İsmail Duman/ Dünya Bülteni
"Tevhid Hareketi" ismini merhum Şeyh Said Şaban'dan hatırlıyoruz... Türkçeye çevrilmiş kitapları da bulunan Said Şaban, 90'lı yıllarda Türkiye'de çok konuşulan bir diğer Sünni âlim... Şeyh Şaban'ın ilmi yetkinliğini hareket anlamındaki kabiliyeti ile mezcetmesi, Tevhid Hareketi'nin Lübnan'ın kuzey bölgesinde kalan Trablus şehrinde etkin olmasına imkân sağlamış...
Babasının vefatından sonra hareketin başına oğlu Bilal Şaban geçmiş... Trablus, Lübnan'ın ikinci büyük şehri ve şehir düzeni açısından Beyrut'u aratmayacak kadar gelişmiş... Trablus'un girişinde, otobüsten indiğinizde karşınıza çıkan meydanda kocaman bir "Allah" ibaresi ile karşılaşıyorsunuz ve altında yazan ifade sizi daha da şaşırtıyor: "Trablus, Müslümanların kalesidir". Şaşırtıyor; zira, bölgede Hıristiyanların da var olduğunu her taraftaki kiliselerden rahatça anlayabiliyorsunuz... Bilal Şaban ile geçirdiğimiz 5-6 saatin sonunda daha iyi anlıyoruz ki; Tevhid Hareketi, toplumun tüm damarlarına nüfuz ederek, bölgedeki hâkimiyetini kurmuş. Şeyh Said Şaban zamanında ise, bu hâkimiyet çok daha güçlüymüş. Öyle ki, 1982-1985 yılları arasında Trablus'taki -askeri, siyasi, ticari vb.- tüm hâkimiyet, Tevhid Hareketi'nin elindeymiş.
Şeyh Bilal Şaban, olaylara hâkimiyeti, kıvrak zekâsı, güler yüzlü oluşu ve tevazusu ile tam bir Müslüman lider... Bölgedeki hâkimiyetlerine rağmen, her an çatışma halinin söz konusu olması hasebiyle, bir koruma ordusu ile gezdik Trablus sokaklarında. Tüm bu koruma önlemlerine rağmen, Bilal Şaban halktan biri... Aynı zamanda ticaret ile de uğraşan Şeyh Şaban, babasının imamlık yaptığı Osmanlı mimarisi Tevbe Camii'nin de imamlığını sürdürüyor. Camii çıkışında, civardaki esnafın kendisine olan ilgisine şahit olduğumuzda Tevhid Hareketi'nin ilk ilkesinin başarıyla yerine getirildiğini görmüş oluyoruz: "İslami Hareket, elitlerle değil halk kitleleri ile olur..."
İslami Hareket tecrübesi noktasında ciddi bir örneklik teşkil eden Tevhid Hareketi'nin bünyesinde belli başlı kurumlar bulunuyor. İlim sahibi şeyhlerden oluşan Çağrı ve İrşad Birimi, Gençler için programlar hazırlayan Eğitim Birimi, Kadınlar Komisyonu, İletişim Ofisi, Radyo Tevhid, -şimdilerde yayında olmayan; ama yakında tekrar yayınına başlayacak olan- "Hakkın Sesi" Gazetesi, Spor Komitesi, Siyasi Büroları, bunlardan bazıları... Camii merkezli hareketi önemseyen Tevhid Hareketi, geniş ufuklu insanların yetişmesine vesile olarak, ümmete ayrıca bir katkı daha sağlıyor...
İşte bu röportajımızda, Şeyh Bilal Şaban ile hem Tevhid Hareketi'ni hem de ülkelerindeki ve bölgedeki diğer gelişmeleri masaya yatırdık. Bizler için gayet verimli geçen bu söyleşinin, İslam ümmeti için yeni düşünce ufukları açmasını temenni ediyoruz:
Müsaadenizle, Tevhid Hareketi'ni tanıyarak başlayalım söyleşimize... Kısaca, Tevhid Hareketi'nin oluşum sürecinden ve şimdi geldiği noktadan bahsedebilir misiniz bizlere?
İslami Tevhid Hareketi, 1982 yılının yaz aylarında, babam Şeyh Said Şaban'ın ekibi de dâhil olmak üzere üç akımın bir araya gelmesiyle kuruldu. Babam, Lübnan İhvan-ı Müslimin Hareketi'nin kurucularındandı. Zamanla hizipçilik ve ümmetçilik konusunda ihtilafa düşmeleri neticesinde, İhvan'dan ayrıldı. Şeyh Said, halkla beraber olmayı tercih ederken; Cemaat(İhvan-ı Müslimin) elitlerle beraber hareket etme tercihinde bulunmuştu.
Babam, az önce beraber namaz kıldığımız Tevbe Camii'nin imamıydı ve kendisinin bu bölgede çok sayıda takipçisi vardı. Şeyh Said, Müslümanların tevhidini/birlikteliğini sağlamanın planlarını yapıyordu; zira Lübnan'da iç savaş hala devam ediyordu. Bu süreçte İslami Hareketi muhafaza etmenin yollarını arıyordu ve bu amaç çerçevesinde kendi ekibini, Halil Akavi'nin "Halk Direnişi"ni ve Doktor Ahmed Murad'ın "Lübnan Arap Hareketi"ni bir araya getirdi. Böylece Tevhid Hareketi ortaya çıkmış oldu.
Kısa sürede Trablus'un her yerine yayılan Hareket, mensuplarına hiçbir şart koşmuyordu. Tek şartımız "La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah" denilmesiydi. Hareketin, olumlu yönleriyle birlikte bazı hataları da oldu tabii ki. Dediğim gibi, o süreçte Lübnan'da iç savaş devam ediyordu ve derli toplu bir devlet yapılanmasından da söz edilemezdi. Bizim de silahlı kanadımız oluşmaya başlamıştı ve silahlı kanadı kontrol etmek kimi zaman zor olabiliyordu.
O dönemde Suriye askeri kuvvetleri, sağ-sol gruplar ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki çatışmalara müdahale etmek için Lübnan'a girmiş; Trablus'u kontrol altına almıştı. Tevhid Hareketi'nin kuruluş aşaması, Hama'daki olayların hemen akabine denk geldiği için, Suriye, Tevhid Hareketi'nin Hama'daki İhvan'ın bir uzantısı olduğuna inanıyordu.
O süreçte, burada mevcut birçok grupla ihtilafa düştük. Onlarla birçok kez çatışmaya girmek zorunda kaldık. Ama sonunda üstünlüğü ele geçirdik ve Trablus'ta hâkim güç haline geldik. Hareket kurulduktan sonra, bütün grupları bizimle birlikteliğe çağırdık ve kimseye düşmanlık etmedik. Hatta Hıristiyanları ve Alevileri dahi çağırdık.
İlk senemizde bölgedeki güvenliği büyük ölçüde sağlamıştık ve silahsızdık. Fakat bu güvenlik hali, tüm Lübnan'da değil, sadece Trablus'taydı. O günlerde insanların Ramazan'da caddelerde, sokak lambalarının altında sahur yaptıklarını hatırlıyorum. Tevhid Hareketi, herkesin takdirini kazanıyordu.
Fakat Tevhid Hareketi bölgede nüfuz sahibi olduktan sonra, bazı gruplar, bu hareketin kendi çıkarları için çalıştığını iddia ettiler. Böylece bölgedeki konumumuz değişti. Mevcut gruplarla aramızda birçok çatışma çıktı. Suriye bu grupları bize karşı savaşmaları için destekliyordu. Lübnan'da denge politikası güden Suriye, "Hıristiyanlar Müslümanların, Müslümanlar da Hıristiyanların önüne geçmesin, hiçbir grup ön plana çıkmasın" istiyordu. Fakat Tevhid Hareketi bu plana darbe indirdi; dengeyi bozdu. Böylece Suriye'yle sorunlar ortaya çıkmaya başladı.
Sonraki süreçte ise, Suriye ile aramızda Hizbullah-İsrail Savaşı ile Gazze Savaşı'nı aratmayacak bir savaş çıktı. Bölgeye saniyede dört füze düşüyordu. Ancak gençlerimiz öyle bir direndiler ki, Suriye ordusunun bölgeye girmesine izin vermedik. Savaşın patlak vermesinden yirmi bir gün sonra İranlı kardeşlerimiz olaya müdahale ettiler ve Hizbullah da Lübnan'ın arabulucusu olarak mevzuya dâhil oldu. Hizbullah'ın o zamanki Genel Sekreteri Şeyh Suphi Tufeyli, Şeyh Said Şaban ve Hafız Esed Şam'da bir anlaşmaya vardılar. Savaş durdu; ancak Suriye, Trablus'ta bize ait olan bütün silahlara el koydu.
Savaş zamanında bölgede altı-yedi bin civarında savaşa hazır gencimiz ve bunun yanı sıra da füzelerimiz vardı. Bir ordu gibiydik kısacası... Maddi imkânları nasıl sağladığımızı sorarsanız; onu da Trablus Limanı'ndan sağlıyorduk. Tabi bir devlet değildik; ancak Tevhid Hareketi'nin maddi imkânlarını sağlamak için limana gelen vergileri alıyorduk. O süreçte Beyrut'taki asıl liman savaş sebebiyle kapalı idi ve tek liman da burasıydı. Lübnan'a gelen herkes bu limana uğradığı için limandan büyük bir gelir elde ediliyordu.
Bu dönemde, radyomuzu ve Hilal Televizyonu'nu kurduk. Bu televizyonu kurduğumuz zamanlarda çoğu evde televizyon yoktu henüz. Ayrıca bir de dergimiz vardı: Tevhid Dergisi...
Hareket, öyle bir etki yarattı ki Trablus'ta, kadınlar düğünlerde bile başlarını kapatmaya başladılar. Alkol satan yerler yasaklandı; teşhirciliği engelledik...
Bölgedeki diğer gruplara yaklaşımınız nasıldı?
Tevhid Hareketi, sadece tek bir itikadi mezhebin mensuplarına hitap etmedi. Ümmetin vahdeti hususuna inanan ve bunu önemseyen tüm hareketleri içimizde barındırdık. Düşmanca bir tavra asla girişmedik. İslam'ın şeklinden çok, ruhuyla hareket etmeye çalıştık.
Bir gün babama sormuştum: "Senin filanca kişiyle muhabbetin daha iyi... Ve o önceden bir Marksist'miş. Ama falanca kişiyle olan muhabbetin öyle değil. Hâlbuki o diğerinden daha çok Müslüman... Nasıl oluyor bu?" Babam güldü ve dedi ki: "İlki İslam'ı araştırdı. Onu öğrendi. Ve ikna olmuş bir şekilde iman etti. O aradığı şeyi İslam'da buldu ve ona çok büyük bir çabayla ulaştı. Ama ötekisi, İslam'ı babasından miras aldı. Büyük bir çaba harcamadı."
O dönemde en güçlü oluşum biz olmamıza rağmen, ne Cemaat-i İslamiyye'yi ne de onun gibi diğer İslami grupları çalışmalarında kesinlikle engellemedik. Sadece emniyet ile ilgili mevzulara karışamayacaklarını belirttik.
1982 senesinde Beyrut, Sayda ve tüm güney bölgesi, İsrail tarafından işgal edilmişti. Ve İsrailliler, Lübnan'a kendilerine hizmet edecek bir cumhurbaşkanı atadılar. O süreçte, Şeyh Said dedi ki: "O cumhurbaşkanı adayı, buraya gelirse onu tutuklarız." Yani demek istediğim, 85'li yıllara kadar, Tevhid Hareketi, Trablus'ta ciddi bir güçtü. 1985'ten sonra tüm silahlarımız elimizden alınınca zayıfladık. Kuruluşundan Şeyh Said'in vefat ettiği 1998 yılına kadar olan süreç Hareket için birinci aşamaydı. Bu süreçte Şeyh, köyleri, kasabaları, camileri dolaştı. Ümmetin vahdetine yönelik çalışmalar gerçekleştirdi.
1998'den bugüne kadar olan aşama ise, Tevhid Hareketi'nin kurumlaşma evresiydi. Bugün bizim Dava ve İrşad büromuz var. Ve bu büroda 15'e yakın âlim görev yapıyor. Ayrıca basın-yayın üzerine bir büromuz var. Daha önce de söylediğimiz gibi radyo ve televizyonumuz var. İnşallah uluslara arası politikaların takibi için uydu televizyonu da açmayı düşünüyoruz. Ayrıca Tevhid Hareketi'nin internet sitesinin Lübnan'daki en güçlü internet siteleri arasında olduğuna inanıyoruz. Öte yandan, küçük bir hastane diyebileceğimiz sağlık büromuz var. Yine, bayanlara ve öğrencilere yönelik bürolarımız var. İlaveten; Lübnan'daki bütün hareketlerle iletişim halinde olan siyasi büromuz var.
Bizler, ana fikri ümmetin vahdeti ve işgalcilere karşı mücadele üzerine bina edilmiş olan bir anlayış için evrensel bir kurul oluşturmak istiyoruz... Bu, Çeçenistan'da, Moskova'da, Türkiye'de, Avustralya'da, Cezayir'de, Libya'da, Amerika'da, kısacası her bölgede ihtiyaç duyulan bir oluşum... Bunu Arap ülkelerindeki ayaklanmalardan önce planlıyorduk; ama mümkün olmadı. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek; her ülkeye böyle bir oluşum için çağrıda bulunulur ve çağrıya cevap veren herkes de kendi ülkesinde üstüne düşen görevi yerine getirirse, bundan daha güçlü ve etkili bir oluşum düşünülemez.
Biz 2009'daki seçimlere katıldığımızda, bölgemizde %26 oy aldık. Ben ne milyarderim ne de başka bir şey; ama oradaki birçok zengin kimseden daha çok oy aldık. Bunun da bir sebebi vardı...
Seçimler 2009'da olmasına rağmen, Hariri suikastı tazeliğini koruyordu. Herkes uluslar arası mahkemeye başvurmaktan söz ediyor ve Hariri'yi kimin öldürdüğü üzerine konuşuyordu. Biz bunları konuşmadık. Dedik ki: "Bugün, uluslar arası mahkemeler, küfür mahkemesidir. Lübnan'da Şia ve Ehli Sünnet arasında bir kavga üretmeye çalışıyorlar; ama bizim yönümüz Filistin'dir."
Bu bakış açısı çerçevesinde, İslami Amel Cephesi'nin kuruluşunda yer alarak, bölgemizdeki temsilciliğini üstlendik. Cephe'nin oluşum sürecinde, kim vahdetten, direnişten ve cihattan yanaysa, onları bir araya getirmeye çalıştık. Sizin de Türkiye'de her şehri dolaşıp vahdetten ve cihattan yana olanları bir araya getirmeniz gerekir...
Bölgede inci, akik ve değerleri farklı farklı olan birçok taş var. Sizin yapmanız gereken de onları bir araya getirmek... Ancak, bunları bir araya getirebildiğimiz zaman, evrensel bir oluşum gerçekleştirmemiz mümkün olacaktır. Çünkü biz "Türkiye'nin, AK Parti'nin İslamı" veya "Tevhid Hareketi'nin ya da Hizbullah'ın İslamı" diye bir şeye inanmıyoruz. Biz, tek bir İslam'a inanıyoruz. O da Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği İslam... Öncelikle bu düşüncenin yayılması lazım...
Filistin meselesi Türklerin de meselesidir. Filistin, dünyadaki tüm Müslümanların sorumluluğundadır. Vahdet gerçekten zaruridir. Fikirlerin ve tecrübelerin karşılıklı alışverişi zaruridir. Yahudiler, Falaşaları, Türkiye'deki Yahudileri ve diğerlerini; yani bütün Yahudileri bir devlette topladılar. Avrupa Birliği de aynı şekilde, Macarlar, İngilizler, İspanyollar, Portekizliler, Danimarkalılar vd... Kimi Katolik, kimi Protestan, kimi Ortodoks... Buna rağmen bir araya gelebiliyorlar. Tek bir dinin evlatları olan bizler ise, "sen Türksün, sen Suriyelisin, sen Kürtsün, sen Lübnanlısın" diyoruz.
Biz bir ümmete, bir dine, bir Kur'an'a, bir nebiye ve bir Rabbe sahipken niçin ihtilafa düşüyoruz? Kalıcı/daimi olacak tarzda bir araya gelmeli ve toparlanmalıyız. Bu fikri anlatmalı ve yaymalıyız ki semeresini toplayabilelim. Biz 1982-86 yılları arasında izzetin tadına vardık ve şimdi, o tadı özlüyoruz. Uzun bir süre kendi kendimize ve şeriatla hükmetmişken; şimdi acı çekiyoruz. Biz, insanların zulme uğramadığı adalet sistemini arzuluyoruz. İslam bizim nazarımızda, diğerlerinin yani Müslüman olmayanların kuvvetini kırmak, onlara zulmetmek isteyen bir sistem değil; bütün insanlığa bir rahmettir. İslam, gerektiğinde Muhammed(s.a.v.)'in kızı Fatıma'ya dahi haddi, -el kesme cezasını- uygulayabilecek kadar adil bir sistemdir. İslam, Ömer b. Hattab'ın, Amr b. As ve oğluna "İnsanlar özgür olarak doğmuşken siz onları ne zaman köleleştirdiniz" dediği bir dindir.
Sizce, bahsettiğiniz bu ihtilafların körüklenmesinin altında yatan sebepler nelerdir? Nasıl bir savunma mekanizması geliştirilmeli bunlara karşı?
İlginçtir ki birçok şeyh ve itibar gören âlim, bu akımdan etkilendi. Ürkütücü, mezhepçi bir dil kullanır oldular. Ben de Hanefiler, Şafiler, Malikiler ve Hanbelîler arasında ihtilaf olduğunu biliyorum. Fakat bu ihtilaf, dini zenginleştirir; çekişmeye götürmez. İmam Malik, İmam Şafii, İmam Caferi Sadık, hepsi benim kardeşimdir; düşmanım değil. George Bush ve Barack Obama, "sen onun gibi değilsin, senin hükmetmen gerekir. Sen Arap'sın, o Türk. Sen Türksün, o Kürt; sen Sünni'sin, o Şii" diyor. Ve birileri bu çağrıya kulak verince, çok büyük bir sorun ortaya çıkıyor. Bugünün en büyük problemi budur.
Amerika'da 52 ayrı eyalet olmasına rağmen, hepsi bir araya gelip bir devlet oluşturuyorlar: Amerika Birleşik Devletleri... Ve hepsi, bütün bir devlet olarak şeytanın ipine sarılıyorlar. Fakat bize izin vermiyorlar ki Allah'ın ipine sarılalım. Biz asla "İslam sadece Arapların dinidir" diyemeyiz. Allah(c.c.), "Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik" diyor. Sadece Arapların değil; her insanın bu dinde bir yeri, bir rolü var. Bu yüzdendir ki Sahabe-i Kiram'ın, Emevilerin, Abbasilerin, Osmanlının, Eyyubilerin, Kürtlerin, Berberilerin ayrı ayrı rolleri vardır. Tarık bin Ziyad bir Berberi'dir mesela; İspanya'yı fethetmiştir. Fatih Sultan Mehmet Türk'tür; İstanbul'u fethetmiştir. Selahattin Eyyubi Kürt'tür; Kudüs'ü geri almıştır.
Trablus küçük bir yer... Ve yaşı büyük olan şeyhlerin çoğu vefat etti. Yani babam Şeyh Said Şaban, Üstat Fethi Yeken ve diğerleri... Onlar hayattayken, bu ihtilafları bertaraf etmek daha kolay oluyordu bu bölgede. Şu anda da Trablus'ta, aynı fikirleri paylaşmasak da diğer gruplarla bir arada oturup fikirlerimizi tartışabiliyoruz. Ancak, etkisi geçmişteki kadar büyük olmuyor.
Bu aralar, Dubai ve Suudi Arabistan'ın talebiyle Selefiler, Suriye meselesine yoğunlaşmak üzere ziyaretlerde bulunuyorlar. Suriye'de rejimin düşmesini istiyorlar. Suud ve Katar Vakıflar Bakanlığı'ndan(Diyanet İşleri) temsilciler gelip Selefilerin şeyhleriyle görüşüyorlar. Onlara şunu diyorlar: "İnsanlarla konuşmanız lazım, Suriye halkı mazlum, perişan... Beşşar Esed Nusayri, Alevi; onun bir an önce düşmesi gerekiyor."
İlginçtir ki aynı şeyi Amerika için söylemiyorlar. Hizbullah'ı sevmiyorlar. Çünkü Hizbullah'ın direnişi, onların küfür sistemleri ile olan ilişkilerini ortaya çıkardı. Direniş hareketi olan Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad, Körfez ülkelerinin küfür odaklarıyla olan ilişkisini ortaya çıkardığı için, bu hareketleri ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlar. Bunu da mezhepçiliği körükleyerek yapmaya çalışıyorlar.
Bu oyunlara mahal vermemek için şunu iyi bilmeliyiz ki İslami bir hareket, kapsayıcı olmak durumundadır. İslami Hareket, bütün bir İslam anlayışı üzerinden sürdürülür. Bir mezhep, bir grup, bir bölge veya bir belde üzerinden değil... Demokratik bir devlet kurmaya çalışan İslami bir hareket düşünün; bunun neresindedir İslami hareket? Ya da sosyalist bir ekonomik modele çağıran hareket, nasıl olur da İslami bir hareket olabilir? Veya mukaddesatını kurtarmak adına BM ve Güvenlik Konseyi aracılığıyla hakkını aramaya çalışan bir yapılanma, nasıl İslami bir hareket olabilir? Allah(c.c.), "Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir" buyuruyor.
Suriye konusu gündeme gelmişken; Arap coğrafyasındaki gelişmeler ile ilgili düşüncelerinizi almak isteriz...
Biz ülkelerimizde var olan tüm zulüm sistemlerinin karşısındayız. Asla hiçbir zulüm sisteminin yanında yer almayız. Zulüm ister Beşşar Esed'den olsun, ister Kral Abdullah'tan olsun; zulmün kime ait olduğu önemli değildir. Zulüm, zulümdür...
Halkların kendi sistemlerini talep etme hakkı vardır. Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: "İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ateş, ot..." Ateş, yani petrol... Ot da yaşam kaynağı... Eğer lider bunları insanların ellerinden alırsa, Hz. Ali'nin sözünün muhatabı olacaktır: "Aç olanın insanlara karşı kılıcını nasıl çekmediğine şaşırırım." Aç olanın öldürmek için kılıcını çekmesi normaldir. Çünkü açlık küfürdür. Bir yöneticinin insanların hürriyetini elinden almaya hakkı yoktur. Ancak Firavun yapar bunu. Allah(c.c.), "Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hâkim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi" (Mümin:29) buyuruyor.
Siyonistlerin ve Amerika'nın politikaları için, hiçbir liderin onların bekçiliğini yapmak üzere halkını kullanmaya hakkı yoktur. Mısır'da Hüsnü Mübarek, Mısır halkına rağmen, Gazze sınırını kapatma kararı aldı. Halkını değil de Amerika'yı dinledi. Özgürlüğünü talep etmek, halkların hakkıdır. Fakat diğer yandan da, Amerika'nın bu durum karşısında özgürlük vermek adına ülkelerimize girmesini kabullenemeyiz. Bir zaman Suudi Arabistan müftüsü Şeyh Abdülaziz, zalime karşı kâfirden yardım istenebileceğine dair bir fetva verdi. Ve bu fetvaya göre, zalim Saddam Hüseyin'e karşı kâfir Amerika'dan yardım istemek caizdi. Bu asla caiz olamaz.
Biz halk devrimleriyle alakalı olarak bazı ölçütler belirledik. Tüm gelişmeleri, bu ölçütlere göre değerlendiriyoruz. Mesela, eğer o devrim, halkı Filistin meselesine yaklaştırıyorsa, o bir halk devrimidir. Eğer devrim, iç çatışmalara yol açmadan, bütün etnik grupları bir araya getirebiliyorsa; o, bir halk devrimidir. Eğer devrim ırksal ve mezhepsel çatışmaları doğuruyorsa, bu, devrim değil; kaostur. Mesela Güney Sudan'da olanlar... Mazlum Sudan halkının kendi geleceğini belirleme hakkı var dediler. Fakat Güney Sudan ilk iş olarak Siyonistlerle iyi ilişkiler kurdu. Bu halk devrimi değildir. Mesela Irak'ta olanlar... İşgalciler girdi ve Iraklıları gruplara ayırdılar. Aynı vatanın evlatları, kardeşler; Sünni, Şii, Türkmen, Kürt, Arap, Müslüman, Hıristiyan diye anılır oldu. Bu, devrim değildir. Bu büyük bir fitnedir. Irak'ta bu zamana kadar iki milyondan fazla insan öldü...
Biz Amerika'nın desteklemediği devrimlerle beraberiz. Ancak biraz olsun yakın geçmişe dönüp tarihi okuduğumuzda, bu ülkelerin hepsinin Osmanlı Devleti'ne ait olduğunu görüyoruz. Osmanlı, tıpkı Emeviler ve Abbasiler gibi Rasulullah'ın halifesiydi.
Zamanında da Arap yarımadasındaki isyanlara "Arap Devrimi" ismini vermişlerdi. Fakat bu devrim, Osmanlı hilafetini kovdu; onun yerine İngiliz ve Fransız güçlerini getirdi. Biz halkların zalim düzenler karşısında durup, haklarını talep etmelerini destekliyoruz. Fakat dün Suudi Arabistan'ın başına gelenlerin bugün tekrarlanmasından korkuyoruz. Diyorlardı ki, Osmanlı bize zulmetti, Osmanlı zalim... Osmanlı çıkarıldı, ondan on kat daha zalim olanı geldi: Fransa ve İngiltere... Bu küfür düzenleri bizi parçalara ayırdı: Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin, Türkiye, Libya, Moritanya... Biz Rasulullah'ın zamanından Osmanlı Devleti'nin son dönemine kadar, 1300 sene boyunca, tek bir devlettik. Suriye, Türkiye, Lübnan yoktu. İslam Hilafeti vardı. İstanbul'dan Moritanya'ya kadar "sen kimsin?" sorusunun cevabı, "ben Müslüman'ım" olurdu. "Ben Türküm, ben Arap'ım, ben Farisi'yim, ben Berberiyim" demiyordu kimse. Küfür odakları bizi böyle ayırdı işte. Ülkelerimizi bu yolla dağıttı. "Türk Arap'tan iyidir, Arap Türk'ten iyidir" dedi; ayrışmalar ortaya çıktı.
Bugünkü durumla ilgili olarak da "inşallah hayr olur" diyoruz; ama şahsi siyasi okumama göre, Libya'da olanlar tamamen hataydı. NATO Libya'nın petrolünü istiyor; artık Libya'yı paylaşacaklar.
Peki ya Suriye'deki olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kanaatimce Tunus'ta ve Mısır'da olanlar devrimdir. Libya'da olan ise, bir Amerikan devrimi, petrolün paylaşımıdır. Suriye'de olan ise devrim değildir. Suriye halkının istekleri var. Suriye halkı mazlum, Libya halkı mazlum, Türk halkı mazlum, Suudi Arabistan halkı mazlum... Suriye ve Libya'da olanlar, halkın haklı taleplerine rağmen, devrim değildir.
Suriye'de olanlardan gerçekten korkuyorum. Suriye halkı seçkin bir halk... Suriye halkı, Amerikan işgaline karşı Irak'ta savaştı; Hizbullah'ın direnişini her zaman destekledi. Fakat bugün Suriye'nin meselesine Amerika, Suudi Arabistan ve Katar'ın dâhil olması, durumu oldukça farklı bir mecraya soktu. Onlar Suriye halkının rahatını önemsemiyorlar; onlar, Suriye'nin Hizbullah, Hamas ve İran ile olan bağlantısını kesmek istiyorlar. Yoksa Suriye halkına hürriyetlerini sunmak gibi bir niyetleri yok. Eğer halkların özgürlüğünü istiyorlarsa, Irak halkını niçin hiç düşünmüyorlar?
Ben Suriye'yi de biliyorum; Türkiye'yi de... İki ülkeyi de sürekli ziyaret ediyorum. Suriye fakir bir ülke değil. Evet, Suriye'de baskı var ve bu durumun bir an önce değişmesi gerekiyor. Fakat Suriye topraklarında her şey ekiliyor; Suriye her şeyi kendisi üretiyor... Suriye tarım ve sanayi ülkesi; yine, Türkiye tarım ve sanayi ülkesi. Eğer Türkiye, Suriye, İran, Irak, Filistin, Lübnan bir araya toplanırsa, dışarıdan herhangi bir şey satın almaya gerek kalmaz. Biz her şeyi üretebiliriz.
Dediğimiz gibi, Suriye meselesinde, Suriye'nin İran ve Hizbullah'la olan ilişkisi kesilmeye çalışılıyor. Çünkü Suriye, İran ile Hizbullah arasında köprü olma vazifesi görüyor. Şu anda Suriye'de yapılması gereken, dışarıdaki muhalefetin, batının ve Amerika'nın dayatmalarına ve yaptırımlarına değil; Suriye halkının ve içerideki Suriyeli muhaliflerin taleplerine cevap vermektir...
Suriye üzerinde Amerika'nın ve batının oyunları olduğunu söylüyorsunuz. Size göre, Suriye halkı bu oyunları göremiyor mu?
Suriye halkında, tüm Arap halklarında ve Müslüman halklarda Firavuni bir büyülenme söz konusudur. Firavun'un büyüsü insanların gözlerini korkutuyordu. Bugünse Arap kanalları, El-Cezire, Facebook gibi araçlar, büyüleriyle insanların gözlerini korkutur oldular. Az önce sizinle beraber evde otururken, Deraa'daki kardeşlerden biri aradı: "Ben şu an Deraa'dayım. Seninle Deraa'daki Ömer Mescidi'nden konuşuyorum. Az önce, El-Cezire kanalında şu anda burada gösteriler olduğunu söylüyordu. Allah'a yemin ederim ki, Ömer Mescidi'nde hiçbir şey yok" dedi.
Deraa'da Hizbullah'ın sniperlarının olduğuna dair bir söylenti vardı ilk zamanlar; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Deraa'da Şia yok... Ne İran ne Hizbullah; o bölgede değillerdi. İran ve Hizbullah, Allah'tan korkar... Bakın, Lübnan'da Refik Hariri öldürüldüğü zaman herkes "Hariri'yi ya Suriye ya da İsrail öldürmüştür" dedi. Hizbullah diyen yoktu. Şimdi Hizbullah öldürdü diyorlar. Neden? Çünkü zamanla basın, bu konuyu işledi.
Dolayısıyla, basın-yayın aracılığı ile iletişim kurmak hepimizin sorumluluğu... Muhakkak hepimizin internet sitesi olmalıdır.
Aksi halde, her türlü haber kirliliğine muhatap olacağız...
Yani, bu, bir nevi sanal savaş mı diyorsunuz?
Bu sanal savaşı, 2009'da İran'daki seçimler esnasında başlattılar; ancak kaybettiler bu savaşı. Ondan önce, 2006'daki Temmuz Savaşı'nda Lübnan'da denediler; yine kaybettiler. Şimdi ise Suriye'de deniyorlar. Aynı senaryoyu tekrar görüyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla, Selefi gruplar ve İhvan sizin gibi düşünmüyor Suriye meselesinde...
Öncelikle Selefiler, temel pusulamız olan Kur'an'daki bazı pasajlara çarpık anlam veriyorlar. "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez." Onlar ise "hayır! Hedefimiz, Şia'dır" diyorlar. Bu ayeti Selefilere hatırlattığında, Şiiler için "onlar içimizdeki Yahudiler" diyorlar. İhvan-ı Müslimin'in durumu ise daha farklı... Onlar, "Biz Recep Tayyip Erdoğan gibi yönetmek, hükmetmek istiyoruz" diyorlar. "Biz İhvan-ı Müslimin'iz. 60 yıldır bu işlerin içerisindeyiz. Yönetmek bize düşer. Filistin meselesine, Kudüs'ün durumuna, ümmetin diğer meselelerine göz yumarız; yine de hükmederiz" diyorlar. İhvan, 'Ben Beşşar Esed'den, Saddam'dan, Hüsnü Mübarek'ten daha iyi değil miyim?' diyor. Ben de diyorum ki: "Eğer İhvan-ı Müslimin'i insanlar, halk istiyorsa; başım, gözüm üstüne... Ancak eğer Amerika istiyorsa, Hüsnü Mübarek'ten ne farkı var o zaman?"
Son olarak Türkiye ile ilgili görüşlerinizi merak ediyoruz... Nasıl değerlendiriyorsunuz Türkiye'deki gelişmeleri?
Türkiye siyaseti Atatürk döneminden bu yana ilerleme kaydetti; ama olması gerektiği yerde değil. Çok daha büyük adımlar atılmalıydı. Türkiye'nin Arap ve İslam âlemine öncülük etmesi gerekirdi. Türkiye, İran, Mısır ve Suriye birleşirse, yeni bir Ortadoğu oluşturulabilir.
Özgürlük filosunun ve Mavi Marmara gemisinin yola çıkmasında Türk halkının rolü çok büyüktür. Mavi Marmara'daki 9 şehid, Türkiye'nin bugüne kadarki kirlerini temizledi. Şu anda insanlar size gerçekten sevgi besliyorlar. Ben sürekli Türkiye'yi ziyaret ediyorum. Laleli Camisi'ni ziyaret ederim. Bundan 5 yıl önce kızlar başörtülerini açıp öyle okula girerlerdi. Şimdi biraz daha iyi... Ama yeterli değil... Çünkü İslam'da ibadetler iki gruba ayrılır. Bir, temel ibadetler vardır. Bir de muamelat vardır. Temel ibadetler, evin iç kısmıdır. Muamelat da dışıdır. Muamelat, dünya meselelerinde İslami duruş sergilemeyi gerektirir. Türkiye evin içinde çabalıyor. Ama henüz dışarı çıkmış değil... Çıkması lazım... "La İlahe İllallah" dediğimizde, bunun anlamı nedir? "Allah'tan başka mabud yoktur. O'na ortak yoktur. O'ndan başka hâkim yoktur." Yani Amerika ortak olamaz; Rusya, ortak olamaz. Eğer uygulamaksızın sadece "La İlahe İllallah" dersen; işte o zaman bir şey ifade etmez. Tıpkı oruç gibi... Ramazan ve oruç, güneşin doğuşundan batışına kadar yememek ve içmemektir. Bu, temel ibadetlerdendir. Orucun toplumsal anlamdaki etkisi ise, fakirliğin azalması olmalıdır. Sen oruç tutuyorsun ve aç kalıyorsun, neden? Fakiri anlamak ve onun yaşadığı açlığı hissetmek için... Rasulullah buyuruyor ki: "Komşusu açken kendisi tok yatan iman etmiş sayılmaz." Ben fakirin durumunu anlayıp onu doyurayım diye oruç tutuyorum. Ramazan'da oruç tuttum ve oturup üç hurma ile iftar ettim. Yan taraftaki komşum aç ise, Allah orucumu kabul etmez. Yani orucun Müslümanlara yüklediği sosyal sorumluluklar vardır. Bugün, Amerika ve bütün dünya ülkeleri temel ibadetleri destekliyorlar. Fakat muamelata ve tatbike engel olmaya çalışıyorlar.
Bir kardeşimiz Fransa'da göçmenlerle ilgili doktora tezi hazırlıyordu. Kitabında önemli bir noktaya parmak basmıştı. "Fransa Hükümeti, mescitlerin inşasında bize yardım ediyor" diyordu. Neden biliyor musunuz? Fransa, Libya'dan, Tunus'tan, Cezayir'den, Afrika'nın farklı bölgelerinden gelen göçmenlerden dolayı çok ciddi zarar görüyor. Eğer bu Müslüman göçmenler İslam'la gerçekten tanışırlarsa uyuşturucudan, eroinden uzak dururlar. Uzak durmazlarsa yakıp yıkıyorlar. Ve eğer radikal göçmenleri mescitlere yönlendirebilirlerse, onlardan ötürü yapılan harcamalar altı milyon Fransız Frankı'ndan iki milyona düşüyor. Buna dayanarak Fransız Hükümeti mescitlerin inşasını destekliyor...
Dolayısıyla, Türkiye, evin dışına çıkabildiği zaman başarı kaydedebilecektir...