Selman en-Nedvi İle Röportaj

Hindistan"ın tanınmış alimlerinden Selman el-Huseynî en-Nedvî Hind ulemasını anlatıyor.

Selman en-Nedvî hocayla, İmâm Ahmed es-Serhendî, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, dedesi Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Arap dünyasındaki Arap milliyetçiliğine karşı yayın yapan ve dönemin Mısır hükümeti başta olmak üzere birçok Arap ülkesinin tepkisini çeken ama aynı zamanda bu ülkelerde ilgiyle takip edilen el-Ba‘sü'l-İslâmî dergisi, İngiliz emperyalizmine karşı destansı bir direniş ortaya koyan Diyobendî ekolü ve "İpek Mendiller" hareketi, Abdülfettah Ebu Ğudde hoca, Nedvetü'l-Ulemâ, modernist yaklaşımlar vb. birçok konuyu konuştuk.

Ömer Faruk Tokat: Hocam, Türkiye'de sizi az kişi tanıyor. İsterseniz bu sohbetimize sizi tanıyarak başlayalım.

Selman Nedvî Hoca: Sizin azınız benim için yeterlidir. Ancak senin azına az denmez. Az dediğiniz bir topluluk tarafından tanınmak bana yeter. Bununla birlikte müminler kardeştir. Farklı coğrafyalarda da olsa Allah Teâlâ'nın dini üzerine tesis edilmiş bir kardeşliği yaşarlar. Dolayısıyla insan, kendisini kardeşine ve herhangi bir İslam ülkesindeki kardeşlerine tanıtmalıdır. Buradan hareketle başlarsak, ben Selmân el-Hüseynî en-Nedvî. Temel eğitimimi Nedvetü'l-Ulemâ'ya bağlı Dâru'l-Ulûm'da aldım. Tahfîzu'l-Kurân (Kurân Ezberletme) bölümünü bitirdikten sonra liseyi, ardın da fakülteyi bitirdim. Buradan mezun olarak el-âlimiyye diploması aldım. el-Âlimiyye lisans diplomasıdır. Daha sonra mastıra denk bir bölüm olan el-fadîleye girerek hadîs-i şerif bölümünü el-fadîle diplomasıyla tamamladım. Ardından Riyad'daki İmam Muhammed b. Suud İslâm Üniversitesine başladım. 1980 yılına kadar orada okudum ve hadîs-i şerif bölümünde master yaptım. Doktoraya kayıt yaptırdım ancak daha sonra Hindistan'a dönerek eş-Şerîa Fakültesinde öğretim görevlisi ve tüm Hindistan sathına yayılan ve davet, eğitim ve öğretim çalışmaları yapan Şebâbu'l-İslâm (İslam Gençleri) Teşkilatı'nın başkanı olarak çalıştım.

Ömer Faruk Tokat: Bildiğimiz kadarıyla bu teşkilatı siz kurdunuz?

Selman Nedvî Hoca: Evet 1974 senesinde el-Âlimiyye yani lisans son sınıfında okurken kurdum. Daha sonra Riyad'a okumaya gittiğim için bir süre teşkilattan uzak kaldım. Nedvetü'l-Ulemâ'ya döndüğümde bir taraftan burada Hadis-i Şerif bölümünde dersler verirken bir taraftan da bu teşkilatın çalışmalarıyla meşgul oldum. Muhtelif islâm üniversitelerinin, fakültelerin ve mekteplerin öğrenci ve gençlerini bir araya getirmeye çalıştık. Kamplar, sempozyumlar, açıkoturumlar ve toplantılar düzenledik. Bu faaliyetlerle ulûm-i şeriyye talebeleriyle ulûm-i asriyye talebeleri arasındaki ayrılıkların kalkmasını hedefliyorduk. Çünkü bu, büyük bir sorundur. Bu gün birçok İslâm toplumu içinde birbirinden bütünüyle farklı iki sınıf var: âlimler ve entellektüeller. Bu iki grup birbirinden o denli uzaktır ki aralarında kullandıkları dil, kavram, ifade ve üslup açısından tamamıyla farklıdır. Yani ulûm-i şeriyye talebeleri ulûm-i asriyye talebeleriyle aralarında ortak bir dil kullanamamakta ve anlaşamamaktadır. Bu iki sınıf arasında böyle bir ayrılık, kopukluk veya uzaklık ya da kanyon yahut da uyuşmazlık olması Müslümanlara zarar vermektedir ki bunun tohumlarını İngilizler atmıştır. Şerî medreseyle asrî medresenin arasını ayıranlar onlardır. Yoksa biz Müslümanlar olarak o zamana kadar yani 13 asır boyunca böyle bir ikilem ve dilemma ile karşılaşmadık; ortada bir tane medrese vardı ve bu medrese müfessirler, muhaddisler, müftüler, fakihler, nahivciler, dil bilimcileri, astronomlar, fizikçiler, doktorlar vd. yetiştirmekteydi. Mezkûr meslek erbabının arasında uyum sorunu, anlaşmazlık ve kopukluk sözkonusu değildi. Hepsi İslâm medreselerinde yetişmekteydi. Yani bizde hiçbir zaman, laik bir medrese, Yahudi ya da Hıristiyan veya Müslüman medresesi adında bir şey yoktu. Biz böyle bir şeyi ne Medine-i Münevvere'de, ne Bağdat'ta, ne Kayravan'da, ne Hind'de, ne Sind'de ne de herhangi bir başka yerde gördük. Bu ayrım, melun İngilizlerin, Müslümanların başına musallat ettiği bir beladır. Bu, daha önce, Protestanlar Katoliklikten ayrıldığında kendilerinin de yaşadığı bir durumdu. Kendi iç savaşlarını bizim başımıza da musallat ettiler. Neticede bu durumdan etkilenenler oldu ve islâmî medreselerin dışında modern üniversiteler kuruldu. Dolayısıyla bu üniversitelerin seküler ve dinsiz olması gerekiyordu ve böyle de oldu. Bu durum İslam ümmetinde onulmaz yaralar açtı. O halde ilimler tekrar birleşmelidir. Çünkü ilimlerin birleşmesi, faydalı olması koşuluyla bütün ilimlerin islâmîleşmesi demektir. İslamî ilim, fizikten kimyaya ve astronomiye kadar bütün ilimleri kapsamaktadır. Bütün bu ilimler Allah Teâlâ'nın, kitabında,"Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?" (Fussılet 53),"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir" (Ankebut 20) buyurarak teşvik ettiği gerekli bilgilerdir. Yerde, göklerde, karada ve denizlerde olan âyetlerin hepsi Allah'ın âyetleridir.

Ömer Faruk Tokat: İmam Serhendî (rh. a.)in astronomi gibi bazı ilimleri faydasız görmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selman Nedvî Hoca: Hayır, Şeyh Serhendî böyle bir şey söylediyse burada bir mukarane sözkonusudur. Yani "Kurân ilimlerine nispetle faydasızdır" şeklinde bir karşılaştırma yapmış olmalıdır. Ulûm-i şeriyyeyi bir tarafa bırakarak, insanı meşgul eden bu ilimlerle yetinmek doğru değildir.

Şeyh Reşîd Ahmed el-Gangûhî ve Şeyh Ahmed Kâsım gibi Hindistan'daki eslafımız ve âlimlerimiz mahza felsefeye karşı çıkmıştır. Çünkü bu anlamdaki felsefe insanı; Kurân-ı Kerim'in ilah anlayışından uzak teolojilerin içinde boğar. Çünkü o, Yunanlıların şüphe ve kararsızlıkları üzerine kurulmuştur. Onlar Allah Teâlâ'yı Kurân-ı Kerim'de kendisini nitelemediği şeylerle nitelemişlerdir. Ulemâdan birçoğu mantık ve felsefe ilimlerine karşı çıkmıştır. Ancak tıp, fizik ve astronomi ilimleri felsefeden olduğu halde bunlara karşı olan yoktur. İmâm Gazzâlî Makâsıdü'l-Felâsife kitabını telif ettiğinde felsefenin ilâhiyatla ilgili bölümünün boş ve zihin karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını; tıp, matematik, astronomi vb. ilimlerle ilgili bölümünün ise faydalı ve gerekli olduğunu belirtmiştir.

Dolayısıyla insana dünya ve âhirette faydası olan ve dünya ve ubkâsına zarar vermeyen her ilim gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ'ya, "Allahım senden faydalı ilim istiyorum" diyerek münacatta bulunurdu. Yani o (s.a.v) ilimlerin arasını ayırmadı yalnızca "faydalılık" kıstasını koydu. Allah Teâlâ, "O, Âdem'e bütün isimleri öğretti" buyurmaktadır. İmam er-Râzî (rh. a.) ve diğer müfessirlerin de ifade ettiği üzere buradaki "isimler"den maksat ilimlerdir. "İsimler"den maksat yalnızca eşyanın isimleri olmayıp  ilimler ve fenlerdir.

Ömer Faruk Tokat: Hocam modernistleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selman Nedvî Hoca: Onlar ictihad alanına dalmak istiyorlar. Şaz görüşleri alarak cumhur-i fukahâya muhalif bir tavır içine giriyorlar. Fetva, re'y ve ictihad ehli olmadıkları halde İslam ümmetinin önüne geçmek istiyorlar.

Talha Hakan Alp: Bize ne tavsiye edersiniz?

Selman Nedvî Hoca: Klasik medreseler ulûm-i asriyyeyi ihmal etmemeli, talebelerin yeni araştırma ve çalışmalardan istifade etmesine engel olmamalı ve farklı ilimleri usûlüne uygun vermelidir. Öncelikle talebelerin Arapçayı çok iyi derecede öğrenmeleri sağlanmalıdır. Talebenin Arapçaya hâkim olması ve Arapça düşünmesi gerekir. Allah'ın kitabını doğrudan anlayabilmek için talebenin cahiliye dönemi ve islâm edebiyatını da bilmesi gerekir. Dolayısıyla bu, İslâm medresesinin en temel gereklerinden biridir.

Daha sonra talebe, Kur’ân-ı Kerim'i incelemeli, yani Kur’an metnini tedebbür etmeli, İbn Kesîr, Şevkânî ve benzerlerinin tefsirleri gibi, rivâyetlerde hassas olan, sahih, hasen ve zayıf hadisleri temyiz eden, ulemâ nezdinde muteber kabul edilip isrâiliyyât ve uydurma rivayetler içermeyen tefsirleri okumalıdır.

Talebeler, me’sûr ve makûlü yani re’y ve rivâyet ehlinin kitaplarını incelemeli anlamaya çalışmalıdır. Eşzamanlı olarak, Hz. Rasûlullâh (s.a.v)'in sünnetini çalışmalı ve ana metinler üzerinde yoğunlaşmalıdır. Çünkü kavlî, amelî, takrirî ve tahrîrî sünnetler ve hadisler Kur’ân manalarının tercümanıdır… Allah Tebârake ve Te‘âlâ'nın kitabının tefsîridir.

Çoğunlukla, öğrenci Sahîhu'l-Buhârî'nin Kitâbü't-Tefsîr bölümüne geldiğinde Kur’ân-ı Kerîm'in tefsirinin bundan ibaret olduğunu zanneder. Hâlbuki el-Buhârî'deki mezkur bölüm, bazı kelimelerin ve sebeb-i nüzûllerin açıklamasını içeren küçücük ve dağınık tefsir parçacıklarıdır. Yani buradaki tefsir Kur’ân-ı Kerîm'in manalarını açıklamaya yetmez. Zira el-İmâm el-Muhaddis el-Buhârî, Kitâbü't-Tefsîr bölümünü, bir âyetle doğrudan irtibatlı rivâyetleri toplamak için eserine koymuştur. Öyleyse talebe, temel hadis kitaplarını başlangıcından itibaren, meselâ Kitâbü't-Tahâra'den veya Bâbü'l-Vahy'den ya da Kitâbü'l-‘İlm'den başlayarak, Allah'ın kitabının tefsîri olarak okumalıdır. Sözgelimi, elli veya yüz sayfadan oluşan Kitâbü't-Tahâra'yı okurken bütün bu elli ya da yüz sayfalık bölümü "Ve elbiseni temizle." (Muddessir 4), " Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz." (Mâide, 6), " Allah tövbe ile kendisine dönenleri sever, temizlenenleri de sever" (Bakara, 222) âyetlerinin tefsiri olarak okumalıdır. Bir sayfaya sığabilecek olan bu âyetler, hadis kitaplarında yüz sayfada tefsir edilir. Fıkıh kitaplarına baktığınızda et-Tahâra (Temizlik) konularının, mezkûr âyetlerin tefsiri olarak yüzlerce sayfada ele alındığını görürsünüz. Aynı şekilde, Kitâbu's-Salâh, Kitâbu'z-Zekâh, Kitâbu'l- Hacc, Kitâbu'n-Nikâh şeklindeki hadis konuları hadis metinleridir ve ulûm-i şer‘iyye talebesi bunları öncelikle aynı konudaki âyetlerle karşılaştırmalı ve Kur’ân-ı Kerîm'i bu hadîs-i şeriflerden hareketle ve Arap dilinin imkânlarını kullanarak anlamaya çalışmalıdır. Yani Kur’ân-ı Kerîm'i anlamak için Arap dilini bilmek, anlama eylemini sünnetin ve hadisin ışığında yapmak, sahâbe hadislerini, mevkûf hadisleri ve maktu‘ hadisleri bilmek gerekir. Bundan sonra talebe fıkha geçer ve İslâm fıkhını, fıkıh metinlerini hadislerle karşılaştırarak fıkhı okur ve böylece fıkhı hadise değil; hadisi fıkha hâkim ve belirleyici kılar.

Bizde genelde fıkıh, tartışılmaz bir asıl gibi okutulur. Fıkha en ufak bir ilmî muhalefet haram görülür. Fıkıh eşittir din kabul edilir. Bu doğru bir yöntem değildir. İki temel kaynak, Kur‘ân ve Sünnet olduğuna göre fıkıh mutlak sûrette sünnet-i mutahharaya ve hadîs-i nebevîye tâbi olmalıdır. Yani talebe, Hanefî Fıkhı'nın veya Şâfiî Fıkhı'nın veya Mâlikî Fıkhı'nın ya da Hanbelî Fıkhı'nın delillerini araştırabilmeli, dört mezhep arasında mukâraneve mezheplerin farklı görüşleri arasında tercih yapabilmelidir. Burada mezhebe tâbî olmak veya mezhep öncülerinin erdemli insanlardan oluştuğu vb. esaslar değil;  mezhebin o görüşünün delillere müstenid olması belirleyici olmalıdır. Sözgelimi bir mezhepte sahih ve hasen hadislere muhalif bir görüş varsa ve bu görüşün zayıf hadislerden başka bir dayanağı yoksa o görüş yani o cüzî mesele terk edilir. Şüphesiz bu sözlerimizin muhatabı avam/sıradan insanlar değildir. Bunlar avamın/her insanın yapabileceği işler değildir. Çünkü avam Arapça bilmez, değerli olanla değersiz olanın arasını ayıramaz.

Diğer taraftan bugün hoca ve talebelerin birçoğu sahih ve sahih olmayan rivayetlerin arasını ayıramamaktadır. Çünkü hadîs ve tefsir ilimlerinde yetkin değiller. Bununla birlikte yeni yeni böyle bir çabanın içine girdikleri de söylenebilir.

Bütün bu hususlarda tecrübeli ve mesele bazında dahi olsa ictihad edebilecek düzeyde şerî ilimleri tahsil etmiş âlimlere müracaat edilmelidir. İctihadın tecezzüye açık olduğu malum ve müttefekun aleyh bir husustur. Yani mutlak ictihadın mutlak ictihad, münteseb ictihad, mezhepte ictihad ve herhangi bir meselede ictihad gibi farklı dereceleri vardır ve günümüz âlimlerinin büyük bir kısmı meselede müctehiddirler ve bu derecedeki ictihadı yapma yeterliliğine sahiptirler. Eğer bir kimse kitaplardaki delilleri toplayıp inceleyebiliyorsa, üzerinde düşünebiliyorsa, yani böyle bir güç ve kapasiteyi taşıyorsa ve meseleleri birbirinden ayırma ve anlama kabiliyeti varsa bu kişi hükmî bir neticeye ulaşabilir. Sözgelimi ben, Dr. Yusuf el-Karadâvî'nin cüziyyât ve mesâilde müctehid olduğunu düşünüyorum.  Fikhü'z-Zekât adlı eserinde konuyu kapsamlı ve dakik bir şekilde ele almıştır. Kitabın içinde bazı hatalar olmakla birlikte icithadlar isabetli olabileceği gibi yanlış da olabilir. İctihad eden her iki durumda da ecir alır.

Ömer Faruk Tokat: Şeyh Karadâvî'den söz açılmışken size de soralım. Belki biliyorsunuz. Şeyh Karadâvî İslâm Fıkhının %93lük bir bölümünün müteğayyirâttan (değişebilir hükümlerden) oluştuğunu iddia ediyor.  Siz bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selman Nedvî Hoca: Yani, Dr. Karadâvî böyle bir yaklaşım izhar etmiş. Neden böyle bir şey söylediğini kendisi bilir. Ben doğrusu bu konuya ilişkin kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü bütün cüziyyâtı tetkik etmedim. Bu yüzden %7, %93 gibi kesin bir sınırlama yapamam. Doğrusu böyle bir tespit yapmak yani bunu belirlemek zordur. Ancak sâbitelerin/değişmez hükümlerin yanında müteğayyirât da vardır. Sâbitelerin çoğu islâm Akâidi ve üzerinde icmâ oluşmuş konularla ilgilidir.  Yani karşı çıkılması mümkün olmayan icmâî meseleler ve katî nasslara müstenid hükümler bizim sâbitelerimizdir. Bunların dışında kalanlar ise değişebilirler ve ictihadlar alanına girer. Müteğayyirât demek ictihâde mebnî mesâil demektir. İctihad yapılabilen her meselede ihtilaf câizdir. Çünkü müctehidler belirli bir cüzî meseleye ilişkin bir yaklaşımı kabul etmek zorunda değildir.  Yani bir yerde ictihad câizse orada ihtilaf da câizdir. Çünkü katî nasslara muhalefet mümkün değildir. Mesela "Miras konusunda, Allah çocuklarınız hakkında şöyle emreder: Erkeğin hakkı, kadının hissesinin iki mislidir. Şayet kadınların sayısı ikiden fazla ise onlar terikenin üçte ikisini alırlar. Eğer kız evlat tek ise terikenin yarısını alır." (Nisâ, 11) bir nasstır. Âyetteki hüküm nassa müsteniddir.

Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın kitâbındaki katî nasslarla veya mütevâtir hadislerle sâbit olan hükümler ya da namaz ve orucun rükünleri vb. konularda olduğu gibi ulemânın ihtilaf etmediği, icmaya müstenid durumlarda ictihada kesinlikle yer yoktur. Ancak dört mezhep ulemâsının ve diğer ulemânın ictihadının ürünü olan ihtilaflı meseleler müteğiyyirat alanını oluşturur.

Ömer Faruk Tokat: Bazı akademisyenler nassları kabul etmekle birlikte onların tarihsel olup belirli bir toplum, zaman ve çevreye hitabettiğini ileri sürüyor.

Selman Nedvî Hoca: Yani nassların o zaman mevcut ihtiyaçlara ve o toplumdaki zorunluluklara göre indiğini dolayısıyla ortamın, zamanın ve ihtiyaçların değişmesiyle hükümlerin de değişebileceğini söylüyorlar. Doğrusu, katî nasslara ve icmaya müstenid konularda bu tür sözler söylemek câiz değildir. Çünkü cumhûra muhalefet, bazen insanı dinden çıkaran bir sapmadır. Allah Teâlâ "Kim de doğru, apaçık belli olduktan sonra peygambere muhalefette bulunur ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu gittiği o yolda bırakır ve kendisini cehenneme boylatırız ki, o ne kötü gidiştir!" (Nisâ, 115), buyurmuştur ve âlimler bu âyetin icmâya delâlet etitğini kabul etmiştir. Dolayısıyla insan müminlerin yolundan başka bir yola tabi olursa " onu gittiği o yolda bırakır ve kendisini cehenneme boylatırız ki, o ne kötü gidiştir!" (Nisâ, 115) Yani kim yoldan saparsa cehenneme sapmıştır. Bu tür sapmalar ve sapkın görüşler temelsizdir.

Bu sözlere itibar edilecek olsa islâm şeriatı, dinde diledikleri gibi tasarrufta bulunan ve ictihadın hakikatinden bîhaber sahte müctehidlerin elinde bir oyuncak olur ve şeriat, şeriat olmaktan çıkar... Parlamentoların ve millet meclislerinin diledikleri gibi tasarrufta bulunduğu beşerî/pozitif hukuk sistemlerinden farkı kalmaz. Dolayısıyla bu tür (modernist) görüşler merdud, sapkın ve saptırıcıdır.

Ömer Faruk Tokat: Değerli üstad Abdülfettâh Ebû Ğudde (rh. a) ile olan irtibatınızdan sözedebilir misiniz?

Selman Nedvî Hoca: Nedvetü'l-Ulemâ'da iken Abdülfettâh Ebû Ğudde (rh.a)'i hep duyardım. Kendisi özelde Leknev ve Nedvetü'l-Ulemâ'yı genelde ise hindistan'ı defalarca ziyaret etmişti. Öteden beri kendisinden kişisel olarak istifade etmek istiyordum.  Bu yüzden Riyâd'a gittim. Yani Riyad'a yalnızca üniversite bitirmek için değil; aynı zamanda Şeyh Abdü'l-Fettâh Ebû Ğudde'den istifade etmek için gitmiştim. Kendisi o zaman Riyad'da Usûlü'd-Dîn fakültesinde hocaydı ve bize ulûmü'l-hadisle ilgili olan Mukaddimetü İbnü's-Salâh'ı okutuyordu.  Ben bir taraftan kendisinden bu kitabı okurken diğer taraftan hocanın evinde el-Edebü'l-Müfred'i okudum. Her Pazar günü evinde el-Edebü'l-Müfred'i okutuyordu. Hocanın bazı arkadaşları ve sevenleri de bu derslere katılırdı. Hoca beni sevmiş; ben de hocayı sevmiştim. Aramızda çok sağlam bir irtibat oluştu. Hatta mastır tez konumu kendisi belirledi ve dedi ki: "Bu konuyu birçok talebeye teklif ettim ancak üzerine düşmediler ve hazırlamadılar. Şimdi "Tehzîbü't-Tehzîbdeki Cerh ve Tadil Kavramları Üzerine Bir Çalışma" başlıklı bu konuyu sana teklif ediyorum."  Tehzîbü't-Tehzîb'i kapsamlı ve tafsilatlı olduğu için seçmişti. Allah'a hamdolsun, hocanın teklifini kabul edip çalışmaya başladım ve bir buçuk senede tezi el-imtiyâz/takdir derecesiyle tamamladım. Hoca çalışmayı ve bu âciz şahsiyeti methederek dedi ki: "Ben bu konuyu birçok kişiye önerdim ancak zorluğundan dolayı kabul etmediler. Ancak Selman kabul etti ve kısa bir sürede bitirdi" Abdülfettâh Ebû Ğudde (rh.a)'in hocası Mısırlı el-Üstâz el-Bahîrî bana …

M. Fatih Kaya: O da katıldı mı sizin tez münakaşanıza?

Selman Nedvî Hoca: Evet münâkaşaya katilan iki hocadan biriydi. Diğer ise Ahmed Ma‘bed idi. el-Bahîrî hoca, "Bu tezi ne kadar bir sürede tamamladın?" dedi. Ben, "birbuçuk senede" deyince, "Çok ilginç. Ben bu risâlenin ancak dört yılda hazırlanabileceğini düşünmüştüm. Bir buçuk senede nasıl bitirdin?" dedi.

Daha sonra Abdülfettâh Ebû Ğudde (rh.a), aynı konuyu doktora seviyesinde de çalışarak tamamlamamı istedi. Ancak o zamanki fakülte dekanı Şeyh Abdülkerim el-Lâhî bu konunun çalışılmasını istemedi ve kabul etmedi. Bunun üzerine Ebû Ğudde hocayla dekanın arasında benim yüzümden tartışma çıktı. Uzun bir süre bekledikten sonra konuyu "Hint Muhaddisleri" olarak değiştirmek istedim fakat Ebû Ğudde hoca karşı çıkarak "hayır, mutlaka bu konuyu çalışmalısın" dedi. Dekan kabul etmeyince arada kalıp probleme sebep olmak istemedim ve Hindistan'a döndüm. Ebû Ğudde hoca beni çağırıyor ve aynı konuyu çalışmamı istiyordu. Nedvetü'l-Ulemâ'ya döndüğümde orada ders vermeye başlamıştım ve Dâru'l-Ulûm'da ve Şebâbü'l-İslâm teşkilatında muhtelif faaliyetlerle meşgul oluyordum. Bütün zamanım doluydu. Bu çalışmayı yapacak zamanım yoktu.  Master seviyesindeki bu çalışma bir süre öyle kaldı. Daha sonra Âdil el-Yemânî adlı çalışkan ve değerli bir öğrenciyi bu çalışmayı tamamlamakla görevlendirdim. Bu genç, Nedvetü'l-Ulemâ'da eğitim gördü ve benden Sünenü't-Tirmizî okudu. Tehzîbü't-Tehzîb'in üç cildini master tezi olarak çalıştı. Şimdi geriye kalan altı cilt üzerinde çalışıyor. İnşallah yakında tamamlayacak ve yaptığı çalışma Dimeşk'te basılacak.

Abdülfettâh Ebû Ğudde hocayla aramızdaki ilişki, hoca-talebe, şeyh-mürit ve dost ilişkisiydi. Şüphesiz şeyhim, yetiştiricim ve üstâdımdır. Allah Teâlâ ona rahmet etsin.

M. Fatih Kaya: Ebû Ğudde hocayı kendi dönemindeki hocalarla karşılaştırırsanız…

Selman Nedvî Hoca: Keskin zekâlı ve ilminde mütkin bir zat idi. Ulûmü'l-Hadisle ilgili her şey ezberindeydi. Ulûmü'l-Hadisin inceliklerini biliyor, bu ilimle ilgili yeni tespitler yapıyor ve ince noktaları yakalıyordu. Her sözcüğün zaptını dakik ve muhkem olarak yapardı. Bu sahada gerçekten yed-i tûlâ sahibi idi. Muhtelif ilimlere vakıf idi. Edîb, nahivci, muhaddis, fakih, usûlcü, düşünür, davetçi ve Şam İhvanü'l-Müslimîn'inin mürşidi idi. İlimle İslâm terbiye ve tezkiyesini, takvayı kendisinde cemetmişti. Bütün bu vasıfları kendisinde cemeden âlimlerin sayısı çok azdır.

Talha Hakan Alp: Abdülfettâh Ebû Ğudde (rh.a) hocanın sûfî tarikatlarla irtibatı var mıydı?

Selman Nedvî Hoca: o, mizaç ve zihniyet olarak sûfî bir insan olmakla birlikte herhangi bir şeyhe ya da tarikata bağlı olup olmadığını bilmiyorum. Bize böyle bir şeyden sözetmedi. Fakat o, sâlih sûfîlere has güzel hasletleri, sâlih amelleri, zühdü ve takvası çok yoğun biriydi. Arınmış tasavvuf, onun şahsiyetinde temessül etmişti.

M. Fatih Kaya: Şeyh Mabed Abdülkerim aslen Mısırlı mıydı?

Selman Nedvî Hoca: Evet, Mısırlıydı.

M. Fatih Kaya: Hayli yaşlanmış olmalı.

Selman Nedvî Hoca: O zaman yaşlıydı. Uzun süredir görüşmedim.

Talha Hakan Alp: Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî ile alâkanız nasıldı?

Selman Nedvî Hoca: Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî benim dedemdir. Annemin amcasıdır. Onun kucağında yetiştim.

Talha Hakan Alp: Bir âlim, bir mürşid, bir eğitimci ve bir davetçi olarak Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî…

Selman Nedvî Hoca: Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî (rh. a), muhtelif ilimlere, Arap dili ve edebiyatına, tefsir ve Kurân ilimlerine vâkıf bir insandı. O zaman ilmî çevrelerde çok meşhur ve tanıdık olan, Kur’ân müfessiri Şeyh Ahmed Ali el-Lâhôrî'den okumuştu. Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî Şeyh Ahmed Ali el-Lâhôrî'den tefsir ve Huccetüllâhi'l-Bâliğa okudu. Nedvî hoca, Kur’ân-ı Kerim'e vâkıf olduğu halde bir Kur’ân tefsiri yazmadı. Şayet bir tefsir yazmış olsaydı şüphesiz önemli bir tefsir olurdu. O daha çok fikriyatla meşgul oldu. O düşünür ve tarihçi bir âlimdi. Hadis üzerine çalışması olmamakla birlikte hadîs-i şerîf sahasında hocalar hocası kabul edilen Şeyh Haydar Hasan Halid'den ve Dyobend'deki Ahmed el-Medenî'den hadis eğitimi aldı. Onun en çok önem verdiği ilimler Kur’ân-ı Kerîm, İslâmî edebiyat, İslâm düşüncesi, târih ve İslâm davetidir. O bu alanlarda mütehassıstı. Zaten eserlerinde de onun bu çok yönlülüğü net olarak gözükür. O vâiz, hatırlatıcı, davetçi, hatip ve düşünür olarak İslâm âlemini dolaşırdı.

Hindistan'daki faaliyetlerine gelirsek, et-Ta‘lîmü'd-Dînî (Dînî Eğitim) Komisyonu ve Müslümanlar İçin Ahvâl-i Şahsıyye Komisyonu'nun başkanıydı. Bu ikincisi Hindistan'daki farklı mezheb, meşrep ve mesleklerden tüm cemaatlerin, örgütlerin ve kurumların katıldığı bir komisyondur. Bu birleştirici, şemsiye teşkilatın başkanıydı. Aynı Nedvetü'l-Ulemâ başta olmak üzere birçok ilmî akademinin ve enstitünün başkanlığını yapıyordu.

Hakikaten Nedvî hoca, hayatının son zamanlarında Hint Alt Kıtası ve İslâm âleminde âlimler ve avam için bir otorite olmuştu.

Ömer Faruk Tokat: Bildiğimiz kadarıyla Nedvetü'l-Ulemâ kurulurken geleneksel medreselerle üniversiteleri birleştiren bir eğitim programını uygulamayı hedeflemiştir. Bu doğru mu?

Selman Nedvî Hoca: Önce Nedvetü'l-Ulemâ Hareketi kuruldu daha sonra da Dâru'l-Ulûm. Nedvetü'l-Ulemâ (diğer adıyla Meclisü'l-Ulemâ) kurulduğunda bu harekete bütün cemaatlerin, grupların ve mezheplerin âlimleri katıldı. Hareketin içinde Hanefî ve Şâfiî mezhepleri âlimleri, Ehl-i Hadis âlimleri, Birelvî ve Diyobend âlimleri vardı. Hepsi bu islâmî hareketin içinde toplanmışlardı. Hareket kurulurken farklı cemaat ve mezhepleri sahada birleştirmeyi hedefledi. Çünkü o günlerde mezhep, grup ve sınıf çatışmaları çok yoğundu. Bu sebeple hareket, cemaatler arasındaki bu çatlağı tamir etmek istiyordu. Bu, Nedvetü'l-Ulemâ'nın bir tarafı.

Diğer taraftan Nedvetü'l-Ulemâ, islâmî medreselerdeki eğitim programlarını ıslah etmek ve modern islâmî üniversite ve okullarla arasındaki uçurumu kapatmak için kurulmuştur. Yani hareket, modern bilimleri de kendi programına katacak bir metot hedeflemiştir.

Üçüncü bir husus, Nedvetü'l-Ulemâ, Arapçayı klasik ve antik bir dil olduğu kadar yaşayan bir dil olarak da öğretmeyi hedeflemişti. Talebeler bu dille konuşmalı, yazmalı ve basın dili olarak kullanmalıydı. Nedvetü'l-Ulemâ bu hedefine ulaştı. Harekete bağlı olan Dâru'l-Ulûm, el-Ba‘sü'l-İslâmî ve er-Râid dergilerini çıkardı. O zamanlar Arapça dergi sayısı çok azdı. Sadece Mısır'da birkaç dergi ve gazete çıkıyordu. Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde bir basın-yayın hareketi yoktu. Bu yüzden Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Kuveyt'teki insanlar el-Ba‘sü'l-İslâmî dergisinin yeni sayısını sabırsızlıkla beklerdi. Bu ülkelerdeki âlimler bu dergiyi insanlara dağıtıyordu. Dergi bu derece insanların ilgisine mazhar olmuştu. Basın o zaman da çok güçlüydü. el-Ba‘sü'l-İslâmî dergisi de gücünü göstermiş ve Arap milliyetçiliğine şiddetle karşı koymuştu. O kadar ki Hindistan'daki ajanlar derginin müdürü Üstad Muhammed Hasenî (rh.a)'i sürekli takip ediyordu. Mısır elçiliği Hindistan hükümetinden dergiyi kapatmasını istedi. Çünkü Mısır Arap milliyetçiliğinin merkeziydi.

Nedvetü'l-Ulemâ'nın bir diğer hedefi de toplumu islah etmek ve Müslümanlara Hinduizm'den  bulaşan âdet ve uygulamaları ortadan kaldırmaktı.

Talha Hakan Alp: Diyobendîlerle ilişkiler nasıldı?

Selman Nedvî Hoca: Diyobendîler başlangıçta Nedveti'l-Ulemâ'yı modern üniversite akımına kapılmış modernist bir hareket olarak görüyordu. Yani böyle zannediyorlardı. Bu yüzden harekete uzaktılar. Ama sonraları, özellikle Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî (rh. a) döneminde yaklaştılar. Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî Diyobend'in ve Diyobend'e bağlı diğer medreselerin şûrâ meclisi üyesidir.

Nedvî hoca, Câmi‘atü Diyobend ile Câmi‘atü Nedvetü'l-Ulemâ arasındaki buzları eritmişti. Öyle ki bu iki kurum kardeş olmuştu. O zamandan beri bu iki yapı arasında bazı müfredat ve yöntem farklılıkları dışında herhangi bir ayrılık yoktur.

M. Fatih Kaya: Altkıta'da Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî ve Şeyh Binnûri kuşağından yani onların çapında kimse kaldı mı?

Selman Nedvî Hoca: Onların çapında olduğunu söyleyememekle birlikte, onların yöntemiyle yürüyen sağlam ve iyi hocaların var olduğunu söyleyebiliriz. Ancak dediğimiz gibi o seviyede değil. Bu seviyeye ulaşmak kolay değildir. Bu seviyedeki şahsiyetler asırda bir geliyor.

M. Fatih Kaya: Mesela bugün Altkıta'da islâmî konular ve fetvâlarla ilgili bir otorite olarak kime başvurabiliriz.

Selman Nedvî Hoca: Böyle bir tek şahıstan sözedemeyiz ancak orada İslam Fıkıh Konseyi var. Güvenilir sağlam bir kurum. Buraya 250 âlim aktif katılımda bulunuyor. Her yıl bir sempozyum düzenleyerek yıl boyunca kendilerine arzedilen muhtelif meselelerin ve modern durumların müzakeresini yapıyorlar. Modern durumların İslam fıkhındaki yerini tartışıp fetvalarını yayınlıyorlar.

Talha Hakan Alp: Bu konseyde Diyobendîler de var mı?

Selman Nedvî Hoca: Tabii ki… Çoğunluğu Diyobendîler oluşturuyor.  İslâm Fıkhı Konseyini Eş-Şeyh Mücâhidü'l-İslâm kurmuştur. Vefat etti… Allah rahmet etsin. Yerine eş-Şeyh Halid er-Rahmânî'yi bıraktı. Halid er-Rahmânî ile birlikte müftü ve fukahâdan oluşan bir konsey.

Talha Hakan Alp: Diyobend medreselerinin daha ziyade davet alanında temâyüz etmiş Nedvetü'l-Ulemâ'dan ilim ve araştırma açısından daha ileri olduğu söyleniyor.

Selman Nedvî Hoca: Eskiden yani yaklaşık yirmi sene öncesine kadar böyleydi. Yani daha ziyade Arap dili, tarih ve siyer-i nebî'ye önem verilirdi. Tefsir, hadis ve fıkıhta tahassus yapan azdı. Ancak bu son 20 yılda büyük değişiklikler oldu. Nedvetü'l-Ulemâ, Diyobend'den daha çok ilmî araştırma çıkardı. Öğrencilerin el-fadile (master) seviyesinin son senesinde tefsir, hadis ve fıkıh sahalarında önemli tezler yaptılar.

Talha Hakan Alp: Türkçe dergilerin birinde okumuştum. Ebu'l-Hasen Ali en-Nedvî hoca, Müceddidî Tarikatı'na müntesip olduğunu söylüyordu.

Selman Nedvî Hoca: Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedvî Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da‘ve adlı kitabının bir cildini el-İmâm es-Serhendî'ye, bir cildini de el-İmam Veliyyullah ed-Dihlevî'ye tahsis etmiştir. Metottan bahsederken "Veliyyullah ed-Dihlevî'nin metodu, metodumuzdur" derdi. El-İmâm es-Serhendî (rh.a.) dörtbaşı mamur bir yöntem ortaya koymamıştı aksine o bütün gayretini Ekber Şah döneminde ortaya çıkan itikâdî sapmalara karşı mücadeleye sarfetmişti. Bütün gayreti buydu. el-İmam es-Serhendî'nin hayatı, Son Peygamber'in yoluna hizmet etmek ve Ekber Şah ve adamlarının ürettiği yeni dinin sebeb olduğu irtidat faaliyetlerine karşı direnmekle geçti.

el-İmam ed-Dihlevî'ye gelince, o islâmî ilimlerin müceddidi idi. Kur’ân-ı Kerîm'i tercüme etmiş, hadîs-i şeriflere şerh çalışmaları yapmış ve islâm akîdesiyle ilgili eserler vermiştir. Huccetüllâhi'l-Bâliğa fî Esrâri'ş-Şeri‘ati'l-İslâmiyye ve Sâlihihâ'yı telif etmiştir.

Veliyyullah ed-Dihlevî, bir ilim devidir; el-İmâm es-Serhendî ise sancılı bir kriz döneminde ümmeti ıslah eden bir tasavvuf devidir. Dolayısıyla aralarında büyük fark vardır. Alt kıtadaki bütün islâm medreseleri el-İmam ed-Dihlevî'ye müntesiptir.

Talha Hakan Alp: İlmî bir intisaptan mı sözediyorsunuz?

Selman Nedvî Hoca: ilmî ve tasavvufî intisap.

Talha Hakan Alp: Yani el-İmam Veliyyullah ed-Dihlevî de sûfî bir zattı.

Selman Nedvî Hoca: Tabii ki… Tasavvufla ilgili derin yazıları vardır.

Talha Hakan Alp: Yani postnişin sahibi miydi? Şeyh ve mürşid miydi?

Selman Nedvî Hoca: Evet büyük bir mürşid idi.

Talha Hakan Alp: Mücedddidî tarikatına mı müntesipti?

Selman Nedvî Hoca: Hayır, Nakşibendî idi.

Talha Hakan Alp: Şu an Hindistan'da Müceddidîler var mı?

Selman Nedvî Hoca: Hayır… el-İmâm es-Serhendî'ye müntesip pek kimse kalmadı. Bununla birlikte hemen her âlim el-İmâm es-Serhendî'ye müntesiptir. Kimse onun büyüklüğünü tartışmaz. Herkes onun yaptığı hizmetin büyüklüğünü takdir eder ve onu müceddid kabul eder. Ancak tasavvufî tarikat bağlamında müceddidî diyebileceğimiz önemli bir şahsiyet, büyük ve değerli şeyh Yakub el-Müceddidî'nin oğlu Şeyh Saîd el-Müceddidî'dir. Kendisi Bubal şehrindedir. Dâru'l-Ulûm Tâcu'l-Mesâcid'in başkanıdır. Son zamanlarda şöhreti hayli yükselmiştir. Çünkü babası Şeyh Yakub el-Müceddidî büyük bir şeyhti.

M. Fatih Kaya: el-İmâm es-Serhendî'nin kitaplarıyla meşgul olan birinden âlemin kayyumiyeti düşüncesini dinlemiştim.

Selman Nedvî Hoca: Ulemâ bu tür yaklaşımları kabul etmemiş, bu konulara dalmamış ve meşgul olmamıştır.

M. Fatih Kaya: Mektûbat'ta da bu tür şeyler var.

Selman Nedvî Hoca: el-İmâm es-Serhendî'nin Mektubatı'nı uzun uzadıya tetabbu etmedim. Bu tür konularla meşgul olmamak gerekir. Çünkü bunlar zihinleri karıştırır. Açık ve net olan Kitap ve Sünnet yoluna ve ümmetin icmâına tâbi olunmalıdır.  Bu tarz konuları Merakeşli ya da Endonezyalı bir âlime arzettiğimde şaşırıyorlar… Bu tarz konulara girmek yerine dinin maruf ve açık olan hususları anlatılmalıdır.

Ömer Faruk Tokat: Ümmetin ciddi bir kriz, bir sarsıntı yaşadığı, hilâfetin zayıfladığı ve emperyalist kuşatmanın yaşandığı o sancılı dönem olan 19. Yüzyılda Altkıta'da geleneksel ilmî medreselerin, hadis konusunda mütehassıs âlimlerin ve bir ilmî hareketliliğin başka hiçbir bölgede olmadığı kadar yoğun olduğunu görüyoruz. Altkıta Müslümanlarının bu ayrıcalığının sebebi nedir?

Selman Nedvî Hoca: Allah'a hamdolsun Hind Altkıtası bu yönüyle temeyyüz etti. Özellikle Abdülhak el-Muhaddis ed-Dihlevî'den ve el-İmam Veliyyullah ed-Dihlevî'den sonra âlimler İslâmî ilimlerin kaynakları, kitab ve sünnet üzerine yoğunlaştılar. Kütüb-i sitte bütün medreselerde okutulmaya başlandı. Kütüb-i sittenin medreselerde okutulması ulemâ ve talebe-i ulûma asâlet ve ihlâs verdi. Âlimler el-İmam ed-Dihlevî'nin hareketinden çok istifade etti. Dihlevî hareketi yönlendirici bir hareketti. İngilizlerin başkenti işgaliyle Hindistan'ın dâru'l-harbe dönüştüğü fetvasını el-İmam ed-Dihlevî eş-Şeyh Abdülaziz vermiştir. O bu fetvayı verdikten sonra davet çalışmalarıyla meşhur, el-İmam eş-Şehid İrfan b. Ahmed'in direniş hareketi ve cihad başladı. Peşaver'de kısa ömürlü bir İslam devleti kuruldu. Çünkü devleti kuranlar, İngiliz işgaline karşı direnmek için önce Keşmir'e ardından Hindistan'a yöneleceklerdi. Ancak Malakot'a geldiklerinde karşılarında Sihleri buldular ve Sihlerle çıkan bu savaşta el-İmam eş-Şehid ve arakadaşı Şeyh İsmâil eş-Şehid şehit oldu ve bu hareket burada durdu ve bitti. Ancak bu direniş hareketi el-İmam Ahmed b. İrfan eş-Şehid'in halifeleriyle devam etti. Bu isimlerin hepsinin el-İmam ed-Dihlevî ile irtibatı vardır. Çünkü o el-İmam Veliyyullah ed-Dihlevî'nin oğlu Şeyh Abdülaziz ed-Dihlevî'nin halifesiydi. Yani el-İmam ed-Dihlevî hareketi, daha sonra el-İmâm eş-Şehîd'in hareketiyle, ardından da "İpek Mendiller Hareketi" diye adlandırılan Şeyh Mahmûd el-Hasen ed-Diyobendî hareketiyle devam etti. Bu harekete "İpek Mendiller Hareketi" deniliyordu. Çünkü hareket mensupları gizli haberleşme aracı olarak ipek mendilleri kullanıyordu. İpek mendillerin üzerine ancak sırrını bilenlerin okuyabileceği tarzda yazılar yazıyorlardı. Ancak bazı işbirlikçiler bu sırrı İngilizlere ifşa etmişti. Bunun üzerine Şeyh Mahmud Hasan ve Şeyh Ahmed el-Medenî tutuklanmıştı.

Ömer Faruk Tokat: Hocam, son olarak, bizim bir projemiz var. Muhammed Zahid el-Kevserî Projesi. Kevserî merhumun bütün eserlerini toplayoruz. Daha sonra bunları Arapça orijinal şekilleriyle ve Türkçe tercümeleriyle basacağız.

Selman Nedvî Hoca: Bu projeye ehemmiyet vermenizi ve en kısa zamanda bitirmenizi öneririm.  Çünkü zaman çok hızlı ilerliyor ama islâmî çalışmalar yavaş gidiyor.

Ömer Faruk Tokat: Kimileri Şeyh Zâhid el-Kevserî (rh. a)'i "geleneği kutsallaştırmak"la itham ediyor.

Selman Nedvî Hoca: Sübhanellah! İlmî ve kültürel mirasımız tabii ki kutsaldır. Bu birikime kayıtsız kalmak mümkün değildir. Bu birikime önem vermeliyiz. Ancak bunu mezhep taassubunun içine düşmeden ve farklı mezheplerden istifade ederek yapmalıyız.

Ömer Faruk Tokat: Hocam çok teşekkür ederiz.

Selman Nedvî Hoca: Ben teşekkür ederim. Cezâkumullâhü hayran.

 

Darulhikme

Röportaj Haberleri

Kudüs Tugayları Tulkarem Taburu Komutanı Al Mayadeen'e Röportaj Verdi
El-Menar TV Hizbullah'ın Topçu Birliğinde Görevli Subay ile Röportaj Yaptı
Hamas Lideri Abu Marzuk: Hamas Ve Hizbullah'ın Düşmanı Aynı
Hamas Operasyonun Gizli Belgeleri: Abdurrahman Dilipak Röportaj
Eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı: Türkiye'nin Garantörlüğü Çok Uygun Olur