Seyyid Nasrullah'ın konuşmasının tam metnini sunuyoruz:
Kardeşlerim, hanımefendiler ve beyefendiler! Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.
Şehitler gününe hepiniz hoşgeldiniz diyor ve burada özellikle değerli şehit ailelerini anmak istiyorum. İlk olarak yüce şehitlerimizin temiz ruhlarına selam ediyor ve onlara fatiha sevabını hediye ediyoruz. Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berakatuhu.
Allah-u Teâlâ kitabında şöyle buyuruyor: "Tevrat'ta, İncil'de ve Kuran'da kendi üzerine vaad edilmiş bir borç olarak Allah, Allah yolunda dövüşüp öldüren ve öldürülen müminlerden, cennet kendilerinin olmak şartıyla canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah'tan daha çok kim ahdini yerine getirir ki? Bu itibarla yaptığınız bu alışveriş dolayısıyla sevinin. İşte en büyük kurtuluş budur."
Kutlamamızın başında bu ayete biraz değinmek ve Allah'ın büyük lütfundan ve yüce cömertliğinden bahsetmek istiyoruz.
Kardeşler! Bize canlarımızı ve mallarımızı veren Allah'tır, bunların sahibi odur biz değiliz. Bütün cömertliği, lütfu ve eliaçıklığıyla bize bunları veren Allah geliyor ve bizden bu malı ve canı ona satmamızı istiyor. Buna karşılık bize herhangi bir alışverişte olduğu gibi sunulan şeyin büyüklüğüne göre bir paha biçmiyor ya da vermiyor. Aksine bize bu kar alışverişinde en büyük ve en yüce şeyi vaad ediyor.
"Allah müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır." Aslında bunlar onun sahip olduğu şeylerdir. Bunun karşılığı olarak da kendilerine genişliği yer ve gökler kadar olan cennet vardır. Bu cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalbe doğmayan şey vardır. Verilen karşılık işte bu cennettir.
Bu ben bu alışverişi şöyle açıklıyorum. Canlarını ve mallarını satanlar Allah yolunda savaşıyorlar. Onlar sloganlarla, ses getiren sözlerle ya da iddialarla değil kanlı cihatla savaşıyorlar, ödürüyor ve ölüyorlar. Ondan gelen bir vaad olarak şehit oluyorlar. Vurgu burada Allah tarafından yapılıyor. İlk önce bu vaadin onun tarafından yapılmış bir vaad olduğu sonra da bunun onun üzerine bir borç olduğu vurgulanıyor. Peki, üçüncü vurgu nerede? Tevrat, Kuran ve İncil'de. O, müminlere bu akit ve alışverişin bütün semavi mesajlarda ve kutsal kitaplarda belirtilen bir yükümlülük olduğunu ve bunun insanın yaratıldığı ilk andan kıyamet saatine kadarki süreçte yeralan imani değerlerden olduğunu söylemek istiyor. Dördüncü vurgu, Allah'tan daha çok kim ahdini yerine getirir. Neden bu kadar vurgu yapılıyor? Çünkü diğer anlaşma ve alışverişlerde karşı taraf ahdine vefalı olmayabilir, Allah katında ise böyle bir acziyet ve zayıflık söz konusu değildir. Karşı taraf ahde vefada tereddüt edebilir ama Allah sözünde, vaadinde ve isteğinde tereddüt etmez. Karşı taraf verilerde meydana gelen bir hata sonucu yaptığına pişman olabilir ama Allah yerin ve göklerin sahibi, aziz, âlim, cabbar, mütekebbir, kadir ve malik olan Allah'tan daha çok kim ahdine vefalıdır?
Bu denklemde veren o, satın almak isteyen, cenneti veren, vaad eden, onları kutlayan ve müjdeleyen sonra da bunu büyük bir kazanç olarak niteleyen yine odur. Bu denklemde bu kazancı büyüklükle kim nitelemektedir? Yüce Allah. Bu kazanca gerçek ve mutlak yücelik vasfı yüklenmektedir.
Başka bir ayette de: "Hoşlanacağınız diğer bir şey, Allah'tan yardım ve yakın bir fetih" Müminleri müjdele" buyuruluyor. Kardeşler! Biz iman ve cihat yürüyüşümüzde bu ayete, Allah'ın vaadine iman etmiş, onun vaadine güvenip mallarını ve canlarını ona satmış, malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşmış kadınlar ve erkekler topluluğuyuz. Allah'ın yolu da hak, adalet ve özgürlüğün yoludur. Allah'ın yolu işkence görenlerin, mazlumların ve açların müdafaa edildiği yoldur. Allah'ın yolu budur. Yoksa Allah bizim namazımıza, ibadetimize, cihadımıza, çabamıza, kanımıza, malımıza muhtaç değildir. Bu sadece Allah'ın yoludur.
Bu kardeşlerden kimisi öldü ve cennet müjdesine nail oldu, kimisi de bekliyor. Onlar cihat ettiler ve izzetin tadını aldılar, vaad edilmiş zaferleri gördüler. Bizler bu ruhla ve kararlılıkla tutunduğumuz bu imanla ilerliyoruz.
Bugün 11 Kasım, bugün Hizbullah'ın şehitler günü. Bugün Arap-İsrail çatışma tarihindeki en güçlü ve önemli cihat operasyonunun günü. Şehitlerin emiri Ahmet Kasirdir. Ona emir diyoruz çünkü bu yolu açan odur, Siyonist düşmanla mücadelede şehadet operasyonları devrini açan odur. 18 yaşında çiçeği burnunda bir delikanlı, bilinçli, akıllı, iman, aşk, irade ve kararlılıkla dolu Ahmet Kasir'i emir diye nitelemek gerekir. Bütün bu özellikler onu ümmetin tarihi ve hayatının en önemli şahsiyetlerinden biri olmaya hazırlamıştır. Ahmet Kasir Sur'daki İsrail askeri valisinin karargâhına girip 140 subay ve askeri öldürdüğünde İsrail'i üç gün boyunca yasa ve hüzne boğdu. Kasir, direniş, savaş, cihat, operasyonlar ve iradeler savaşının gerçek anlamının kesin, farklı ve yeni aşaması için kaliteli şehadet eylemlerini başlattı.
Biz Hizbullah olarak uzun senelerdir bu günü şehitlerimizin günü olarak kutluyoruz. Seyyid Abbas'tan, Şeyh Ragıp, Hac İmad ve diğer liderlere kadar bütün şehitlerimizin günüdür bugün. Ahmet Kasir'den sonraki bütün şehitlerimizin, bütün mücahitlerimizin, kadınlarımızın, erkeklerimizin ve çatışmalarda ve katliamlarda savaşan küçük, büyük herkesin günüdür. Onlar direnişe ve ilk şehidimizden birkaç hafta önce İslami direnişteki mücahit kardeşleriyle birlikte direnen Lübnan'daki toprak ve tarlalarda bulunan mayınları ve bombaları temizlemek için çalışırken şehit olan 20 yaşındaki kardeşimiz Mehdi Muhammed'e kadar olan şehadet yürüyüşüne bağlı olmanın bedelini ödüyorlar.
Onların bizim üzerimizdeki hakklarından biri, bugün cihatları, fedakârlıkları, bütün dünya kılıçları üzerindeki kanlarının zaferleri, büyük başarıları, gelecek zorluklarla mücadelede bize bıraktıkları izzet, onur, yücelik, özgürlük, egemenlik, bağımsızlık, güç ve kudretinden bahsetmektir. Ama ben onların davalarından, direnişleri ve şuanki aşamada bu direnişin karşılaştığı sorunlardan bahsedeceğim. Çünkü direniş onların sesleriyle kaydettikleri, kâğıtlara yazdıkları son vasiyetleriydi.
Kardeşler biz şuan vatan, direniş ve bölgenin geleceğiyle alakalı çok hassas bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bizler bu büyük ve şerefli şehitlerimizin karşısında düşünme ve tekrar gözden geçirmekle sorumluyuz. Bu hepimize gereklidir. Bizler yeni ve tehlikeli bir aşamayla karşılaştığımızda önceki aşamaları gözden geçirmeliyiz. Nerede isabetli davrandık nerede yanıldık? Güç ve zayıflık unsurlarıyla nasıl mücadele ettik? Gelecek olanla nasıl mücadele edeceğimizi öğrenmek, konumumuzla seçimimizin doğru ve uygun olması için yaşananları gözden geçirmemiz gerekiyor.
Bugün hepimiz Lübnan'ın özellikle de direnişin yeni bir dönem ve yeni hedef almaların eşiğinde olduğunu hissediyoruz. Ben şuan köşe taşlarını belirlemeye çalıştığım bu gözden geçirme çalışmasında (başka bir kardeşimiz farklı bir okuyuşla farklı bölümlemelere gidebilir) şuana kadar 5 dönemden geçtiğimizi gördüm. Yani şimdi bizler Lübnan'daki direnişin hedef alındığı 5. dönemi yaşıyoruz. Bu günlerde ve haftalarda yayınlanan kitaplar -ben şu ana kadar ister "Başkanların Sırrı" adlı fransızca kitap ister Tony Blair'in hatıraları, George Bush'a ait başka bir kitap ya da güney Lübnan'daki eski olağanüstü kuvvetler komutanının kitabı olsun gazetelerde yayınlanan birkaç kitap dışında tercüme eser görmedim- bize bu konuda yardım ediyor. Şüphesiz bu kitaplar arasında Tony Blair ve Bush'un kitaplarının önemi daha büyük çünkü bunlar belge niteliğinde ve hem yargı hem de kanuni olarak değer ifade ediyorlar. Neden? Çünkü itiraf ediyor, yazıyor, imzalıyor, kabul ediyor, ben böyle düşündüm, böyle yaptım diyorlar, bütün bunları kendileri yazıyor başkaları değil. Fransızca kitap hakkında bana çok önemli ve ilmi değeri olan bir kitap olduğu söylendi. Böyle olsa da o her halukarda belgeleri ve başkanlardan alıntıları nakleden bir kitaptır. Bunlar başkanlık yapan, karar veren, yöneten ve planlayan kişilerdi. Şimdi ise yazıyorlar ve yaptıkları bazı şeyleri itiraf ediyorlar. Doğal olarak biz de bunlara dayanabiliriz.
Lübnan'da ya da Arap dünyasında hiç kimse bu şeyleri nereden getirdiniz, neler söylüyorsunuz, sizin söylediğiniz türde şeyler olmadı diyemez. İşte kitapları, onların yaptıklarını ve söylediklerini dillendiriyor. Biz de bunlardan istifade edebiliriz. Ama başlangıçta Bush ve Blair'in düşündüğü vahşilik ve kinin boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Mesela Blair Suriye'den bahsederken Suriye'deki rejimin düşüşünden bahsediyor. Tabi o köklü bir siyasetçi ve uzun yıllar İngiltere başbakanlığı yapmış bir kişi olarak bu minvalde bir ifade hatası yapmaz. O sadece Suriye devletinin yıkılışından bahsediyor. Suriye devleti ayrı, siyasi rejim ayrı bir şeydir. Irak'ta olanlar ise rejimin değişmesi değil Irak'ın yıkılmasıdır. Orduyu, bakanlıkları ve ülkeyi böldüler ve toplumu tamamıyla yok ettiler. Bugün Iraklı liderler, halk ve Iraklı seçkinler büyük bir sorumlulukla ve insandan, kültür, duygu, yapılanma, devlet, karar ve kurumlarına kadar Irak'ın her bakımdan yeniden inşa edilmesini gerekli kılan acil bir ihtiyaç içindeler. Bush, Blair ve onlarla beraber olanların getirdiği ruh Suriye, Irak, Lübnan ve İran'ın yıkılması ruhudur rejimin düşürülmesi değil. Afganistan'da olanlar da İsrail için Afganistan'ın yıkılmasıdır. Bunları ben söylemiyorum, ben size Kissinger ve Bush'un bugünlerde yayınlanan kitabını okuyacağım. Bu kitap da bu anlamı doğruluyor. Bütün bu yıkımlar kimin yararına? Lübnan'daki insanlar birbirlerini dinlemiyorlar. Ben şimdi söyleyeceklerimin Lübnanlılar tarafından tartışılmasını istiyorum çünkü bu hepimizin geleceğini ilgilendiriyor. Direnişin 2000'deki büyük zaferinin en önemli başlıklarından biri daha önce de söylediğimiz gibi, yeni bir aşamaya geçmek için coğrafi olarak uzayan büyük İsrail'in tabutuna son çiviyi çakmaktı. İsrailliler ve onlarla birlikte Amerikalılar açıkça onları yenen direnişe karşı sessiz kalmayacaklarını söylediler. İşte burada temel olarak Lübnan'da direnişi hedef alan yeni aşamalara girdik. Ben her bir aşamaya bir ad koydum:
Birinci dönem: Uluslararası toplumla mücadele. Aslında ben bu adları düşmanlarımızın açıklamalarından seçtim. Bu zaferden sonra direnişin doğrudan hedef alınması 1559 sayılı kararın çıkartılmasıyla oldu. Dışişleri Bakanı Silvan Shalom o dönem "Ben bu kararı çıkartmak için dünyada devr-i âlem yaptım" diyordu. Tabi o burada kendine pay çıkarıyor. Bu kararın çıkmasında İsrail'in payının olduğunda da şüphe yoktur. Bakan "Hizbullah'ı uluslararası toplumla karşı karşıya getirmek istiyoruz. Neden Hizbullah İsrail'le karşı karşıya gelsin ki? İsrail direnişle olan savaşında yenilirse biz de onu uluslararası toplumla karşı karşıya getirmeye çalışırız" diyerek bunu açıkça söyledi. İsrail'in bu çabaları zamanla meydana gelen olaylar ve gelişmelerle Bush ve Shirak'ı bir araya getirdi. Başkanların Sırrı adlı kitapta ve Bush'un kitabında bahsedilen buydu. Shirak ve Bush bir araya geldiler ve 1559 sayılı karar üzerinde anlaşmaya vardılar. Bütün bunları onlar söylüyor ben değil. Yani bu karar bir Amerikan-Fransız kararıdır ve eğer ülke bazında ele almayacaksak bile buna bölgesel, yerel ve çok sayıda uluslararası yardımla alınmış bir Bush-Shirak kararı diyebiliriz. Ama bu kararın gerçek yapımcıları Bush ve Shirak'tır. Direniş bu karardan önce ne iç siyaset denkleminin ne de iç siyasi çatışmanın bir parçasıydı ama bölgede meydana gelen olayların bedelini ödemesi gerekiyordu. Shirak için öncelik Suriye'nin Lübnan'dan çıkarılmasıydı ve direniş için acele etmiyordu. Bush'un önceliği ise Yeni Ortadoğu projesi olarak adlandırılan projeye hizmet etmek için Filistin ve Lübnan direnişlerine son verilmesiydi. Nihayetinde 1559 sayılı karardaki hedefler arasında direnişin vurulması yer alıyordu ve halen bu böyle. Artık Dışişleri Bakanı değil Başkan Yardımcısı olan Silvan Shalom dün Hizbullah hakkındaki iddianamenin -onun görüşünce- 1559 nolu kararın uygulanmasını sağlayacağını söylüyordu. Ama yanılıyor. Güvenlik Meclisi'nin toplanacağını ve bütün dünyanın buna destek olacağını, Lübnan'ın parçalanacağını, Amerika Afganistan ve Irak'ta, İsrail'in de bölgede kükremesiyle Suriye ve Lübnan'ın siyasi konumunun ve İran direnişinin çöküşe gececeğini söylüyordu. İşler bu minvalde korkutma, savaş ve baskı üzerinden yürütülüyor. Ve sizler uluslararası toplumla mücadele etmektesiniz. Bugün uluslararası toplumla mücadele hakkında bütün duyduklarımız 2004'te başladı. O tarihte bize 1559 sayılı kararı reddettiğiniz için uluslar arası toplumu karşınıza almış oldunuz demiştiniz. İşte burada iyi değerlendirme yapamadılar ve uluslararası toplumu direnişle mücadeleye sokarlarsa hatta Suriye'yle mücadeleye girerlerse herkesin çöküşe geçeceğini zannettiler ama bu olmadı.
İkinci dönem: Refik Hariri'nin öldürülmesi ülkede deprem etkisi yarattı. Suriye'nin Lübnan'dan çıkması için Amerika-Fransa ittifakı kuruldu ve dünyadaki her türlü güç unsurları kullanılıp baskı yapıldı. Suriye Lübnan'dan çıktı ve ülkenin yeniden oluşması zorunlu hale geldi.
İkinci dönem 2005 yılındaki iç siyasi süreçle başladı. Ben bu dönemi direnişin hedef alındığı dönemlerden sayıyorum ama bu yumuşak bir metotla yapıldı. Ben de başlığı "iktidarla ayartma" şeklinde koydum. İzin verin burada "Başkanların Sırrı" adlı kitaba Fransa büyükelçisinin benimle yaptığı görüşmeler hakkında gazetelerde çıkan haberleri de ekleyelim. Başkan Shirak yönetiminin bir görüşü vardı. Hizbullah'ı ve direnişi iktidara getirelim diyordu. Bu benim yorumum değil. Bu benim büyükelçiyle olan görüşşmelerimde sürekli olarak gördüğüm şeydi. Ama Shirak bölge ülkelerinin birinin başkanıyla yaptığı bu çok önemli görüşmelerden birinde "Ben ve Bush direnişin sonlandırılması ve silahsızlandırılması gerektiğini düşünüyoruz ama Amerikalılarla aramızdaki fark, benim bu hedefi akıl ve siyaset yoluyla gerçekleştirmek istemem onların ise bunu kol gücüyle gerçekleştirmek istemesidir. Ben Hizbullah'ı ve özellikle de direnişi siyasi iktidara getirelim ve önünde iktidar kapılarını açalım, bir müddet sonra Hizbullah kendiliğinden direniş meydanında kalmanın ve silahı bırakmamanın kendisine bir yük olduğunu hissedecek ve silahı bırakacaktır dedim.
Bu saygıdeğer başkan bana bu verileri yolladı. Ben ona teşekkür ediyorum. Bana onlar bu şekilde düşünüyorlar dikkat edin dedi. O, bu başkandan bize yardım etmesini ve barışçı yolda ve bu alanda yürümeye ikna etmesini istedi. Shirak'ın Lübnan'daki arkadaşlarıyla birlikte bu hedefi 1- 1,5 senede gerçekleştirme imkânı vardı. Çünkü Yeni Ortadoğu Projesi artık gecikmeyi kaldırmıyordu ve taşınılan yük son noktaya varmıştı ve bu projenin doğması gerekliydi. Vakit dardı. Gerçekten de Hizbullah'a Lübnan gibi mezhep bakımından zengin bir ülkedeki siyasi bir partiye sunulabilecek maksimum teklif yapıldı. İktidara gelmemiz istendi. Burada anlamak istemeyen bazı Lübnanlıların "üçleme" konusundaki bilgilerini düzeltmek istiyorum. Lübnan'da Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yarıyarıya paylaşım yerine üçleme için çalışanlar olduğunu söylüyorlar. Hizbullah ve Emel hareketini üçleme istemekle yani Şia, Ehli-sünnet ve Hıristiyanlar arasında üçleme yapılmasını istemekle suçluyorlar. Üçlemeden bahsettiklerinde Dürzîlerin nerede yer alacağını bilmiyorum. İki-üç günden bu yana 14 Mart liderlerinin bazılarının İmad Avn'ı üçleme fikrinin önünü açmakla suçladıklarını görüyorum. İmad Avn'ı bu fikre çeken şey nedir? Anlamıyorum. Bu üçleme fikrini ilk defa ortaya atanlar Shirak liderliğindeki Fransızlardır. Biz hiçbir zaman üçlemeyi düşünmedik. Ben bütün dünyaya hodri meydan diyor ve Emel hareketi, Hizbullah yetkilisi ya da Yüksek Şii İslam Konseyi yetkililerinin bu konuda yapmış olduğu bir açıklama varsa onu getirsinler diyorum. Şii bir din âlimi, Şii bir siyasetçi, gazeteci ya da Şii halkın üçlemeden bahsettiği olmuş mu? Asla. Bizim aklımızda böyle bir konu yok.
Fransızlar İranlılara sundular. Tahran'daki İran Dışişleri Bakanlığı oturumlarının tutanaklarında bu bilgiler mevcuttur. Bu teklif yapılmıştır. Fransız İranlıya Taif Anlaşması'nın yeniden gözden geçirilmesine ve yeni bir anlaşma yapmaya çok ihtiyaç olduğunu düşünmüyor musunuz dedi. O zaman kafasında hiçbir fikir olmayan İranlı nasıl bir şey önerirsiniz diye sordu. Fransızlar ortaya atılan fikirler dizisinin içinden üçlemenin olabileceğini söylediler. Çünkü Lübnan'da değişen durumlar var. Demografik, siyasi ve güçlerin oluşumu değişti. Mantık bu anlaşmanın 20 senedir yürürlükte olduğunu ama şimdi yeni bir anlaşma üzerinde düşünülebileceğini söylüyor. Dostlarınız olan Fransızlara gidin, onlar 2 gündür bu konuyu konuşuyorlar. Yeni bir anlaşmadan bahseden ve 5 Arap ülkesinin Lübnan'da yeni bir anlaşma imzalanmasını desteklediğini söyleyen Kouchner değil mi? Yeni anlaşma ne anlama geliyor? Kouchner Taif Anlaşması yerine yeni bir anlaşmadan bahsederken Taif Anlaşması'nı önemseyenler neden dillerini yuttular? Sustular. Neredeler? Umursayanlar nerede? Yücegönüllüler nerede? Biri Taif Anlaşması'ndan bahsedince Lübnan'da kıyamet kopuyor, basın hareketleniyordu. Birkaç haftadır buna yorum yapmak istemedik ama şimdi bu bağlamda 14 Mart güçleri içindeki vekillerden biri Taif temelinden uzakta federalizme daha yakın yeni bir siyasi sistemden bahsetti. 14 Mart güçleri nerede? Taif Anlaşması'nı çok isteyenler nerede? Neden yeniden dillerini yuttular? Bu durum, parti içindekilerin siyasi düzeyini gösteriyor. Muhalefetten biri bu sözü söylemiş olsaydı ne olurdu? Özellikle de Hıristiyan muhalefetten biri, özgür Yurtsever Hareketi ya da Marada Hareketi'nden biri çıkıp Kouchner'in ya da bu umut veren vekilin söylediklerini söyleseydi ülkede neler olurdu? Taif'e komplo ve darbe indiriyorlar. Ülkedeki siyasi oluşum düzeyi bu değil mi?
Asıl konuya dönelim. Neden üçlemeyi önerdiler yahut düşündüler ve bu fikri değerlendirdiler? Lübnan'daki Şiileri ayartmak için. Lübnan'daki Şiilere baktığımızda her zaman Lübnan'ın siyasi oluşumunda ihmal edildiklerini görürüz. Geliyor ve onlara buyrun siz üçte birlik kısmı oluşturuyorsunuz diyoruz. Veto etme hakkınız var. Bunun karşılığında ödenecek bedel ne olacak? İlk olarak Arap-İsrail çatışmasından çıkmak yani direnişten vazgeçmek. İkinci olarak, ben Amerikalılar üzerine bahse giren herkese şunu söylüyorum. Lübnan'da anlaşmalar yapacaksak direnişin bedeli bizi suçladığınız üçlemeden daha büyük olacaktır. Üçleme İsrail karşısındaki direnişimizden vazgeçmemiz ve yeni projede hedef alınan Suriye'den ayrılmamız için teklif edildi. Tony Blair Suriye'nin yıkılmasından bahsediyordu rejimin düşmesinden değil. Projeye dâhil olsaydık Amerika, İngiltere, Batı ve İsrail'in, içinde herkese hatta İslami partilere, İslami hareketlere, direnişe ve sakallı, cübbeli din adamlarına dahi yer verilecek bir planı olacaktı.
Amerikalılar pragmatik insanlardır onlar için sorun yoktur. Onun babasını bile öldürmüş olsan seninle birlikte bir proje oluşturabilir. Burada bir kez daha bu proje başarısız oldu çünkü onlar bizi yanlış anladılar. Burada bizi yanlış anladınız kelimesi üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Sizler bizi iktidar âşıkları sandınız, dirernişimizin bağımsızlık, özgürlük, mukaddesat ve onurun direnişi değil makam elde etme direnişi olduğunu sandınız. Ve direnişten vazgeçmemiz için bizlere makam teklif ettiniz. Sizler yanılıyordunuz. Bizler makam aşığı değiliz, direnişimizi, onurumuzu, özgürlüğümüzü ve şehitlerimizin kanını ne üçte bir ne de bütün iktidara satarız. Direniş bizim için ilahi ve dini bir görevdir. O bizimle herşeyin rabbi ve yaratıcısı olan Allah'la aramızdaki bir anlaşmadır. Bu dünyadaki hiç kimseyle bunun için pazarlığa oturmayız. Sizler yanıldınız. Aynı şekilde 2005'te savaştan az bir zaman önce özellikle de parlamneto seçimlerinden sonra ve dörtlü ittifakın gölgesinde bize iktidar teklif eden yerel güçler oldu. Onlar kendilerini bilirler. Bundan daha fazlasını söylemek istiyorum. Arşivlere dönün ve bize ne kadar övgü yağdırıldığını, davranışlarımızın, performansımızın, ahlakımız ve zühdümüzün ne kadar methedildiğine bakın. 14 Mart güçleri için bu netti ve bizim adımıza şiirler söylediler. Birkaç gün önce muhalefet liderlerinden biri bizim hakkımızda iyi bir söz söyleyince ona hücum ettiniz. Sizler 2005'te bugün onun bize söylediklerinden daha fazlasını söylemiştiniz. O bizim için bunu söylüyor çünkü ittifakına sadık kaldı. Siz de bizim için bunları söylediniz ama bizim aleyhimize işleyen iktidarla ayartma komplosunu uyguluyordunuz. Yani şu durumda bizi boğazlamak için övenler olduğu gibi bize güvendiği ve bizimle bir ülke inşa etmek istediği için övenler de var.
Üçüncü dönem savaştır. Zaman bitti ve Bush, Rice ve Dick Cheney'in 2006'da Yeni Ortadoğu Projesinin doğması istenir oldu. Çünkü 2006 yılının sonunda Kongre ara dönem seçimleri vardı hatırlarsanız. Önlerindeki tek seçenek de savaştı. Lübnan'da parlamentoya, hükümete ve ülkeye el koyduklarını farzettiler. Muhalefetin temel bir unsur oluşturduğu doğrudur. Ama silahlı direniş gerçek bir sorun ve temel bir engel olarak kaldı. Amerikalı, Lübnan sorununu değil İsrail sorununu çözmek istiyor. Biz ise Lübnanlılar ve Arap halkları olarak her zaman Amerikalılar için önemli olan şeyin Lübnan, Filistin, Irak, Mısır, Suud, Suriye, İran ya da Pakistan değil İsrail, onun güvenliği, gücü, varlığı ve yükselmesi olduğunu hatırlamalıyız. Bu Amerika'nın mutlak sabitesidir.
En-Nehar Gazetesi'nden naklen iki cümle okuyoruz. Nehar Gazetesi Kissinger'in General Raymond Edde'ye gönderdiği cevap mektubunu yayınlıyor. General Edde Kissinger'a sert bir mesaj yolluyor ve bu mesajın içeriği de çok sert ve cesur. İnsan mesajı okuduğunda konumunu ifade etmedeki ve Kissinger'i Lübnan'ı yıkmakla suçlamadaki bu cesareti garipsiyor. Suçlamanın özeti budur. Kissinger da buna uzun bir cevap veriyor. Bunun bir kısmı aptalca, içinde bir çeşit büyüklenme barındırıyor. Üstelik bu mektubu uçaktayken yazıyor. Neyse asıl önemli olan iki paragrafı size okumak istiyorum. Lübnanlılar bunu duysunlar. 14 Mart'ın da özellikle 14 Mart Hıristiyanları ve Hıristiyan gençlerinin bunu dinleyeceğini umarım. Kissinger, Bush'un kitabında tanıklık ettiği ve bağlılığını ifade ettiği Amerikan sabitesini yazan kişidir. Kissinger mektubunda "Benim İsrail'e benzer devletçikler oluşturmayı düşündüğüm doğrudur" diyor. Bu mektup 14.6.1976 tarihinde yani ülkenin sivil savaş içinde olduğu, yakılıp yıkıldığı bir zamanda yazıldı.
Devamında Kissinger: "Benim Arap ülkelerini önü açık bir sulh fikrine ve yeni devletin bölgenin bir parçası olmasını kabule ikna etmeyi başaramayınca devletçikler oluşturmayı düşündüğüm doğrudur. Ama aynı zamanda Lübnan'da çıkardığımız kanlı savaşlar da -burada Amerikan dışişleri bakanının kaleminden Lübnan'da olan olayların ve sivil savaşların onların ürünü olduğu itiraf ediliyor- bize birlikte yaşama formülünü yok etmek, bütünleşmiş ruhları parçalamak ve bölgedeki tek demokratik rejimde temel bir kusur ortaya çıkarmak -o vakit mesele Şiilerle Sünniler değil Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaydı- için bize emsalsiz bir zemin hazırladı. Ben Papa hazretleri, Başkan D'Estaing ve o vakit Avrupa liderlerinin çoğunun düşündüğünün aksini düşünüyorum. Lübnan artık Batı'ya yük olmaya başladı. Ona ne kadar düşünce özgürlüğü verildiyse bunlar bölge ülkelerinin değil bizim aleyhimize kullanıldı. Bu nedenle Lübnan'daki bu özgürlüğe son vermeye karar verdim. Bazılarının muhalefetine rağmen rejimi zayıf bir rejim haline getirmeye karar verdim. (Yani zayıf, güçsüz bir devlet kurma sorumluluğunu ilk üstlenenler Amerikan politikacılarıdır.) Sen Lübnan rejimini iki seneliğine de olsa ortadan kaldırmanın istenen çözümlerin sağlanması için gerekli olduğunu çok iyi biliyorsun. Sayın Raymond Edde sizin bakışınız, benim gibi dünya coğrafyasını Amerika ve İsrail'in bölgedeki çıkarları açısından gören bir adama yakışmayan duygusal bir bakıştır. Bunun kanıtı ise -Lübnanlılar dinleyin ki 70'lerden bugüne kadar neler olup bitmiş anlayın- İsrail tehdit altında olduğu sürece ülkenizde savaşın hiç bitmeyecek olmasıdır. Sizler Amerika için bunu ifade ediyorsunuz. Çünkü bölgede olan biten herşey bu mantık çerçevesinde ele alınmalıdır. Son olarak Sayın Edde ben sizin Amerikan halkına göstermiş olduğunuz candan dostluğunuza güveniyor ve buna karşılık İsrail'e karşı olan samimiyetime ancak eşime ve üçüncü ülkem Amerika'ya olan samimiyetimin denk geleceğine güvenmenizi istiyorum." Bu ilk kısım. Amerika Kissinger zamanından bu güne değişiklik gösterdi mi yoksa halen aynı Amerika mı?
İkinci kısım gerçekten çok önemli. Ona şöyle diyor: "Lübnan'a geldikten sonra başıma neler geldi, kışlada nasıl gizlendik, sizin yanınızda kışlada geçirdiğim birkaç saat içinde korkunç gerçeklikten gizlenen ve kaçan birisi olarak bir vatanda bulunduğumuzu keşfettim. Tabi ben senin buna vereceğin cevabın ne olduğunu biliyorum. Sorumluluk her zaman Amerika'nındı ve öyle olacak. Ama sen bizim defalarca Arap dünyasındaki pek çok rejime komplo kurmaya çalıştığımıza emin ol. Halen buna devam ediyoruz ama bütün çabalarımız başarısızlıkla sonuçlandı. Neden? (İyi dinleyin.) Çünkü biz ulusal bir direniş ve içerden korunaklılıkla şoka uğradık. (Burada tekrar Lübnan'a dönüyor.) Deprem sadece kırılmış zeminde etki yaratır. Sert ve birbirine kenetlenmiş olan toprağı deprem bile sarsamaz. Lübnan'ın, sadece kendisine değil bütün bir Arap dünyasına karşı komplo kurulması için ideal bir ülke olduğunu senden gizleyecek değilim. Buradan hareketle onun zıtlıklarının içinde bütün Arapları tuzağa düşürecek yeni unsurlar buldum. Başkan Ford bana büyük bir mutlulukla Lübnan'daki planımın başarısının Şili, Kıbrıs, Bangladeş ve Angora'da yaptığım hataları örttüğünü söyledi. Aslına bakarsan ben de bu kadar başarılı olacağımı ummuyordum. İsrail'in varlığının çalışma alanını genişlettiği doğrudur ama asıl bu planının devam etmesini sağlayan şey Lübnan içindeki zıtlıklardır. Esselamu aleykum ve rahmetullahi."
Bu sözlerin altınla yazılması, Lübnan ve Arap dünyasındaki eğitim programlarında okutulması gerekir. Bunlar açıklayıcı bir şekilde basılmalı, her Lübnanlı çocuğun ve yaşlının okuması için dağıtılmalıdır. İşte bu Amerika bu da onun politikası. 60'lardan bugüne kadar Amerika'ya tanıklık etmiş herkese söylüyorum işte Amerika budur. Onları kullanır, projelerinde görevlendirir ama onların ne güvenliği, ne huzurları, ne istikrarları ne de başka bir şeyi onu ilgilendirmez. Onu ilgilendiren şey kendi çıkarı ve İsrail'dir sadece.
Bu okuduklarımıza binaen, üçüncü döneme geçiyoruz: İsrail'in Lübnan'a açtığı savaş. Alınan Amerikan kararında direnişin ortadan kaldırılması için gerekli olan iç olanakların olmadığı ve yeni bir Ortadoğu yaratmak istedikleri söyleniyor. Vakit daraldı gelin savaş çıkaralım deniliyor. Burada 2 esir meelesine dönüyoruz. Bunlar belki savaşa sebep oldular belki olmadılar. O zaman bu kişileri temmuzda esir almasaydık savaş eylülde çıkacaktı dedik. Allah'ın lütfuyla onları esir aldık ve savaşı erkene aldılar. Savaş eylülde olsaydı durum daha zor olabilirdi. Çünkü sürpriz olması her zaman bekleniyordu. Ama esir almadan önce sürpriz olması söz konusu değildi. Belirli derecede de olsa teyakkuzdaydık. Savaş kararı alındı. Bush ve Olmert'in düşüncesi -bu kitapta çok net anlatılmaktadır- en fazla bir hafta içerisinde Hizbullah'a son verilmesi yönündeydi. Tabi normal maddi denklemlere göre mantıklı olan budur. Çünkü hava saldırısının, yıkımın, öldürme ve hedef almanın hacmini biliyorsunuz. Lübnanlılar! Şöyle bir geriye dönün de bakın. Onlar bize ait ne bir merkez ne de ev bıraktılar. 1, 2 ve 3 kez vurdukları yerler oldu. Çünkü hedef bankası bitmişti ve bombalanacak yer kalmamıştı. Plana göre başarılı olması ve direnişin yok edilmesi, sağ kalanların tutuklanması ve hapsedilmesi gerekiyordu. Ama bu olmadı.
Bush kitabında hayal kırıklığındaan söz ediyor ve sorumluluğu kırılgan İsrail askeri performansı olarak adlandırdığı şeye yüklüyor. Bush ilk hafta ellerinde altın bir fırsat olduğunu ama Olmert'in Hizbullah'ı yok edecek bu fırsatı kaçırdığını söylüyor. İlk hafta onun söylediğine göre 8 ülke ve dünya onlarla birlikteydi ama direniş mukavemet gösterince, katliamlar başlayıp bütün bu yapılanlar dünyanın gözleri önünde serilince işler değişti. Bütün bunlar mealen Bush'un sözleridir. İsraillinin ise tökezlediği açıktır. Şimdi biz buraya İsrail kaynaklı bilgiler ekliyoruz. Bu bilgilerde Olmert'in birinci haftadan sonra savaşı durdurma talebinde bulunduğu söyleniyor. Olmert savaşın hedeflerinden hiç birini gerçekleştirmediğini anladı. Savaşa devam etmede kim ısrar etti? Amerikalılar ve Bush da bunu itiraf ediyor: "Savaşın uzatılmasını ben istedim." Savaş, Hizbullah'ı yok etmesi için İsrail'e yeni bir fırsat vermek adına uzatıldı ve ona 2, 3 ve 4 cuma verildi. Daha fazla da uzatılabilirdi. Ama Bush şöyle diyor: "Onlar Ulusal Güvenlik Konseyi'nde bunu değerlendirmeye çalıştılar ve bu değerlendirme sonucunda savaşı tamamlayamayacaklarını anladılar. Kimse bize savaşı durdurma kararını verdirtmedi. Ben size 14 Ağustos ya da 25 Mayıs'ın yıldönümünde kimse bize bu iyiliği yapmadı demiştim. Bu savaşı Lübnan'ın, direnişin, halkın ve ordunun direnişi, kahraman ve cesur şehitlerin fedakârlıkları durdurdu hainler değil.
Geldiler, okumalarda bulundular ve savaşı tamamlarsak işte bu üç haftada olduğu gibi ufuksuz kalacağız dediler. Hatta 4. hafta dikkat ederseniz İsrail'in verdiği en büyük kayıplar yani asker ve tank kayıpları son hafta ve son günlerde oldu. Tamam, onlar savaşa devam edemeyeceklerini anladılar. Ve Güvenlik Konseyi'ni kullanmak için oraya başvurdular. Bush Güvenlik Konseyi'ne 3 sebepten ötürü başvurduğunu söylüyor. Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi'nde yapılan tartışmaların özeti şudur: İsrail'in kurtarılması. 14 Mart, efendileri Bush'un bu sunumunu kabul ediyorlar mı? Birisi çıksın ve bunu tartışsın. Çıkıyor ve İsrail'i kurtarmak da ne demek diyorlar. Bush doğru konuşuyor. Son hafta güneye 40 bin asker ve subay giriyor, tanklar yıkıyor, askerler öldürüyordu. Korkunç bir kargaşa vardı. Paraşütlerle indirdikleri güçler aç ve susuz öldüler. Çığlıklar atıyor ve şifre kullanmadan açıkça subaylara ve yüksek rütbeli liderlere küfrediyorlardı. Biri yemek istiyor, biri beni taşıyın bir diğeri de yerime başkasını koyun diyordu. Seçkin İsrail kuvvetleri Güney topraklarında 48 saat dayanamadılar. Kuvvetlerin değiştirilmesini istediler. Binti Cubeyl, Beita ve diğer mevzilerdeki direnişçi gençler! Sizler hikâyenin tamamını biliyorsunuz. Savaşın yarısında onlara kalmanıza gerek yok dedim. 33 gün kaldılar. 33 gün sonra Bush çıktı ve İsrail'i kurtarmaktan bahsetmeye başladı. Savaş tamamlansaydı başka bir görüntü ve daha büyük bir yenilgi görürdünüz. Çünkü o esnada hükümetin orduya, ordunun subaylara, subayların askerlere ve savaşçıların subaylara itimadı kalmamıştı.
Burada yara almış bir ruh var. Savaş tamamlansaydı daha büyük bir başarı kaydedilebilirdi. Birisi çıkıp o halde neden savaşı durdurmayı kabul ettiniz diyebilir. Bizim projemiz savaş değildir. Biz bu topraklar üzerinde gözlerimizin önünde neler olduğunu görüyor ve biliyorduk. Ama bizler ülkemizin, halkımızın, evlerimizin ve insanlarımızın sorumluluğunu taşıyoruz. Bush Lübnan'ı kurtarmak için durdurmadı savaşı. Ya da Lübnanlı çocukları, Lübnan halkını durdurmak için. İşlenen katliamlar da onun kılını bile kıpırdatmadı. O İsrail'i kurtarmak için savaşı durdurdu. İkinci sebep ise Amerika'nın yalnız kalmasını engellemektir. Çünkü zamanla bütün dünya savaşı ve Amerika'yı desteklemekten vazgeçecek ve Amerika yalnız kalacaktı. Amerika'nın diktatörlerin ve tağutların elinden kurtarmayı ve demokrasiyi yaymayı istediği ve en büyük başarılarından biri olarak Sedir devrimini gördüğü Arap dünyasındaki görüntüsü de darmadağın olacaktı. Üçüncüsü de demokratik Sinyora hükümetinin kurtarılması. İşte bu konuda o yalancıdır, yalancıoğlu yalancıdır. O ne Fuad Sinyora hükümetini sorar ne de diğer hükümetleri. Bu hiçbir değeri olmayan bir sözdür. Lübnan'da bir çeşit demokrasi var ve bizde onu korumaya çalışıyoruz demek yalan söylemektir. Bush 7 Mayıs olayları olduğunda Beyaz Saray'daydı. Bush yönetimi demokratik Sinyora hükümeti için ne yaptı? Konu İsrail'dir. Savaş başarısız oldu ve bitti.
Dördüncü döneme geçmeden önce savaştan sonra açmadığımız ama üzerinde durmaya değer bir dosyaya değinmek istiyorum. Temmuz savaşındaki 1140 şehit adına, ordunun her grubu ve partisi ve güvenlik güçlerinden şehitler adına, işçiler ve çiftçiler adına şu soruyu soruyoruz: Lübnanlı siyasi güçler ve liderler Lübnan'daki direnişe savaş açılmasını istedi mi istemedi mi? Böyle liderler var mı yok mu? Savaş esnasında sürenin uzatılmasını ve İsrail'in direnişe son vermesini isteyen Lübnanlı siyasi güçler ve liderler var mı yok mu? Bu savaş üzerine bahse giren liderler var mı yok mu? Savaş esnasında bu güçlerin ve liderlerin basında, siyasette hatta güvenlik ve bilgi alanında oynadıkları roller nelerdir? Direnişe karşı açılan savaşın süresinin uzatılması için son haftalarda yapılan müzakereler esnasındaki erteleme sorumluluğunu üstlenen kimse var mı? Evet, fransızlara dönüyoruz. Bu adam hâlâ hayattadır. Savaş esnasında uluslararası ilişkilerden sorumluydu ama şimdi vekil oldu. Fransız aradı ve ona buluşalım dedi. Beyrut'ta bir yerde sözcüğünü kullanmadı çünkü bizim buluşacak yerimiz yok. Ona efendim Güvenlik Konseyi'nde işler halloldu. Amerikalılar Fransızlar ve İsraillilerle hem fikirler, herkes hem fikir. Ama sizin hükümetiniz kabul etmiyor dedi. Ben hiç kimseye iftira etmek istemiyorum. Bakanlar Kuruluyla alakalı bütün bu kayıtlar ses olarak mevcuttur. Bununla birlikte biz savaştan sonra bu dosyayı açmadık, onu değerlendirmedik, kimseye sormadık ve ne Uluslararası Mahkemeyi, ne adalet konseyi ne de normal yargıyı istemedik. Önemli değil, Lübnan bir şekilde çıktı bu işten, zafer kazandığı doğru ama şehri imar etmek için hepimizin el vermemiz gerektiği büyük acılar olduğu da bir gerçektir dedik. Ben konuşmalarımda el ele omuz omuza dedim. Ama bu dosya kapalı mı kalacak? Araştırmamız gereken gerçeklerin bir parçası da 1140 şehit değil midir? Onların ailelerinin hakkı yok mudur? Bu kişilerin de gerçeği ve adaleti isteme hakları yok mu? Ben bir dosya karşılığı hiçbir dosyayı bir kenara bırakmam. Bütün dosyalar saygındır ve öyle kalmalıdır. Ben sadece soru soruyorum.
Üçüncü dönemde onlara gücümüzü değerlendirmede hata yaptınız hatta imanımızı, azmimizi ve Allah'a olan tevekkülümüzü değerlendirmede hata yaptınız diyorum. Direnme gücümüzü, acılara, terkedilmişliğe ve srtımızdan vurulmaya dayanma gücümüzü değerlendiremediniz. Herşeyde yanıldınız. Ve size bütün dünyanın kabul ettiği ama sizin kabul etmediğiniz zaferimizle yaralanmaktan başka bir şey kalmadı.
Dördüncü dönem 5 Mayıs. Amerika'nın desteğiyle alınan kararlar ve direniş ile ordu arasında çatışma, Şiilerle Sünniler arasında fitne çıkarma. Olanlar oldu ve 7 Mayıs'ta dördüncü dönem düştü ve yeniden hata yaptınız. Hesaplarınızda yanıldınız, seçimlerimizde yanıldınız, önceliklerimizi anlamada, düşünme yöntemimizi anlamada yanıldınız ve halen yanılıyorsunuz.
Amerika, İsrail ve Lübnan gibi güzel, suyu, petrolü olan, bunca çeşitliliğe ve ayrıcalığa sahip bir ülke olduğu müddetçe komplolar durmayacaktır. O halde beşinci dönem Uluslararası Mahkeme ve iddianamedir. Mücadelenin başlayacağı vaatleri bizim uluslararası toplumla mücadeleye sürükleneceğimiz anlamına gelmektedir. Şimdi büyük bir hızla iddianame kanalıyla direnişin hedef alındığı yeni bir döneme girdik. İşin özü nedir?
Bush kitapta, siyasi suçlama hakkındaki delillerden değil Suriye'yi suçladıkları delillerden bahsediyor. Tamam, Suriye suçlandı. Gelin Hizbullah'ı önemli ve seçkin bir hükümet başkanını öldürmekle suçlayalım. Bu demek oluyor ki Hizbullah devlete ve devlet projesine karşıdır. Gelin Şii gençleri önemli bir Sünni başkanı öldürmekle suçlayalım. Sonra da iddianame çıkarır ve Lübnan hükümetinden bu gençleri tutuklamasını isteriz. Lübnan hükümeti onları tutuklayacak, orduyu ve güvenlik güçlerini gönderecek ve direnişle çatışmaya girecek. Lübnan'da ne olduğu ve ne olabileceği Amerikalıları, İsraillileri ve Uluslararası Mahkeme'nin hamilerini ilgilendirmiyor. Ne Lübnan, ne şehit başkan, ne Sünniler, Şiiler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ne de 14 Mart ve 8 Mart onları ilgilendirir. Mühim olan İsrail'dir ve İsrail'in çıkarı direnişin vurulması ve ondan kurtulmaktır. Onu yalnız bırakmak, adını karalamak, kuşatmaya almak, zayıflatmak, halk desteğine son vermek, maneviyatına, imanına ve iradesine zarar vermektir. Böylece direniş darbe yemeye ve bu projeye teslim olmaya hazır hale gelecektir.
Soruşturma konusuna girmek istemiyorum. Ne yalancı şahitler ne görüşmelerden ne de soruşturmanın nasıl yürüdüğünden bahsetmek istiyorum. Çok şey duyduk. Burada da hata yapıldığı anlaşılıyor. Bu hatalardan biri de Hizbullah'a gelip ona suçlanıyorsun denildiğinde onun harekete geçeceğinin sanılmasıydı. Herkes Hizbullah'ın itibarı, çizdiği portresi, ahlakı ve aynı zamanda da silahına düşkün olduğunu bilir. Hizbullah hiç kimseyle kavgaya ve savaşa girmemeye de özen gösterir. Bugün 14 Mart grubundan biri "Hizbullah silahını indirirse biz zafer kazanmış oluruz" dedi. Düşünün bir kere silah üzerine komplo kuruyorlar. Yani birisi sürekli olarak seni tahrik ediyor, sana saldırıyor, gece gündüz sana sövüyor ki kızasın ve silahına davranasın. Silahını kullandığın zaman da biz yendik diyor. Nasıl zafer kazanıyormuş? O seni içerde silah kullanmaya zorluyor. Bu direnişin silahı üzerine komplo kurmak değil midir? Sen ülkenin iyiliğini istiyorsan benim yanımda olmalısın ki silahımı İsrail'e doğrultayım. Ama direniş üzerinde işbirlikçilik yapıyor ve içerde silah kullanmak için beni kışkırtıyorsan sonuç bu olur
Bu kişi konuşmasına devam ediyor: "İtibarına, onuruna, silahına ve önceliklerine düşkün olan Hizbullah'a gelir ve bak seni suçluyorlar ve Hizbullah elimizden gidecek, ne istiyorsanız yapalım dersek harekete geçer." Bu da ne demek oluyor, bu doğru değil. Ya da Hizbullah'la bir yere varır ve ona meselenin 3, 4, 5 disiplinsiz unsur meselesi olduğunu söylersek harekete geçer. Bu nasıl bir hikâye böyle? Direniş çok büyüktür, direniş binlerce şehit verdi. Şimdi 3, 4 gençten bahsediyorlar. Bununla nereye varacağız? Giyotine. Direnişi giyotine sokacağız. Bu 3, 4 gencin hikâyesi değildir, iş bu kadarla kalmaz. Burada da tabi yanıldılar. Tekrar söylüyorum çok büyük yanılgı içindesiniz. Biz konumumuzu ilan ettik ve herkes direnişin, direnişçilerin ve halkının bu türden bir suçlamayı kabul etmeyeceğini, Lübnan ulusal muhalefetinin birbirine kenetlenmiş ve bu yeni komployla mücadelede dayanışma içinde olduğunu anladı. Bu artık nettir ama onlar başka hayallerin peşine düştüler.
Ülke siyasi ve medyatik bir gerilim aşamasına girdi. Bu gerginlik döneminde, Suud Kralı Abdullah Bin Abdulaziz'in Şam'ı ziyaret etmesi sonrasında da Suriye Devlet Başkanı Esad ile yaptıkları ortak ziyaret ve Lübnan'da Mişel Süleyman ile yapılan üçlü zirve iyi ve etkili bir girişim oldu. O vakit üçlü zirvede ülkedeki durumun tehlikeli olduğu ve çözülmesinin zorunlu olduğu söylendi.
Ben bugün size bu ülke her zaman hedef alındığı için onun gerilim halinde kalmasını istediklerini söylüyorum. Onu gerilim haline sokan bizler değiliz. Biz ateşkese ve dayanışmaya çağırdık. Ama bu sakinleşme, ateşkes ve dayanışma örtüsü altında bize kuyu kazdıklarını gördük. Ama bu kuyu bizi değil Lübnan'ı yutar. Ben size Suriye-Suud çabasının çok ciddi olduğunu söylüyorum. Gelin umut kapısını açalım. Halen devam eden bu çaba üzerine bina edilmiş gerçek ve büyük umutlar var. Zannettiğim kadarıyla yakın zamanda etkisi kaybolacak. Lübnandaki yetkili taraflar tarafından kabul gören Suud-Suriye girişiminin sonuçlarının İran İslam Cumhuriyeti'nden de destek göreceği şüphesizdir. Yarın biri çıkıp İran sabote ediyor diyebilir. Ben söyleyeceğim kimin sabote ettiğini. Bu İran değildir. Ahmedinejad Lübnan'a geldiğinde ne bir girişim ne çözüm sundu ne de ayrıntılara girdi. Onun tek derdi durumu düzeltmek ve bütün çabaları desteklemekti. İran'ın konumu budur.
Bazı siyasi liderler Suud çabasının ciddi olduğunu, Kral Abdullah'ın sorunu çözmek için çalıştığını ve Esad'la birlikte köklü bir çözüm ve Lübnan'ı kurtuluş yoluna sokmak istediğini hissettiklerinde kıyamet koptu. Amerikalılardan yardım istediler. Onlar Amerikalıların uyanık olduklarına inanıyorlar mı? Amerikalılar uyuyorlar, ara dönem seçimleriyle meşguller ve Irak ile Afgansitan'da yaptıklarından ötürü başlarında bin tane musibet var. Ben bu bilgilerin analiz edilmesinden bahsetmiyorum. Onlar kendilerini biliyorlar, onların ne yaptıklarını ve ne söylediklerini biliyorlar. Hareketlilik buradan başladı ve Amerikalıların, Fransızların ve bazı Arap hükümetlerinin kapısını çaldılar. Suud ve Suriye bu konuyu çözmeye çalışırsa, taraflar kabul eder ve Suriye ile Suud konunun taraflarına eğilecek olursa bu sorun çözülür. Peki, sorunun çözülmesi ne anlama gelmektedir? Beşinci dönem komplonun düşmesi anlamına gelmektedir. Hayallerinin sönmesi demektir bu. Lübnan'daki insanlar hayal içinde ve ne üzerine yaşadılar? Onların hiçbir şeyleri yok. Onların dilleri ve tabi birkaç düşleri var. Hayallarle yaşıyorlar, birgün gelip ordunun direnişi vuracağı hayalini kuruyorlar. Bunlar boş hayallerdir. Şii-Sünni savaşı hayaliyle yaşıyorlar ama bu da boş bir hayaldir. Onlar başkalarının çatışması ve kavga etmsi hayaliyle yaşıyor. Bu şekilde kendilerinin değeri ve konumu oluyor, sesleri çıkıyor ve bunun için yardım istiyorlar. Bu, temmuz savaşı hikâyesine de uyarlanabilir.
Lübnan'da Amerika'nın Suud'a özellikle de Kral Abdullah'a ve Suriye'ye baskı yapması istendi. Bu nedenle Clinton, Feltman ve Susan Rice'ın nasıl harekete geçtiğini gördünüz. Bu yerel bir taleptir. Başkan Mişel Süleyman'a Amerika'nın baskı yapmasını istediler. Velid Canbolat'a ve bütün muhalefete baskı yapılmasını istediler. Amerikalılar geldi baskı yaptı. Amerikalıları getiren onlardı. Amerikalılar ile İsraillilerin siyaset, medya ve gözdağı alanında aynı hedefe hizmet etmek için Uluslararası Mahkeme hattına girdikleri açıktır. İsrailliler başı olan ama sonu olmayan dosyaları açtılar ve bu hatta girdiler. Savaşla korkutuyorlar. Ey Lübnanlılar, direniş ve Lübnan halkı! Uluslararası Mahkeme'nin istediği yoldan gitmezseniz savaşa gideriz diyorlar.
Bütün bu anlatılanların ışığında ilk olarak; bütün bu tecrübelerden sonra direnişin baskılar, korkutmalar ve tehditler ne olursa olsun herhangi bir mücahidinin ya da liderinin suçlanmasını kabul edeceğini zanneden yanılır.
İkinci olarak; bizim mücahitlerimiz ya da liderlerimizden birinin tutuklanmasına izin vereceğimizi ya da onlardan birine uzanacak eli kesmeyeceğimizi zanneden de yanılır.
Üçüncü olarak; direnişin herhangi bir suçlama karşısında kendisini ve saldırılması durumunda onurunu müdafaa etmeyeceğini zanneden yanılır. Üstelik Hizbullah bunu kendi yöntemiyle ve Lübnan'ın izzeti ile dokunulmazlığı üzerine titreyen Lübnanlı ulusal muhalifler içindeki samimi ve istekli kişilerle birlikte yapacaktır.
Dördüncü olarak; bizi İsrail'in açacağı savaşla korkutmanın fayda getireceğini zanneden kişi yanılır. Bu fayda getirmez aksine bize savaştan bahseden bizi tehdit etmiş değil müjdelemiş olur. Tekrar söylüyorum bizi savaşla tehdit eden bize müjde vermiş olur. Biz o günü bekliyoruz. İster iddianameyle ister iddianamesiz olsun biz İsrail'in Lübnan'a açacağı savaşa büyük zaferimizi yaratmak için hazırız.
Beşinci olarak; Amerikalılar üzerine bahse girenler yanılıyorlar. Tekrar ediyorum yanılıyorlar. Amerikalılar güçlerinin zirvesinde oldukları zaman, tehdit edip saldırır ve savaş açarken sizi terketti. Bugün onlar geri adım atıyorlar ve yollarını kaybetmiş durumdalar. Bu halde size ne sunabilirler?
Altıncı olarak; işlerin yoluna girmesi için önünüze çıkan bütün fırsatları kaçırdınız. Fırsatlar çıktı karşınıza ama siz onları kaybettiniz va kaybetmeye devam ediyorsunuz. Ama halen fırsat var. İşlerin yoluna girmesi için yalancı şahitleri ve onları bu komploya dâhil edenleri yargılayın dedik. Siz onları yargılamak yerine kanuni ve hukuki uydurmalarla onları koruma altına aldınız. Adalet ve gerçeği isteyen kişi yalancı şahitleri ve onları komplolarına alet edenleri yargılasın. Ben adalet meclisinden yanayım. Ama soruyorum yargı şimdiye kadar neden harekete geçmedi? Ya da en azından neden hükümet başkanının eş-Şarku'l-Evsat Gazetesi'ne yaptığı konuşmadan sonra harekete geçmedi? Neden o zamandan bu zamana kadar yargı işe başlamadı? Çünkü sizin gerçek konumunuz bazılarınızın söylediği gibidir. Yalancı şahit diye bir şey yoktur. Gerçek bundan çok daha büyük, o da yalancı şahitler dosyasının en büyük kişilere kadar ulaşacağı ve Lübnan ile bölge tarihindeki en büyük siyasi skandalı açığa çıkaracağıdır. Bu nedenle yalancı şahitleri koruyorsunuz. Falancayı korumak için değil onları alet edenleri korumak için bunu yapıyorsunuz. Size soruşturmayı başlatın sızmaları durdurun dedik sızmalar arttı. Diğer seçenekler üzerinde çalışın dedik. Amca bak bir İsrail hipotezi var, bunlar veriler bunlar da kanıtlar. Lübnan'daki bazı siyasi liderler hoşuma gidiyor, herşeyden anlıyorlar, siyaset, tıp, hikmet, coğrafya, askeriye ve her şey. Kanıtların sunulduğu gün 14 Mart grubu filozoflarından biri çıkıp bu google'dandır dedi. Sonra bir İsrailli çıktı ve görüntülerin gerçek olduğunu söyledi. Böyle olunca araştrdılar ve resmin gerçek olduğunu söylediler. Dillerini yuttular ve sustular. Hani nerde google?
Yedinci olarak; şimdi Lübnanlıların önünde 11.11.2010 tarihinde ülkelerini Amerikalı ve İsraillinin planlarından kurtarmak için altın bir fırsat duruyor. Onlarla birlikte bilerek ya da bilmeyerek aynı yolda seyreden insanlar var. Bilmeyen insanlar olabilir. Onlar ülkeyi Lübnan'a değil İsrail'e hizmet eden bir yere götürüyorlar. Suud ve Suriye çaba sarf ediyor. Siz Lübnanlılar iki seçenekle karşı karşıyasınız ve ya ülkenizi, Feltman, Susan Rice, Condoleezza Rice, Cheney, Kissinger ve Clinton'a teslim edeceksizin ya da Lübnanlılar olarak irademiz, azmimiz ve cesaretimizle masaya oturacak, gerçeği söyleyecek ve çözüme ulaşmak için Suud ve Suriye'yle yardımlaşacağız. Ben burada şuna değinmek istiyorum. Hiç kimsenin aklına suçlamayı kabul edeceğimiz anlamında çözümden bahsettiğimiz gelmesin. Asla böyle bir şey olamaz. Bundan sonra hiçbir suçlamayı kabul etmeyeceğiz. Hiç kimse bu alana adımını atmasın. Biz suçlu değiliz. Bizler değil bizi suçlayanlar katildir. Ama mahkeme, soruşturma, skandal, hatalar ve işlenen suçlarla geçen 5 yıldan sonra ülkemizin geleceğini ele almamız zorunlu olmuştur. Gerçeğe ulaşmak için oturmalı, tartışmalı ve yardımlaşmalıyız. Bizi gerçeğe ulaştıracak olan bu mahkeme ve bu soruşturma mıdır? Lübnanlıların önündeki fırsat budur.
Şehitler gününde, bütün şehitlerimizi şehadetiyle özetleyen şehidimizin gününde size söz vermek ve rahatlatmak istiyorum. Bizler bu dönemden çıkacağız. Biz birinci, ikinci ve üçüncü dönemi aştık. Üçüncü dönem gerçekten çok zordu. Dördüncü dönemi aştık 33 gün sürmüştü. Beşinci döneme gelince bu dönemde uluslararası, bölgesel ve yerel güçlerin dâhil olduğu büyük komploların olduğu doğrudur. Ama ben size diyorum ki inşallah bu aşamayı ve dönemi de diğer dönemlerde olduğu gibi başımız dik, alnımız ak ve muzaffer olarak aşacağız. Bizler Lübnan'da ülkemize, onurumuz, izzetimiz, şerefimiz, zenginliklerimiz, evlatlarımız ve torunlarımıza sahip çıkarsak İsrail ve onu koruyanlar var olduğu müddetçe baskı odağında olacağız. Teslim mi olacağız? Şehitler gününde, Ahmet Kasir'in gününde şehitlerimizin kanlarıyla Allah'a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, bütün salih insanlara ve şehitlere şehitlik ya da zaferden biri bizim oluncaya dek bu yolda ilerleyeceğimiz sözünü verdiğimizi yazdık.
Lübnan İslami Direnişi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın 11.11.2010 Şehid Günü'nde yaptığı konuşmasının tam metni, Gülşen Topçu tarafından israhaber için tercüme edildi.
VELFECR