İçinde bulunduğumuz günler yılın uzun gecelerinin yaşandığı zaman dilimi..
21 Aralık gecesi, 365 günlük güneş takvimine göre, kuzeyyarımkürede yılın en uzun gecesi idi.
Eskiler, ‘şeb-i yeldâ’ derlerdi, ‘en uzun gece’ mânâsında.. ‘Şeb’ farsçada ‘gece’ demektir; ‘yeldâ’ ise, süryanicede ‘en uzun’ mânâsında.. Yani, ‘şeb-i yeldâ’ farsça-süryanice karması bir terkib..
‘Şeb-i Yeldâ’, asırlar boyu edebiyatın da ilgi alanı içinde yer almış ve nice şiirler yazılmıştır, tıpkı newruz için olduğu gibi..
Ama, herkesin ‘şeb-i yeldâ’sı kendisinedir ve farklı farklıdır.
Bunun için, ‘Muvakkit (vakit ölçen) ne bilir; âşıka sor şeb-i yeldâ’yı’ denilmiş..
Tabiî, o mısradaki ‘âşık’ kelimesini ‘hasta’ olarak değiştirenler de olmuştur. Özellikle durumunun ağır olduğunu hisseden hastaların, bir türlü sabah olmamasından nasıl rahatsız olduklarını, sabahın ilk ışıklarına kavuşmayı âdetâ yeni bir şifa habercisi gibi beklediklerini o ızdırabı yaşayanlar ve ortak olanlar bilir. Yani, ‘şeb-i yeldâ’ sadece kozmoğrafik değil, sosyo- psikolojik bir terimdir de, ve de oldukça, şairâne..
*
Bu bakımdan, bu ‘en uzun gece’yi, hayatımızdaki ‘en uzun yıl’a ve hattâ, ‘en uzun yüzyıl’a da teşmil edebiliriz.
Çünkü, bizim hayatımızda da bazı yıllar vardır ki, yine 365 gündürler, ama, sanki uzuuun yıllar yaşanıyormuş gibi geçmek bilmemişlerdir. Keza, bizim son 100 yıllık tarihimize baktığımızda da, aynı durum sözkonusu değil midir?
Nitekim, son bir yılımız, (miladî-2013 yılı) da bir ‘sâl-i yeldâ’ (en uzun yıl) olmamış mıdır?
Son on yılımızda bile, 2007’lerden sonraki ‘en uzun bir yıl’..
Son 10 yılda, bu kadar muhataralı, büyük tehlikelerle dolu kaç yıl vardır?
Şöyle bir hatırlayalım..
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, solcu- sağcı, ulusalcı, kemalist-laik vs. adı altında ortaya daha bir çıkan ve 80 küsur yıllık statüko’yu korumayı asıl iş edinen bütün odakların, TSK’nın darbeci üst kademe komutanlarınca planlanan proğramlar dahilinde, ‘Cumhûriyet mitingleri’ denilen amma, cumhûr’un, halkın çok büyük bir kısmının görüş ve iradesiyle ilgisi olmayan ve toplumu etkilemeye ve AK Parti iktidarını da korkutmaya yönelik yaygın proteseto hareketlerinini tezgahlandığı; Anayasa Mahkemesi de dahil bütün statüko kuruluşlarının Meclis’in karar alabilmesi için uydurdukları 367 rakamı etrafında, bütün toplumun kaderini kördüğüm haline getirmeye çalıştığı ve hele de, ‘Çankaya, Atatürk’ün makamıdır, oraya her kim çıkarsa çıksın, hanımının başı açık olmalıdır..’ dayatmalarının en yüksek rütbeli komutanların ağzından sık sık duyulduğu ve Genelkurmay’ın 27 Nisan 2007 gecesi, eski alışkanlığıyla -ve, 12 Mart 1971 Muhtırası’ ve sonrasında gelen askerî darbe örneğinde olduğu üzere- Hükûmet’in devrileceği umuduyla bir ‘muhtıra’ yayınladığı günler..
Ama, bütün o kaba kuvvet ve güç gösterileri, -herhalde, hakkı hakkaniyetli şekilde teslim olunmalı- Tayyîb Erdoğan’ın ve arkadaşlarının teslim olmayıp, dik duruşlarıyla ve genel seçimi birkaç ay öne almaları ve AK Parti’nin yüzde 50’ye yakın bir büyük çoğunlukla seçimi kazanmasıyla atlatılmış; arkasından da -kemalist ölçüler açısından- asla kabul edilemez nitelikte olduğu söylenen Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle yeni bir merhaleye girmişti, ülke..
Ama, oligarşik diktatörlüğün Derin Devlet güçlerinin kolayca teslim olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı biliniyordu. Nitekim, başörtüsünün serbest olmasını öngören bir anayasa değişikliğinin AK Parti ve MHP’nin 411 oyuyla kabul edilmesinin ardından; Derin Devlet güçlerinin, bu durumu ‘kaos’ olarak niteleyip, AK Parti’nin -evet, bu kararın alınmasına destek veren MHP’nin değil, sadece AK Parti’nin- kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dâva açtırmasını takiben yaşanan çetin iç mücadeleler de, o kapatma talebinin, beklenmiyen şekilde tek bir oyla, kılpayı reddedilmesiyle atlatılmıştı.
Son on yıldaki bu gibi büyük çalkantıların yaşandığı günleri bir kenara bırakırsak, miladî- 2013’de yaşananlar çapında büyük sosyo-politik entrikalar pek yoktur.
*
Çünkü, 2013 yılı özellikle İst.- Taksim- Gezi Parkı’ndaki ağaçlardan en fazla 40-50 kadarının yerlerinden sökülüp başka yerlere taşınmasıyla, ‘yeşil çevrenin korunması’ adına başlatılan ve iki ay kadar süren ve İstanbul’un Taksim Meydanı’nda kalmayıp, başka büyük şehirlerin merkezlerine de taşınan ve sadece içerdeki laik-kemalist çevrelerin değil, hemen bütün dış güç odaklarının da, yıkılmasını şevkle, heyecanla bekledikleri Tayyîb Erdoğan’ın iktidarını oldukça zorlayan ve geniş bir tahribatla, yakıp yıkmalarla sonuçlanan kargaşa hali yine Erdoğan’ın iradesi ve de geniş halk kitlelerinin ona olan itimadıyla atlatılabilmişti.
Son günlerde de, ‘Dershaneler’ diye bilinen ve eğitim sisteminin bozukluklarını daha bir derinleştiren konu etrafındaki tartışmalarla daha bir su yüzüne çıkıp, F.G. cemaati’nin kendisini, Tayyîb Erdoğan ve Hükûmeti üzerinde âdetâ bir kontrol gücü imişcesine göstermeye kalkışmasıyla derinleşen yeni bir döneme geçildi. Bu, oldukça yaygın tartışmada da, AK Parti değil, bizzat Tayyîb Erdoğan’ın şahsı hedef alınmıştır. Çünkü, o bertaraf edilebilirse, bir başkasının halk üzerinde o kadar itimad duygusunu tesis etmesi kolay olmayacağından, hem bu cemaat ve hem de Tayyîb Erdoğan’ı -etrafındaki bu beşerî desteği eritmeden- bertaraf etmenin zorluğunu görenler, hedeflerine daha hızlı varabilirler, baskılarının semerelerini daha rahat alabilirlerdi.
Fakat, bu durumun ileride ne gibi sonuçlar ortaya çıkarabileceğini söylemek pek kolay olmasa gerek..
Evet, miladî-2013 yılı da, tıpkı diğer yıllar gibi, yine 365 günden ibaretti ama, son yıllar içinde, bir ‘sâl-i yeldâ’ (en uzun yıl..) diye nitelenebilecek bir tablo sunmuştu.
*
Son yüzyılımız da bitmeyen, uzuuun bir yüzyıl oldu..
Ama, son yüzyıllık süreye baktığımızda da, durum yine farklı değil..
Düşünelim ki, miladî-2014’e girildiği şu anlardan geriye, 100 yıl öncesine baktığımızda, karşımıza, ilk dünya savaşının patlak verdiği 1914 tarihi çıkar.
28 Haziran 1914 günü, -o günler Orta Avrupasının en güçlü devletlerinden- Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun Veliahdi Arşidük Ferdinand ve hanımının, Saraybosna’da Latin Köprüsü başında, Prencib isimli bir sırb nasyonalisti tarafından öldürülmesiyle başlayan ve 4 yıl boyunca bütün dünyayı içine çeken ve onmilyonlarca insanı yutan o korkunç savaş, sonunda, Paris’te imzalandığı sarayın adıyla anılan Versailles (Versay) Andlaşlaşması’yla noktalanmıştı.
Ama, bu barış andlaşması için yapılan ‘barışı yok eden barış’ nitelemesi o kadar doğruydu ki, üzerinden henüz 20 yıl geçmeden, 1939 yılında, yeni bir dünya savaşını, 2. Dünya Savaşı’nı kaçınılmaz olarak ortaya çıkarmış ve bu savaşta da, 70 milyona yakın insan hayatını kaybetmiş ve daha da mühimi, Amerikan emperyalizminin Japonya’ya karşı kullandığı ve her ikisi de, bünyesinde hiç bir askerî birlik barındırmayan Hiroşima ve Nagazakî şehirlerine atılan ve 300 binden fazla sivil insanın bir anda kavrulmasıyla noktalanan iki atom bombası ile, insanlık tarihi ilk kez nükleer bir silahla tanışmış ve o korkunç silahla insanlık, fiîlen, zihinlerinden kelepçelenmişti.
Ki, dünya hâlen de o iki dünya savaşının ortaya çıkardığı korkunç zulümlerle, jenosid/ soykırımlarla, açlık ve sefaletlerin, diktatörlüklerin pençesinde..
Dünya siyasetinin bütün temel dinameliklerinin alt-üst olduğu bir durum, yani..
Düşünelim ki, 100 yıl öncesinde bugünlerde, o zamana kadar, ‘devlet-i ebed-muddet’ (sonsuza kadar yaşayacak olan devlet) diye ve âdetâ kutsanırcasına anılan Osmanlı Devleti hayattaydı ve bütün hastalıklarına ve yaşadığı çağa ayak uyduramamaktaki ârızalarına rağmen, yine de dünya dengelerinin tesis edilmesinde kaale alınması kaçınılmaz bir güç odağı olarak müslümanların elindeki bir güçlü mekanizmaydı.
Ama, özellikle 1878’deki (hicrî-qamerî-1293 yılında cereyan ettiği için, 93 Harbi diye bilinen) meş’ûm Rusya yenilgisiyle 1911-13 arasındaki Balkan Savaşları sırasında kaybedilen yerlerin yeniden kazanılabileceği ümid ve hayaliyle Almanya’nın yanında girilen I. Dünya Savaşı’ndan korkunç şekilde yenik çıkan Osmanlı Devleti tarih sahnesinden atılmış ve onun hâkim olduğu coğrafyalar, emperyalistlerce, müslüman toplumların birbirleriyle devamlı sürtüşmeler ve savaşlar içinde olabilecekleri şekilde, öyle bir dizayn edilmişti ki, o şeytanî planlamaların zehirli etkilerini, sancılarını, acılarını, handikaplarını, derin ve onulmaz sosyo-psikolojik travmalarını müslümanlar olarak hâlâ da yaşamaktayız.
Bu bakımdan, miladî- 1914 / 2014 arasındaki son bir asırlık dönemi de, her ne kadar 100 yıllık bir zaman dilimi olsa bile, yine bitmek bilmeyen bir ‘asr-ı yeldâ’ (en uzun yüzyıl) olarak değerlendirmek mümkündür.
Tarihi bir acı hikayeler deposu olarak değil de, ders almak ve derinlemesine düşünmek ve zamanı kavramak dikkati ile okumak istiyorsak, tabiî..
1492’lerde, yani 520 küsur sene öncelerde, Endülüs’ün çöküş yıllarında, Ebu-l’Beqa Salih bin Şerif’ tarafından yazılıp, Sezaî Karakoç tarafından türkçeleştirilen ‘Endülüs’e Ağıt’ isimli şiir, Osmanlı’dan yardım istemek için İstanbul’a gelen bir heyet tarafından Padişah II. Bâyezid’in huzurunda okunmuştu. O ağıtta kor parçası gibi yakıcı, ne müthiş sözler vardır.
Aslında o ağıtta anlatılan, sadece Endülüs değildir, ya da Endülüs sadece İber Yarımadası’nda, bugün İspanya ve Portekiz’de kalan topraklar değildi; anlatılan hepimizin hikayesidir ve o facialar bizim zihin dünyamızda ve hemen bütün müslüman coğrafyalarında , günümüzde de tekrarlanmıştır, tekrarlanmaktadır.
O ağıttan, bu anlayışla birkaç kor parçasını avucumuza almaya, beynimiz ve kalbimizdeki yangısını hitsettmeye hazır isek, buyrunuz:
ENDÜLÜS'E AĞIT
Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu
Niçin bunca gurur maldan, mülkden, addan sandan insanoğlu.. (...)
Zaman, değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür:
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar, iIeri doğru işlemez oldu mu..
Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların...
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da.. Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.
Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in?
De bana, onların taçlar içinde bile tac olan tacları ne oldu?
Şeddâd'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sâsanîler'in ebedî sanılan devleti ne oldu?
Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kaarun, hani o dağ?
Hani Âd, hani Adnan, hani Kâhtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu..
O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.
Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisrâ'yı.. Kisrâ'yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi- korudu.
Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman'ın;
Şiddetinden ötürü Sâb denen Munzir’se, don vurmuş ağaçlayın kurudu
Zamanın fâciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.
Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir
Ama İslâm'ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.
Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi. (…)
Ah! Yarımadada İslâm'a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne namı var ne nişanı;
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.. (…)
Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için, ne demek dinlenmek, ne demek uyku! (…)
Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arab atlarının üstüne kurulu
Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat, kesiksiz bir ömür boyu!
Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
Her yer, onların felâketini duydu,
Sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz mefluç mu?
Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden
İmdat ummuş beklemişti, son ana dek.. Hiç düşündünüz mü bunu?
Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken,
Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?
Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yâ Rab, ne kaderdir bu! (…)’
*
haksöz