Şener'den Erdoğan'a Gönderme

"AKP, soğuk savaş dönemi üslubuyla siyaset yapıyor" diyen Abdüllatif Şener, AK Parti'ye salvolarını sürdürdü. Erdoğan'a gönderme yapan Şener, için vazo ne zaman kırıldı?

Ülkenin öncelikleri mi önemli yoksa ülkeye zarar verse bile kendi öncelikleriniz mi?

Abdüllatif Şener, ülkenin menfaati için herkesin fedakarlık yapması gerektiğini söylüyor: "İlk adımı ben değil, öbürü atsın demeye başladığınız zaman, bu ülke adına hassasiyet taşımak olmaz. Kendi konumunla ilgili hesaplar yapmak olur. Ortada bir olay var. Siz ülkenin önceliklerine mi öncelik tanıyacaksınız, yoksa ülkeye zarar verse bile kendi önceliklerinize mi? Bu bir tercih meselesidir!"

AKP, 2002'de büyük bir başarı kazandı, 2007'de bunu daha da ileri götürdü. Halkta gelecek için iyi şeyler yapılacağına dair bir umut vardı. Pek çok aydın ve liberal demokrat da AKP'ye destek verdi. Ama son dönemde onlar da gidişatı eleştirmeye başladılar. Niye bu noktaya gelindi?

Ben olayı şöyle görüyorum; bu ülkenin çözüm üretme yeteneğini artırmak lazım. Çözüm üretme yeteneğinin artması demek, kollektif çalışma alışkanlıklarının, dayanışmanın gelişmesi demektir. Siyasetin eskiden yapılış biçimi farklıydı. Ben hatırlarım gençlik yıllarımdan, "Filan zehir gibi adamdır. Öyle zekidir ki, dünyanın bütün sorunlarını aklıyla çözer" diye inanılırdı. Veya ideolojiler vardı, herkes kendi ideolojisinin dünyanın tüm sorunlarını çözeceğine inanırdı. Veya herkes kendi partisinin tüm dertlere deva olacağına inanırdı. Troçki'nin ifadesiyle, 'Parti halk adına kararlar verir, parti organları parti adına kararlar verir, sonunda tek bir kişi tüm toplum adına hem düşünür, hem de kararlar alırdı.' Soğuk savaş döneminin yönetim yapısı böyleydi. İşte halen Türkiye'de olan bu.

Marks da, "Toplumsal varlık toplumsal bilinci etkiler" diyor. Yani oturduğunuz koltuk, makam sizi değiştirebilir demek istiyor. Başbakan Erdoğan için de böyle mi oldu acaba?

Bütün sorun soğuk savaş dönemi siyasi kültürünün Türkiye'de varlığını sürdürüyor olmasıdır. Burada şunu kastediyorum; sadece tek bir kişinin kararına veya bireysel akla güvenmeye dayalı bir yapı da değil bu. Bu yapı aynı zamanda karşılıklı kin ve nefret duygularına dayalı bir yapı. Vatandaşlar arasındaki birbirine karşı endişeler, kaygılar, sonunda dayanışma içerisinde olması gereken kurumlara yansıyor. Kurumların arasındaki gerginlikler sistemin çözüm üretme kabiliyetini ortadan kaldırıyor. Düşünün, bu ülkenin en hayati konusu tartışılıyor. O konu terör olabilir. Türkiye terörden çok acı çekmiştir ve bu beladan kurtarılması gerekir. Ama terörün hem askeri, hem güvenlik, hem siyasi, hem de ekonomik boyutu vardır. Çok boyutlu bir mücadeleyi gerektiren bir sorundur terör ve bizim de çözmemiz gereken en önemli sorunlardan biridir. Peki nasıl çözeceğiz? Bir masa etrafında beraber bir araya geliyorsunuz. O masanın etrafında siyaset var, diplomasi var, güvenlik var, istihbarat var. İçtenlikle tüm kurumlar birikimlerini, uzmanlıklarını, bilgilerini getirip masaya koyuyor, paylaşıyor. Güven duygusu içerisinde samimi bir çözüme doğru ulaşabiliyorlar mı, ulaşamıyorlar mı? Yoksa acaba birinin ayağı kaysa da ben avantaja geçsem diye mi düşünüyorlar? Veya bu güvensiz yapı, birbirine güvenmesi, inanması gereken bu ülkenin insanı ve kurumlarını, burada güçsüz kılmak için gözlerini dışarılarda gezdirmeye, içeride güç elde etmek için bazı işbirliği alanları oluşturmaya mı yönlendiriyor? Bunları tereddütle, kaygıyla izliyorum. Ve Türkiye'nin önemli bir coğrafyada olduğunu, önümüzdeki süreçte de kaygılarımızı artıracak önemli kritik dönemlerden geçeceğini düşünüyorum. Ve bu yapının ülkem adına sağlıklı bir yapı olmadığını düşünüyorum.

AKP, soğuk savaş dönemi üslubuyla siyaset yapıyor!

'Türkiye önümüzdeki dönemde kritik dönemeçlerden geçecek' diyorsunuz. Açar masınız?


Bir taraftan terör var, bir taraftan Ortadoğu karışık, bir taraftan Irak'ta olaylar devam ediyor. Amerika-İran gerginliği hangi noktaya taşınacak bilmiyoruz. Bir taraftan da gerek iç dinamikler, gerekse dünya konjonktürü itibariyle önemli ekonomik kırılganlıklar var. Tüm bunların içerisinde biz hâlâ birbirimize karşı güven duygularımızı zayıflatacak tavırlar ve siyaset tarzlarıyla yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.

Böyle giderse ne olur?

Aslında sivil toplum kuruluşları bir araya geldiler, gerginlik ortamının doğru olmadığını söylediler bir bildiriyle. "Herkes bu gerginliği ortadan kaldırmak için bir adım geri atsın" dediler. Bu doğru bir çağrıydı. Fakat bu doğru çağrıya tepki gösterilince, onlar da geri adım attılar, sanki yanlış bir şey söylemiş gibi. Oysa bu ülkede, ülke adına duyarlılık sahibi herkesin doğru şeyler söylemesi, doğru söylediği zaman da geri adım atmaması lazım.

Başbakan Erdoğan da, 'Ben yanlış yapmadım ki geri adım atayım' demişti...

Ben şöyle bakarım: Gerginlik var mı, var. Siyaset acımasızca birbirini eleştiriyor mu, eleştiriyor. Üniversitelerle siyaset, yargıyla siyaset ve devlet kurumları arasında bir güvensiz ortam var mı, var. Bunları da tespit ediyoruz. Bir olgu var, bir olay var, bunun ortadan kaldırılması gerekiyor. Böyle bir ortamda herkese görev düşer.

Peki ilk kime görev düşer?

Herkese düşer. İlk adımı ben değil, öbürü atsın demeye başladığınız zaman, bu ülke adına hassasiyet taşımak olmaz. Kendi konumunla ilgili hesaplar yapmak olur. Halbuki ben 'Bu ülkenin menfaati için herkes fedakarlık yapmalıdır' diye düşünüyorum. Ortada bir olay var. Siz, ülkenin önceliklerine mi öncelik tanıyacaksınız, yoksa ülkeye zarar verse bile kendi önceliklerinize mi? Bu bir tercih meselesidir. "Ben siyaset yapıyorum" dediği andan itibaren bir insan, "Ben toplumsal sorumluluğa talip oldum" demek istiyordur. Edirne'den Hakkari'ye milyonlarca insan, kendi geleceğini, ülkenin geleceğini daha iyi idare edeceğine inandığı partiye oy veriyor. Yanlış düşünebilirler, doğru düşünebilirler, ama duygularında bu vardır. Siyasetçiler de siyaseti, bu duyarlılığı kendi bireysel duyarlılıklarının da önüne koyarak yaparlarsa o zaman siyasi etiğe uygun davranmış olurlar. Benim 'siyasi etik' dediğim şey, toplumsal sorumluluğa sahip olma duygusu içerisinde siyaset yapmak demektir. Buna sahip olduğunuz zaman, bir söz yarışına, düellosuna girmezsiniz. 'Ne söylersem ülkeme faydalı olur ve ne söylersem oyum artsa bile ülkeme zarar veririm' diye düşünür, bunun acısını çekersiniz. Bunun acısını çekmeniz gerekir...

Nuray Mert, kutuplaşmayla ilgili olarak, "Vazo cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kırıldı. Gül'ün cumhurbaşkanlığı konusunda ısrar edilmeyecekti. Kutuplaşma iyice keskinleşti" diyor. Sizin için vazo ne zaman kırıldı? Neden siyasete ara verdiniz?

Ben her zaman, AK Parti kurulmadan önce de güven duygusunun önemli olduğunu söyledim. Toplumdaki tüm kesimlerin birbirine güven duyduğu, birbirinden emin olduğu, birbirinden rahatsız olmadığı bir ülkeyi inşa etmek, bu ülkeye yapılabilecek en büyük iyiliktir. Bunun sağlanması lazımdı. Bunun sağlanması için de önce soğuk savaş dönemine özgü siyaset üslubunu değiştirmek gerekirdi. Bu üslubu eline alan siyasi acımasız bir şekilde karşısındakileri eleştirir. Demokraside eleştiri vardır ama bu tarz eleştiride sadece eleştiri yoktur, aynı zamanda dinleyenlerin gönlüne ötekiler hakkında kin ve nefret duygusu ekme vardır. Ama ben görüyorum ki halen bu üslupla siyaset yapılıyor. İşin başından beridir böyle aslına bakarsanız. Bir ara AB süreciyle birlikte özellikle liberal, aydın çevrelerde olumlu beklentiler vardı. O sürecin tıkanmasıyla birlikte onlar da dikkatleri Türkiye'deki bu ayrışmaya yöneltmeye başladılar. Ve bu siyaset tarzı ve anlayışı sürekli olarak birike birike sonunda bugünkü noktaya geldi. Bugünkü noktada ne var derseniz, yüzde 47 oy almış bir iktidar partisi hakkında açılmış bir dava vardır. Ve iç-dış çok önemli gelişmeler olduğu bir ortamda da Türkiye'de siyasetin nasıl bir geleceğe sahip olduğu herkesin kafasında bir kaygı olarak yer almaktadır.

Şener için vazo ne zaman kırıldı?

Tam olarak yanıt vermediniz; vazo sizin için ne zaman kırıldı?

Benim için hiçbir şey hiçbir yerde kırılmadı. Bende kırılma diye bir şey yoktur.

Ama bir şeylerin birikimi var galiba?

Bunu içtenlikle söyleyecek olursam, ben baştan beri doğru duyguların ve algıların siyaseti şekillendirmesi gerektiğine inandım. Siyasetin de toplumdaki doğru duyguları ve algıları yeşertmesi gerektiğine inandım. Böyle gelişmedi. Ben bu toplumdaki herkese düşünce ve inanç farklılıklarına rağmen iyi mesajlar göndermeye çalıştım. Siyasi etiğe önem atfettim. Dürüstlüğü ön planda tuttum, kamu malını korumanın, vatandaşın emanet ettiği varlığı bir emanet olarak siyasetçinin de iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşündüm. 6-7 yıldır yaptığım her konuşmada, yaptığım her işte bu duyguların yeşermesi için çaba harcadım. Birlik ve beraberliğin, birbirinden emin olmanın düşlenmesini arzu ettim. Ama 22 Temmuz seçimlerine gelirken, onca çabama rağmen, büyük bir kutuplaşma içinde seçimlere girildiğini gördüm. Siyasette var olması gereken etik değerlerin bile seçmenin yönlendirilmesinde artık gözardı edildiği bir sürece girildiğini gördüm. Onca çabam içerisinde ben de sıradan listelerde yer alıp Meclis'e girseydim yeşertmeye çalıştığım duygular, düşünceler kaybolup gidecekti. "Ben aday değilim" demek suretiyle, o yerleştirmeye çalıştığım şeylere dikkat çekmeye çalıştım.

Daha çok şöyle yorumlar yapılıyor ama... Kimileri Sivas listesi hazırlanırken kırıldığınız için, kimileri de bugünlere gelineceğini tahmin ettiğiniz için aday olmadığınızı söylüyorlar. Bunlarda doğruluk payı yok mu?

Hayretler içerisinde kalıyorum. Demek ki bu ülkedeki değerlendirmeler hâlâ çok... (Duraksıyor)

Sığ mı?

Maalesef bu sözü kullanmayayım diyordum ama çok sığ. Hâlâ 'Bir insan nerede bulunursa bulunsun kendi menfaati için bir adım atar, kendi menfaati için bir şeyden vazgeçer' diye düşünüyor insanlar. Bunun haricinde hiçbir kurgu oluşturamıyorlar. Basının 22 Temmuz'dan beri sorduğu temel soru bu bana.

Net cevap yok o yüzden...

Net cevap var ama bu ülkede değer yargıları nasıl bozulmuş, bu bile bunu gösteriyor. Bir de "Cumhurbaşkanlığı hesabı yapıyor onun için" dediler... Ya da diyorlarki, "Bu süreçleri biliyordu. Onun için olmadı." Bu gibi senaryolar kuruluyor. Bunların hiçbir gerçeklik tarafı yok. Ben yıllardır siyaset yapmışım. Daha önce de kapatma davası açılan iki partinin milletvekili olarak Meclis'e girmişim ve ben Meclis'teyken kapatma kararı verilmiş. O süreçler devam ederken Meclis'te olmanın bir dezavantaj olmadığını çok yakından görmüş ve yaşamış bir insanım. Ayrıca şunu da biliyorum ki, Meclis'te olmamak, siyasetin oluşturduğu bütün formüllerin uzağında kalmak demektir. Meclis'te değilseniz siyasetin oluşturduğu hiçbir formüle yaklaşmazsınız. Ama şunu hiç düşünemiyor insanlar, bundan büyük rahatsızlık duyuyorum... Tertemiz, pırlanta gibi adayları koyuyorsunuz ilin birinden, oy alamıyorlar. Ama şaibelere bulaştığı artık ayyuka çıkmış insanlardan örülü bir liste koyduğunuz zaman bakıyorsunuz ki orada oylar patlıyor. Beni siyaset adına en fazla üzen konulardan biri bu. Ama bakıyorum hiç kimse buna üzülmüyor. Hiç kimse bunu bir sorun olarak görmüyor. Hiç kimse bu algılama biçiminin, bu toplumsal kültürün dönüştürülmesi gerektiğini, bunun için de mücadele edilmesi gerektiğini, bunun ülkenin en temel meselelerinden biri olduğunu düşünmüyor. Bunu düşündüğünüz zaman da yadırgıyorlar, gülüyorlar, "Yok bunun kendine göre bir hesabı vardır" diye...

Vatan

Politika Haberleri

HÜDA PAR'dan Bahçeli'nin çıkışına ilişkin ilk açıklama
HÜDA PAR'dan çok sert açıklama! İpini koparmış haysiyetsizler...
HÜDA PAR Milletvekilleri Meclis'te Şehid Heniyye ve Yahya Sinvar posterlerini açtı
HÜDA PAR'dan soykırım davası açıklaması: Gecikmiş de olsa önemli bir adım
"Ülkemde siyonist istemiyorum"