Şubat ayı şehâdet ayı kabul edilir. Şubat ayı da fırsat ayıdır, en kısa aydır. Bunu ancak zaman bilincine sahip insanlar, hayır işlerinde acele edenler değerlendirebilir. Nedir şehâdet? Şehâdetin şehid olmaktan önce tevhid kelimesinin diğer adı olduğu; şehidliğin şâhitlikle alâkası, şahitliğin de örnek yaşamak anlamına geldiği unutulmamalıdır. Demokratik ve tâğutî kulvarlara doğru savrulmanın çokça yaşandığı, dünyevîleşmenin insanımızı kurban ettiği, teknolojinin tüm insanları köleleştirdiği bir zaman diliminde şehadet gibi fedakârlık isteyen bir değerimizi ihyâ için hepimize çok iş düşüyor. İnsanların helâke ve cehenneme doğru koşuşturduğuna şahit olan dâvâ adamlarının, Kur’an’ın kurtuluş için sunduğu reçeteyi, insanlara sunma mecburiyeti vardır. O reçete; şirkin her çeşidinden uzaklaşıp yeniden ve mükemmel şekilde iman etmek, anlayarak ve yaşamak için okuduğu Kur’an’ı hayata hâkim kılmaya çalışmak, ilim, cihad ve takvâ ehli olmaktır. Aşırılıklara iltifat etmeyip itidalli tavırlarla ve Nebevî usulle bireysellikten cemaate, cemaatten ümmete, ümmetten devlete doğru gitmektir.
Şehâdet kelimesini iman ve teslimiyetle söyleyip anlamını hayata geçirmeye çalışmayan kimse, nasıl ölürse ölsün “şehâdet”e ulaşamaz, şehid kabul edilemez. Şehâdet ehli olan ve insanlara şehîd/örnek olarak yaşayan mü’min ise, yatağında ölse bile Allah’ın izniyle “şehid”dir. Ancak şâhidlik yapıp örnek şekilde şehid olarak yaşayan kimse, şehid olarak ölür.
Güzel ölmenin yolu, güzel yaşamaktan geçer. Güzel inanan güzel yaşar, güzel yaşayan güzel ölür, güzel ölen güzel haşredilir, güzel haşredilen de hayatına en güzel yerde devam eder. Evet, şehâdeti özlüyor ve gözlüyorsak, kendimizi kontrol etmeliyiz: Nasıl yaşıyoruz? Eğer şehid gibi yaşıyorsak, biz zaten şehidliği fiilî olarak istiyoruz demektir. Şehidlik, istenmekten çok yaşanılır. Daha doğrusu, canlı şehid olarak yaşamakla şehidlik istenir. “Ey iman edenler! Allah’tan, hakkıyla, O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölmeye bakın.” (3/Âl-i İmrân, 102)
Şehidlik, yaşayışta ve ölümde zirvedir, hayatı güzelleştirmek ve en güzel şekilde ölmek, yani ölümsüzleşmektir. Bir mü’min, “nasıl olsa öleceğim, bundan kurtuluş yok, öyleyse bu, niye Allah için olmasın?” diyerek gözünü zirveye dikmelidir. Bunun için de şehid olarak yaşamak gerekir. İslâm kültüründe şehidlik, gerçek mânâda hayat sürmenin adıdır. Şehidlik, aslında gerçek anlamıyla ölmek istemeyen, hep yaşamak isteyen insanların ölüm şeklidir. Diğer insanlar sadece ölür gider; fakat şehidler ölmez, insanlar bunu anlamasa da (3/Âl-i İmrân, 154). Şâhidlik ve şehidlik; alçaklığa, zillete karşı konulan bir tavırdır. Şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen kahramandır. Şehid bu bilinçle yaşayan, Allah’ı hayatın merkezine koyan kimsedir.
İslâm kültüründe şehidlik, gerçek mânâda yaşamaya başlamanın adıdır. Şehidlik, aslında gerçek anlamıyla ölmek istemeyen, hep yaşamak isteyen insanların ölüm şeklidir. Diğer insanlar sadece ölürler; fakat şehidler ölmezler, insanlar bunu anlamasa da (3/Âl-i İmrân, 154). Zillet içinde yaşamayı yaşamak mı sanıyorlar? Şâhidlik ve şehidlik; şerefsizliğe, zillete karşı koyulan bir tavırdır. Şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen kahramandır. Şehid bu bilinçle yaşayan, Allah’ı hayatın merkezine koyan kimsedir.
İslâm, ölüm ötesine uzanan ebedî bir hayatı kapsar. Ayrıca o, ölüm sonrası kurtuluşu ölüm öncesi kurtuluşa bağlar. Bu yüzden İslâm, mensuplarını ölüme çağırırken gerçekte ölmeye değil; yaşamaya çağırmaktadır. İslâm dışı düzenler ise, mensuplarını sadece ölmeye çağırırlar. Onların vaad edeceği Cennet yoktur. Bununla birlikte, maalesef, günümüzdeki beşerî düzenler sadece İslâm’a has olan şehidlik kavramını alıp tepe tepe kullanıyorlar. Demokrasi şehidi, devrim şehidi, basın şehidi, görev şehidi... Şunu tekrar tekrar belirtelim ki, uğrunda ölünen yol Allah yolu, ölen kişi müslüman, ölenin niyeti de tamamen Allah’ın rızâsını kazanmak olmadıkça; yani o canlı şehid olarak yaşamadıkça, nasıl ölürse ölsün o şehid olamaz. O boşuna ölmüştür. Rasûlullah’a (s.a.s.); ‘adamın birisi şecaat için, birisi ırk hamiyeti için, birisi riyâ için savaşıyor; hangisi Allah yolundadır?’ diye sordular. Peygamberimiz buyurdu ki: “Kim Allah kelimesi yücelsin diye savaşırsa, ancak o Allah yolundadır.” (Ebû Dâvud). Kur’an şöyle diyor: “De ki: ‘Namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (6/En’âm, 162)
Özellikle beşerî düzenler, kendilerini korumakla görevli olan asker veya polis, herhangi bir şekilde birileri tarafından öldürüldüğü zaman, hemen, “şehid edildi” derler. Müslümaların tâkip ettiği medya da, istisnâlar dışında, aynı nakaratı dillendirir. Fakat aynı olayda ölenler arasında halktan mâsum vatandaşlar varsa, onlara da “öldürüldü” derler. Yani, kısacası, bu düzenler, kendi amaçları doğrultusunda ölenlere şehid deyip sonra da onları, kabul etmedikleri İslâm’ın cennetine koyarlar! İslâmî kavramları kullanıp müslüman halkın inançlarını sömürmeye kimsenin hakkı yoktur. Cenneti ve cehennemi olmayan, sadece yalancı peygamberleri olan düzenlerin İslâm’ın malı olan bu kavramı kullanmaya hakkı kesinlikle yoktur. Müslümanlar olarak, bu noktada uyanık olup beşerî düzenlerin bizden çaldıkları kavramları, çarpıtılmış şekilde değil; İslâmî kavramları yine kendi zemin ve şartları içerisinde İslâmî bir perspektifle değerlendirmemiz gerekir.
Şehidler söylediklerini ve yaşadıklarını kanlarıyla yazarlar. Bu yüzden o yazılar silinmez. Tarih onları silemiyor ve unutturamıyor. Zâlimler ve müstekbirler de onları hayattan, tarih yazmaktan ve tarih sahnesinden atamıyor. Şehidlerin kanlarıyla yazdıkları mesaj, gün geçtikçe daha da derinleşip netleşiyor. Meselâ, şehid Seyyid Kutub’un şehâdetiyle birlikte daha fazla tanındığını, mesajının daha fazla yankı uyandırdığını söyleyebiliriz. Seyyid Kutub, sağ iken, bu kadar yaygın bir şekilde tanınmıyordu. O şehid olmasaydı, öğretmenliği bu denli sürekli ve canlı olamazdı. Tarih, aynı dönemlerde yaşayıp ölen nice insanları unutturduğu halde Seyyid Kutub daha fazla tanınır hale geldi. Bugün az çok okuyan, düşünen ve müslüman olduğunun farkında olarak yaşayan her müslüman tarafından tanınmaktadır. Kim demiş ki Seyyid Kutub öldü diye? Hayır, o ölmedi! Tam aksine, Allah yolunda yürüyen tüm mü’minlerin kalbinde yaşıyor. Şehidlere “ölüler” denilmemesini ve onların yaşadığını bu açıdan da böyle anlamak gerekir. Seyyid Kutub örneğini vererek söylediklerimiz, tüm şehidler için geçerlidir.
Şehâdetin mutlaka kan ile sonuçlanmasının gerekmediğini söylüyoruz. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü ve hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid unvânı verilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı ve yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.” (Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15); “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.” (Müslim, İmâre 156)
İnsanımız, hatta dâvâ adamı sayılan nicelerimiz, Kur’an kültürüyle yetişmediğinden, çok kullandıkları bazı kavramları bile Kur’an’ın yüklediği anlamla kullanmıyor. Çevremizdeki nice insanın “Cihad” kavramını “savaş” anlamında kullandığını ve cihad denilince hep savaş anlamı çıkardığını buna örnek olarak verebiliriz. Hâlbuki cihad, Allah yolunda Allah’ın verdiği imkânları kullanmak, Allah yolunda her çeşit gayret ve çabayı göstermek demektir. Şehid kavramı da böyle. Kur’ân-ı Kerim’in hemen tüm âyetlerinde “şehid” kavramı, bir ölüm şekli olarak değil, bir hayat tarzı olarak gündeme getirilir.
Eskiden ülkücü gençlerde görüldüğü gibi, insanları gaza getirip dâvâ filan diyerek canlarını feda ettirmek çok zor değil. PKK bile bunu beceriyor. Önemli olan ölmesini bilmek değil; müslümanca yaşamanın yolunu bulmak. Müslümanın kanı o kadar ucuz olmamalı. Delicesine, heyecana kapılarak, hastalıklı bir ruh haliyle, öleyim de kurtulayım diyerek, kendisi ilim sahibi olsa isabetli karar verebilecek, ama öyle olmadığından, ilim ve takvâ sahiplerinin tavsiye etmemesine rağmen; mutlaka ölünmesi gerekip gerekmediğini bilmeden, aceleci bir kararla (dilim varmıyor, ama söylemeliyim: İntihar eder gibi) ölmek... Bu anlayış mı kurtaracak ümmeti? Delikanlı, doğru dürüst iman etmeden mücâhid kesiliyor. Canlı Kur’an değil; ama mücahid, kahraman! Niye öldüğünü, dininin kendisinden bu ortamda böyle bir şeyi kesin şekilde isteyip istemediğini bilmeden ölmek. Şehidlik bu demek mi gerçekten? Bu, militanca yaklaşıma, intihar bombacılığına, dünyevî kahramanlığa, fedâkârlığa, yiğitliğe daha yakın bir anlayış, ama İslâm’ın cihad ve şehâdet anlayışına ne kadar uzakta, tartışılmalı. İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.
Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz. Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.
Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna "cihad" deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin mücâhid ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.
Önemini abartılı şekilde anlatan, dinin esası, özü ve her şeyi olarak takdim eden nice samimi olduğuna inandığımız cihad taraftarı gençlerin bile yanlış değerlendirdiği “cihad”ı kısaca tahlil edelim:
Cihad farzdır. Cihad, sadece silahla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz. Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin” der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad… Cihad emri, Kur’an’ın tedricî olarak topluma yüklediği görevlerdendir. Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.
Türkiye topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır. Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır.
Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.
Çözüm, kısa vadede ve heyecanla, kendini feda etmekle çözülecek basitlikte değil. Ve kendini kurtaramayan başkalarını kurtaramaz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmesi beklenemez. Yamuk ağacın gölgesi de yamuk olacaktır. Gencin biri “ben Halep’te 30 arşın (metre) atladım” diye övünür durur; bununla orada burada kahramanlık taslar. Onun yalanını ispatlamak için biri der ki: “Halep oradaysa, arşın burada. Orada atladıysan burada da atlarsın, haydi!” Ve delikanlı ondan sonra sus-pus olup oturur. Oralarda cihad edecek kahramanımız burada hangi cihad sınıflarından geçti, değerlendirilmez. Aynen, Almanya’daki cemaatlerin kendi çocukları tümüyle küfür ortamında eriyip kaybolurken, buna çözüm bulacak yatırımlar yerine, bütün infaklarını Türkiye’ye gönderdiği gibi. Yine, eve lâzım olan eşyanın camiye bağışlanmasındaki yanlışlık gibi bir durum. Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar değildir; ya da Vehhâbîleştirme kursu…
Ben bunları yazmak zorunda mı kalacaktım Allah’ım? Ben ki, şehid çocuğu değilim, ama Şehâdet benim çocuğum. Keşke, bilgisayarım olmasaydı, cihad ortamlarını ve şehid (zannedilenlerin) kanlarının sonucunu (sonuçsuzluğunu) eleştirmeseydi tuşlar! Ve bunları gönlüm kanayarak, ruhum ağlayarak yazmak zorunda kalmasaydım…
Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza, Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı bizi kuşatıyor? Cihadın zahmeti yerine dünyevî rahatı mı tercih ediyoruz? Dindarlıkla dini darlığı mı karıştırıyoruz? Öncelikleri, önem sırasını yanlış mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi acaba? Amelimiz ihlâslı mı değil? Fedâkârlık bilincimiz mi yetersiz? Adama bilincimiz hiç mi yok? İnfak gayretimiz, verme hassâsiyetimiz köreldi mi iyice? Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik? Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyletmeyi mi tercih ettik? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız vardır?
Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41) Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.” (42/Şûrâ, 30); “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artı O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (5/Mâide, 105). Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (7/A’râf, 23)
"İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, ye’se düşen bir ümitsizdir.” (41/Fussılet, 49). “Öldük, bittik, mahvolduk”, “bizden adam olmaz.”, “Dünyamız zillete boyandı; öyleyse âhiretimiz de mahvolursa mahvolsun, ne yapalım?” Böyle mi diyeceğiz? Umutlu olan kimse, mutlu da olabilir. Umutsuzluk ise mutsuzluktur. İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla! Unutmayalım; Yoktan var eden Allah, ölüden diri de çıkartır (6/En’âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19). Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.
Peki, Rabbimiz bizi niye terk etti? Mü’minlere yardım vaad edip kendi üzerine görev olarak yazdığı (30/Rûm, 47) halde, niçin İlâhî yardım gelmiyor? Bunca cemaatten, bu kadar âlimden birine Rabbimiz rahmetiyle muâmele edip ümmetin oraya yönelmesine işaret etmiyor?
Biz Rabbimizi terk ettik; O da bizi rahmetiyle terk etti. Biz O’nu unuttuk; O da bizi (yardımını göndermeyerek) unuttu (7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34).
Dâvâ insanına ya secdede, ya kürsüde veya cephede ölmek yakışır. Fakat, nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Zaten nasıl yaşarsak öyle öleceğiz ve o şekilde haşrolacağız. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.
Şehidlerin seyyidi Hz. Hüseyin’i, Hz. Hamza’yı ve onların yolundan giden başta Suriye ve Filistin’de olmak üzere tüm şehidlerimizi, yaralı gazilerimizi unutmayalım. Onların yolunu sürdürme sözü verip canlı şehid olarak yaşamaya çalışalım. Hadis diye sunulan uydurma rivayette tavsiye edilen “ölmeden önce ölmek” yerine, âyette belirtilen “öldükten sonra da yaşayıp ölümsüzleşenlerden” olmayı hak edelim.
Rabbim beni Müslümanca yaşat, Müslümanca ettir vefat. Ya Sana ibâdet ederken secdede, ya Senin dinini anlatırken kürsüde veya Senin yolunda savaşırken cephede emanetini al.
“Rabbenâ âmennâ bimâ enzelte ve’tteba’nâ-r-rasûle fektubnâ maa’ş-şâhidîn” “Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Öyleyse bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!” (3/Âl-i İmrân, 53)
Selâm olsun, kendilerine ölü denilmesi yasak olanlara, canını Allah yolunda verenlere! Selâm olsun içimizdeki canlı şehidlere! Şehid olarak yaşayanlara, şehid olarak ölenlere selâm olsun!