Alptekin DURSUNOĞLU |
YDH |
Şehit Kasım Süleymani, General Kasım Süleymani’den daha tehlikelidir.” İran Devrim Lideri Ayetullah Hamenei, General Kasım Süleymani’ye düzenlenen suikastın gelecekte Amerika’yı ilgilendirecek sonuçlarını bu cümleyle açıklamıştı.
General Kasım Süleymani’nin Kudüs Gücü komutanlığına atandığı 1998’de bir direniş cephesi yoktu. Hayatını kaybettiği 2020 yılında ise artık Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’de imkanlarını birbiri için seferber seferber eden entegre bir direniş cephesi bırakmıştı.
1998’den 2020’ye kadar bölgeye yeni bir düzen dayatan saldırganlığa karşı ortak bir cephe olarak direnme hedefi, 2020’den sonra saldırganları bölgeden çıkmaya zorlama şeklinde değiştirildi.
İşte “Şehit Süleymani’yi, General Süleymani’den daha tehlikeli” kılan bu.
Bölgesel planın bozulması ‘tehlikeli’ bölgeden kovulmak ‘daha tehlikeli’
Amerika ve bölgesel müttefikleri bölgede kurmaya çalıştıkları düzene izin vermediği için General Kasım Süleymani’yi tehlikeli buluyordu.
Öngörülen, İsrail liderliğinde bir bölge düzeni kurmaktı; bu 2020 yılında ‘Yüzyılın Anlaşması’ adı altında formüle edilmiş, ‘İbrahim Anlaşması’yla da bu düzene üyelik kaydı başlatılmıştı.
1978’de Camp David ile temeli atılan bu yeni düzen inşası, başlangıçta bölgede nispi bir tepkiyle karşılaşmıştı; ancak İbrahim Anlaşması sonrasında ırkçı İsrail rejimi ile artan normalleşme girişimleri bölgede büyük bir destek görüyor.
Dolayısıyla da kurulması hedeflenen İsrail liderliğindeki bölge düzenine karşı direnç oluşturacak her adım ‘tehlikeli’ olarak değerlendiriliyor.
General Kasım Süleymani’nin bu düzene karşı bir direniş hattı oluşturduğu için Amerika tarafından tehlikeli görüldü ve hedef alındı.
Zira Amerika 2003 yılında 200 bin askerle Irak’ı işgal edip viraneye çevirmesine rağmen ‘Büyük Orta Doğu Projesi’ için model olarak tasarladığı ‘Yeni Irak’ı kuramamasından General Kasım Süleymani’yi sorumlu tuttu.[1]
İstediklerini yaptırabildikleri Ramallah’ın belirleyici olduğu bir Filistin denklemi kurmak için 2005’te ablukayla Gazze’yi ve direnişi boğmaya çalıştılar. Ancak General Kasım Süleymani’nin kurduğu füze altyapısı sayesinde Direniş, Filistin tarafında siyasi denklemin en güçlü tarafı haline geldi.
2006’da bu kez Lübnan’ı viraneye çevirip dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Condeleezza Rice’ın tabiriyle ‘Yeni Ortadoğu’yu[2] kurmaya çalışırken yine aynı hattın direnciyle karşılaştı.
2006’da sadece Lübnan’a özgü yerel bir barikat rolü oynayan Hizbullah, General Kasım Süleymani’nin Suriye savunması sırasında kuruluşuna öncülük ettiği entegre direniş hattı sayesinde bugün caydırıcı bir bölgesel güç olarak görülüyor.
2006’da Lübnan’ı geçmelerine ve Yeni Ortadoğu’yu kurmalarına izin vermeyen Hizbullah’ı bugün askeri güç açısından NATO müttefikleriyle kıyaslıyorlar.[3]
Dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Yemen, dünyanın en zengin ülkelerinin oluşturduğu koalisyona 2015’ten beri direniyor. Yine bu entegre direniş hattının sağladığı imkanlar sayesinde savaşı saldırgan ülkelerin topraklarının derinliklerine taşıyabiliyor.
General Kasım Süleymani’nin mimarı olduğu bu entegre direniş hattı 2003’te Irak’ta, 2005’te Filistin’de, 2006’da Lübnan’da, 2011’de Suriye’de ve 2015’te de Yemen’de dayatılan düzenin kurulmasını engellediği için tehlikeli görüldü.
Lübnanlıyı Yemen için, Yemenliyi Filistin için, Iraklıyı Suriye için, Suriye’yi Lübnan için imkanlarını seferber ettiren bu entegre direniş hattı, General Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra Amerikan güçlerinin bölgeden çıkarılmasını hedef olarak ortaya koydu.
Mevcut siyasi şartlarda bu elbette oldukça uzak ve güç bir hedef olarak görülebilir; ancak 2003’te Irak’ta Amerika’nın tasarladığı düzeni kurmasını engellemek de güçtü.
2005’te abluka altına alınan Filistin direnişini kendi füze teknolojisini üretir hale getirmek de güçtü.
2006’da Lübnan’da dünyanın 4. güçlü ordusu olmakla övünen ırkçı İsrail rejimi ordusunu bozguna uğratmak da güçtü.
2011’de Suriye’de 110 ülke ve uluslararası örgütün desteklediği bir vekalet savaşına 10 yıl dayanmak ve egemenliğini korumak da güçtü.
2015’te Yemenli yalın ayaklıların sonsuz ve sınırsız desteğe sahip zenginler koalisyonunu dünyaya rezil etmesi de güçtü.
Erbil operasyonu ‘yeni hedefin’ ilk uygulama sahnesi
13 Mart gecesi saat 01.20’de Erbil’deki Amerikan konsolosluğu bünyesinde yer alan İsrail istihbarat merkezinin balistik füzelerle vurulması, 8 Ocak 2020’de General Süleymani suikastına yapılan misillemeden sonraki en büyük ve etkili operasyon oldu.
“Şehit Süleymani, General Süleymani’den daha tehlikelidir” sözü ve 3 Ocak 2020 itibariyle açıklanan ‘yeni hedef’ dikkate alınırsa ırkçı İsrail rejiminin Erbil’deki istihbarat merkezinin 14 füzeyle vurulması, bir ‘Şehit Süleymani operasyonu’ olarak nitelendirilebilir.
İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun operasyonla ilgili resmi açıklamasında “Siyonist rejimin son cinayetlerinin ardından bu menhus rejimin kötülüklerinin ve cinayetlerinin cevapsız bırakılmayacağı yönündeki açıklamalara da binaen dün gece siyonist rejimin stratejik komplo ve kötülük merkezi, İran Devrim Muhafızları Ordusunun nokta vuruşlu füzeleri tarafından vurulmuştur” denildi.
Erbil’deki İsrail istihbarat merkezine yönelik füze operasyonunun ırkçı İsrail rejiminin7 Mart’ta Suriye’ye yaptığı ve iki İranlı albayın hayatını kaybetmesine sebep olan saldırıya misilleme amaçlı yapıldığı tahmin ediliyordu.
Resmi açıklamadaki “siyonist rejimin son cinayetleri” ifadesi de bu tahmini doğrulamış oldu. Peki bu eğer Suriye’deki saldırıya misilleme ise bu durumda şu sorulara cevap verilmesi gerekiyor.
1- Bu operasyonun General Süleymani suikastı sonrası ortaya konan Amerikan güçlerinin bölgeden çıkarılması hedefiyle ne ilgisi var?
2- Bu operasyon neden doğrudan işgal altındaki topraklardaki İsrail merkezlerine değil de Erbil’deki istihbarat merkezine yapıldı?
3- Irkçı İsrail rejiminin daha önce de Suriye’ye yaptığı saldırılarda İranlı askerler hayatını kaybetmişti; İran onlara misilleme yapmazken neden bu son saldırıya misilleme yaptı?
4- Viyana’daki nükleer müzakerelerde anlaşmaya çok yaklaşılmışken bu operasyon niye yapıldı?
Erbil operasyonunun açıklanan ‘yeni hedef’ ile ilgisi
Aralık 2016’da Halep’in kurtarılmasının ardından Amerika, hem Irak hem de Suriye’de kullandığı örgütler aracılığıyla Suriye’nin Irak’la kara bağlantısını kesmek için harekete geçti.
Suriye’nin Irak ve Ürdün sınır üçgenindeki Tenef bölgesini işgali altında tutan Amerika, kuzeydoğu yönünde ilerleyerek Irak sınırını, SDG militanlarının kontrolü altındaki topraklarla birleştirmeye çalıştı.
Ancak Halep’ten sonra doğuya yönelen General Süleymani komutasındaki Suriye ordusu müttefikleri, bütün bir çöl bölgesini temizleyerek yıllarca IŞİD kuşatmasına karşı Deyr Zor’u savunan General İsam Zahreddin komutasındaki güçlerle birleşti ve Tenef’ten el-Bukemal’e kadar olan bölgeyi kontrol altına alarak Amerika’nın Suriye’nin Irak’la önce kara ardından da hava bağlantısını kesmesini engelledi.
Dönemin ABD Başkanı Donald Trump, zaten Suriye’den çekilmek istiyordu. Öte yandan Deyr Zor ve Elbukemal’in 2017’de General Süleymani’nin sevk ve idaresindeki Suriye ordusu ve müttefikleri tarafından kurtarılmasından sonra artık Suriye’nin Irak’la kara bağlantısını kesmek de imkansız hale gelmişti.
Ancak Amerika, İsrail’in baskıları sebebiyle Suriye’den çekilmedi[4] ve buradaki askeri güçlerini İran’ın Suriye’deki varlığının İsrail açsından yarattığı tehditle gerekçelendirmeye başladı.
Amerika ve ırkçı İsrail rejimi, 2017’den itibaren hem Suriye’deki İran mevzilerine hem de Irak’taki Halk Seferberlik Güçleri’ne hava saldırıları yapmaya başladı. İran’ın Irak üzerinden Suriye’ye ve Hizbullah’a karadan silah sevk edebilme avantajı kazandığını vurgulayan İsrail rejimi ve Amerika, İran Suriye’den çekilinceye kadar bu saldırıların süreceğini belirtti.
Amerika’nın Suriye’deki yasadışı askeri varlığı, ırkçı İsrail rejiminin Amerikan şemsiyesi altında Suriye’yi ve Irak’ı hedef alan saldırıları ve İran’ın Suriye’deki varlığı işte bu denkleme dayanıyor.
İran ve Suriye, Amerika’yı Suriye’den çıkararak; Amerika ve ırkçı İsrail rejimi ise İran’ı Suriye’den çıkararak bu denklemi değiştirmeyi amaçlıyor.
Bu çerçevede İsrail ve Amerika engelsiz bir şekilde hava saldırılarını sürdürüyordu; ama İran ve Suriye, Rusya’nın Amerika ile 2015’ten beri Fırat Nehrini sınır kabul eden fiili ‘modüs vivendi’ anlaşmasına riayet etmek zorunda kalıyor ve saldırılara cevap dahi veremiyordu.
Ukrayna meselesi ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, Rusya’nın Amerika’nın Fırat’ın doğusundaki hakimiyetin umursamamasına neden oluyor.
İran ve Suriye’nin artık Rusya’yı zor durumda bırakmamak adına sabır göstermesi gerekmediği için sahada şimdiye kadar Amerika ve İsrail lehine olan denklem bariz bir şekilde İran ve Suriye lehine değişebilir.
İran’ın Erbil’de Amerikan konsolosluğu bünyesindeki İsrail istihbarat merkezini vurması işte bu denklem değişikliği yaratma potansiyelinden dolayı ‘yeni hedef’le doğrudan ilgili gözüküyor.
Füzeler neden doğrudan İsrail’i değil Erbil’deki İsrail’i hedef aldı?
Bu sorunun akla gelen ilk cevabı şu: Irkçı İsrail rejimi, İranlı iki albayı üçüncü bir ülke olan Suriye’de öldürdüğü için, İran da misillemeyi İsrail rejiminin üçüncü bir ülke olan Irak topraklarında yapmayı tercih etti.
Ancak bu cevap, peki eğer sebep buysa İran neden operasyon için üçüncü ülke olarak Emirlikleri veya Bahreyn’i değil de Erbil’i seçti sorununu da gündeme getiriyor.
İran’ın saldırı mekanı olarak Erbil’i tercih etmesinin yukarıdaki iki soruya da açıklık getirebilecek sebepleri var.
1- İran, İsrail’i doğrudan değil, üçüncü bir ülkede cezalandırarak ırkçı rejime Suriye saldırısının cevabını tam bir mütekabiliyetle vermiş oldu.
2- İran, operasyonu Emirliklerde veya Bahreyn’de değil, Erbil’de yaparak İsrail rejiminin hem mağdur rolü oynamasını hem de misilleme tehdidi savurmasını engellemiş oldu.
Zira ırkçı İsrail rejiminin Irak’ın Kürdistan Bölgesindeki askeri varlığı resmi ve ilan edilebilir bir varlık değil.
İsrail’in Erbil’de saldırıya uğradığını ve kayıp verdiğini açıklaması, Irak’ı Kürdistan Bölgesi’yle, Kürdistan Bölgesi’ni Amerika’yla, Amerika’yı İsrail rejimiyle karşı karşıya getirecek bir skandalı ifşa etmiş olur.
Bu yüzden İsrail rejimi aslında herkesin bildiği; ama kimsenin açıkça dile getirmediği bir gerçeğe, yani Amerika’nın korumasında bulunduğu Erbil’de verdiği ağır kayba rağmen çenesini kapatmak zorunda kalacak.
Daha önce misilleme yapmayan İran neden şimdi yaptı?
İran’da güvenlik ve jeopolitik hususlardaki devlet kararları, Milli Güvenlik Kurulu’nda alınıyor. Askerlerin ve güvenlik bürokrasisinin de belirleyici olduğu bu karar mekanizmasında kabine üyeleri çoğunlukta bulunuyor.
Dolayısıyla da bu tür savunma veya güvenlik konularında da alınacak kararlarda son söz hükümetlerin oluyor.
Hasan Ruhani hükümeti, büyük önem atfettiği nükleer anlaşmaya ve Batı ile ilişkileri olumsuz etkileyebilecek kararlara karşı olduğunu açıkla dile getiriyordu. Örneğin Ruhani hükümetinin Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, basına sızdırılan bir söyleşisinde General Kasım Süleymani’yi saha önceliklerini diplomasinin üstünde tutmakla suçlamıştı.
Ruhani hükümetinin Trump’ın azami yaptırımlarına rağmen nükleer anlaşmayı canlandırma eğilimi oldukça güçlüydü ve Devrim Muhafızları’nın örneğin İngiltere’nin Suriye’ye petrol götren İran’a ait bir tankeri alıkoymasına misilleme yaparak bir İngiliz tankerine el koymasını askerlerin siyasete müdahalesi olarak nitelemişti.
Reisi hükümetinin ise önceki hükümetten farklı olarak Devrim Muhafızları ile uyumlu olması ve nükleer anlaşmaya Ruhani hükümetinin yüklediği anlamları yüklememesi İsrail rejiminin cezalandırılması konusunda geçmiştekinden neden farklı bir karar alındığını açıklayabilir.
Nükleer müzakerelerdeki ilerlemeye rağmen neden operasyon?
Müstakil bir makale konusu olabilecek kadar teferruatlı ayrıntıları bulunan bu konuda Reisi hükümetinin yaklaşım farklılığına dikkat çekilebilir. Reisi hükümeti, Ruhani hükümetinin aksine her ne pahasına olursa olsun bir nükleer anlaşma peşinde değil.
Öte yandan nükleer anlaşmadan tek taraflı olarak çekilen; Avrupalı müttefikleri nezdinde bile İran’ı değil Amerika’yı yalnızlaştıran Trump rejimi, azami yaptırım stratejisiyle elindeki tüm kartları oynadı; ancak Tahran’da öngördüğü davranış değişikliğini yaratamadı.
Bu durum savaş dışındaki tüm olumsuz seçenekleri tecrübe eden ve sonuçlara katlanabildiğini ispat eden Tahran’ın elini güçlendirdi.
Nükleer anlaşmayla NPT’den kaynaklanan yasal hakkından daha az oranda uranyum zenginleştirmeyi kabul eden Tahran, Amerika’nın anlaşmadan çekilmesi üzerine anlaşma yükümlülüklerinden teker teker ayrılmaya ve daha yüksek oranda uranyum zenginleştirmeye başladı.
Başta ırkçı İsrail rejimi olmak üzere Amerika’daki İsrail yandaşı siyasi çevreler, İran’ın mevcut uranyum zenginleştirme kapasitesi ile haftalar içerisinde nükleer silah üretebileceğini belirterek Biden hükümetine yeni bir anlaşma için baskı yapıyorlar.
Biden hükümeti Trump’ın bile cesaret edemediği savaş seçeneği dışında İran’a karşı kullanabileceği hiçbir karta sahip değil.
Zira Trump hükümeti azami yaptırımlar uygulamasına rağmen sonuç alamadı; Biden ise “azamiden daha azami” bir yaptırım formülüne ve bunun İran’da davranış değişikliği yaratama garantisine sahip değil.
Öte yandan Ukrayna sebebiyle Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımlar dünyada enerji talebini ve doğal olarak petrol ve gaz fiyatlarını arttırırken İran’ın tüm yaptırımlar kaldırılmadan yeni bir nükleer anlaşma yapmaya hevesi yok.
Ayrıca bir sonraki Amerikan hükümetinin tek taraflı olarak çekilmeyeceğinin garantisini vermeyen ve yaptırımların tamamını kaldırmayan Biden hükümetinin İran’la yeni bir anlaşma yapabilmesi mümkün gözükmüyor. Bunları yaparak İran’la yeni bir anlaşma imzalayacak olan Amerikan hükümetinin ise İsrail rejimini nasıl memnun edebileceği de belirsiz.
Nükleer anlaşmadan çekildiğinde yeni bir anlaşma için İran’ın füze programını, Suriye ve Irak’taki askeri varlığını, Yemen’e, Lübnan’a ve Filistin direnişine desteğini de müzakere masasına koyma şartları ileri süren Amerika şimdi 2015’teki anlaşmaya aynı şartlarda dönmeye hazır gözüküyor.
İran’ın nükleer programının bir uluslararası kriz haline getirildiği 2002 yılından bugüne kadar Amerika hiç bu kadar zayıf ve İran ise hiç bu kadar güçlü konumda olmamıştı.
Dolayısıyla ırkçı İsrail rejiminin Erbil’deki istihbarat merkezini vururken İran’ın en son dikkate alacağı konu nükleer anlaşma.
Sonuç
Amerika da bu gerçekliğin farkında. İşte bu yüzden de 2. Dünya savaşından beri hiç kimsenin duvarına taş atmaya cesaret edemediği Amerika, 2020’den beri doğrudan konsolosluklarına ve askeri üslerine yapılan füze saldırılarının hedefi oluyor. Ancak bunlara cevap verebilecek durumda olmadığı için “ölen, yaralanan ve maddi hasar yok” bahanesine sığınıyor.[5]
Operasyonda kullanılan Fatih-110’ların nokta isabetli füzeler olduğu ve Amerikan konsolosluğunun değil İsrail rejiminin istihbarat merkezinin hedef alındığı düşünüldüğünde Amerikan dışişleri bakanlığının “ölü veya yaralı yok” açıklaması doğru gözüküyor.
Ancak füzelerin konsolosluktan çok daha uzak mesafedeki Barzanilere ait bir televizyon kanalında yarattığı etki dikkate alındığında Amerikan konsolosluğunda hiçbir maddi zararın olmadığına dair açıklama inandırıcı gözükmüyor.
Irak işgali sırasında tüm dünyanın tanık olduğu üzere herhangi bir ülkeye saldırıyı göze aldığında olmadık bahaneler uydurmaktan çekinmeyen Amerikan rejimi, İran’ın Erbil konsolosluğuna yaptığı, insansız uçaklarıyla görüntülerini kaydettiği ve resmi olarak üstlendiği füze saldırısını “zarar ziyan yok” diyerek geçiştirmek zorunda kalıyor.
Irkçı İsrail rejimi ise ağzını açabilecek durumda değil.