gördük. Bizler İslamcı gönüllüleri "İslam ümmeti esenlik ve güvenlik içerisinde olmadıkça, haçlılar da güven içinde olmayacaktır" derken gördük.
Peki şimdi bizler, emperyalizm ve siyonizmin esenliği için NATO uçaklarının kanatlarına mı bineceğiz? Ya da Washington ve Londra'nın şefleriyle "ortak çıkarlar" adına yeni stratejiler mi belirleyeceğiz?
Tevhid akidesi bizlere haçlı emperyalizminin her türlü siyaseti, hesap ve senaryosu karşısında "teberri" sorumluluğunu yüklerken, şimdi "konjonktürel şartlar ve ihtiyaçlar" adı altında "vela" konumuna mı geçeceğiz? Dün, Amerikan tipi insan hakları, demokrasi ve özgürlüğünün ne anlama geldiğini Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan ve Gazze'de görmüşken, bugün Amerika'nın lütuf ve inayetlerine el açıp onu kendimize bir kurtarıcı olarak mı göreceğiz?
Acaba biz başkalaşıyor muyuz?
Dün BOP, GOP gibi planları etkisiz kılmak için hassas ve müteyakkız olan bizler, bugün bu planların İslamcı enstrümanlarına mı dönüşeceğiz?
Müslüman bir yürek ve özgür bir vicdan, zulmün, diktanın her türlüsün ortadan kalkıp onurlu ve adil bir hayata ulaşmayı hedefler ve gerektiğinde kendisini bunun için feda eder. İslam beldelerinin ve yeryüzünün her neresinde olursa olsun tüm diktatör ve zorba rejimler için "zulmedenler yakında nasıl bir inkılapla sarsılacaklarını bileceklerdir" ayetini okuyup aynı şekilde "biz sitiyoruz ki mustazaflara lütfedelim, onları yeryüzünde önderler ve varisler kılalım" ayeti ile de dünya istikbarı karşısında küresel bir cihadın şiarlarını yükseltmeli, diktatör ve zalim rejimlerin bulunmadığı, "İsrail'siz bir Ortadoğu ve Amerika'sız bir dünya" projemizinin mücadelesini vermeliyiz"
Bu proje, bütün Müslüman halkların özgürlüğünün güvencesi, ilahi iradenin yeryüzünde tecellisinin göstergesidir...
velfecr