Sonuçta yola birlikte çıkmışlardı. Birlikte yürüyeceklerdi. Kader birliği yapıyorlardı. Türkiye siyaseti muhataralıydı. En zor zamanda sırt sırta vereceklerdi.
Abdullah Gül önce başbakanlığa, sonra Cumhurbaşkanlığına layık olmasa o göreve gelmezdi.
Ali Babacan’a ekonomi emanet edilmezdi.
Bülent Arınç hükümet sözcüsü olmaz, sonra Meclis başkanlığına getirilmezdi.
Ahmet Davutoğlu, önce danışmanlığa davet edilmez, sonra dışişleri bakanı, sonra başbakan yapılmazdı.
Diyelim ki bütün bunlar Tayyip Bey’in iradesiyle gerçekleşti, -ki öyle olmadığını herhalde bizzat Tayyip Bey’in kendisi söyleyecektir- Tayyip Bey, böylesine hayati görevlere liyakati olmayan insanları getirmiş olamazdı. Kaldı ki, yola “Ortak akıl” söylemiyle çıkmışlar, Tayyip Bey’in konumu söz konusu olduğunda da “Eşitler arasında birinci” gibi bir tanımlama bulunmuştu.
Sonra farklılaşma oldu. Şu anda Gül, Babacan, bir miktar Arınç, Davutoğlu farklı yerde duruyor. Bu isimlerle birlikte hareket eden ve yine Ak Parti hükümetlerinde görev almış olan tanınmış simalar da var. Onların şu andaki Ak Parti yönetim diline itirazları var. Bu itirazlar yer yer medyaya da yansıyor. Ahmet Davutoğlu, 15 sayfa halinde bu itirazlarını dile getirdi.
Mesela Mustafa Yeneroğlu kimi itirazlarda bulunuyor. Evlerde gençler var ve partide rol alan insanlar kendi çocukları tarafından sorgulamalarla karşı karşıya kalıyor.
Ak Parti’nin yönetim diline itirazın sandığa gitmemek, gidip geçersiz oy vermek ya da CHP’ye eli gitmediği için Sadet’e kaymak gibi davranışlarla 31 Mart seçimlerine yansıdığı da artık bizzat Ak Parti yönetiminin bildiği, kabul ettiği ve 23 Haziran’da benzeri durumla karşı karşıya kalmamak için çare aradığı bir gerçek.
Ak Parti cenahından medyaya yansıyan dil, ya da Ak Parti eksenli medya alanının durumdan vazife çıkararak oluşturduğu refleksif siyaset dili, mesela itirazları gündeme almak, kimine haklılık payı vermek ve iyileştirme yolunda gayret sergilendiğini bildirmek değil.
Öyle bir kamplaşma penceresinden bakılıyor ki, itiraz ile ihanet aynı kefede değerlendiriliyor. “Ya bizimlesin ya da düşman!”, “Bir savaşın içindeyiz ve komutandan farklılaşmak düşmana hizmet etmektir.”
Böyle bakınca artık her farklı tavır, sadece yıpratmak amacıyla gündeme geliyor.
Eski yol arkadaşlarıyla ilişkinin bu hale gelmesi, bir ölçüde siyasetin cilvesi olarak görülüp, sınırlı bir değerlendirmenin konusu kabul edilebilir. “Bir Lider var, o, vaktiyle Gül’ü Cumhurbaşkanı yaptı, Arınç’ı Meclis Başkanı, Babacan’ı Ekonomi Bakanı, Davutoğlu’nu Başbakan yaptı… Bugün lider başka kadrolarla yürümek istiyor, bu da ötekileri muhalif konuma getiriyor…” deniyor, buradan da “trenden inenler” söylemine geçiliyor.
Ancak bir mesele var: Ya önce 7 Haziran’da, şimdi de 31 Mart’ta Ak Parti politikalarına şerh koyan, liderliğin “Bu defa bize ders vermeyin” diyecek kadar içerden gördüğü seçmen kitlesi, mesela tam da Davutoğlu’nun madde madde sıraladığı şerhlerden herhangi birisiyle buluştuğu için böyle davranıyorsa… Ya da Davutoğlu, toplum nabzı ile kendi değerlendirmelerini içiçe geçirerek böyle bir rapor ortaya koydu ise…
Davutoğlu 7 Haziran’dan sonra böyle bir “Neyi kaybettik ki başımıza bu geldi?” araştırması yaptı, 1 Kasım’a öyle gidildi. Bugün “Şunlar şunlar yanlış gidiyor” diye sesleniyor.
- Bunların hepsini not ettik, ama süre kısa, seçimlerden sonra tek tek ele alacağız. Kendimizi restore edeceğiz, demek var.
- Bunlar zaten partileşmek için bahane arıyorlar, en radikal tavır üzerlerini çizmek, demek var.
İkinci dil ağır basıyor. Bu dilin medya yansıması daha yargılayıcı, dışlayıcı, düşmanlaştırıcı. Bu dil, bir kesimin gözden çıkarıldığı izlenimi veriyor.
Bu, merkezde kotarılmış bilinçli bir tercih mi, medya dilinin başıbozukluğu mu, bilinmez. “Adam azaltma”dan “Kitle azaltma”ya doğru yol alınıyor. Siyasi akıl aslında bunu gerektirmez.