‘Şeyhimiz meyhaneye doğru gidiyor, tedbirimiz nedir, ey dostlar!’
(M. İqbal)
İlki 17 Kasım günü başlayan ve ‘Fir’avunluk benzetmesi, Allah aşkına nasıl bir söz, Fethullah Bey!’başlıklı yazımdan bu güne F. G. için yazdığım 4-5 yazıdaki uslûbum ortadadır. Buna rağmen, aldığım yığınla hakaret mesajına rağmen, bir müslüman olarak itidali elden bırakmamak dikkatimden uzak düşmemeye çalışmışımdır. Hiçbirisinde bir hakaret yoktur. Esasen, görüşlerimizi hakaret etmeden dile getirmek, her bir müslümanın şiarı olmalıdır. Ama, bazı şeyleri sormak, sorgulamak hakaret sayılır, saygısızlık sayılırsa, o ayrı..
İş sonunda, ‘Yolsuzluk Operasyonu’ denilen gürültülü konuya gelip dayandı. Konuyu daha bir ilginç yapan ise, gözaltına alınanlar arasında, üç Bakan oğluyla ve Halkbank Genel Müdürü ve İst.-Fatih Belediye Başkanı’nın da bulunmasıydı.
Daha da ilginç olan husus ise, bu koğuşturma ve soruşturmanın 14 aydır devam etmesine ve gizlilikle yürütülmesine rağmen, Emniyet’in alt birimlerinin bu konulardan İst. Emniyet Müdürü ve de İstanbul Valisi’ni haberdar etmemeleri.. Alt birimlerde olanların, memurların ilk planda, üstlerine, âmirlerine itimad etmediği akla gelebilir; ama, ast’ın üst’e, memurun âmirine güven duymaması, kanunen, ve mantıken kabul edilemez. Ast durumunda olanlar, bir olumsuz ve kanunsuz konu olduğunu düşünüyorlarsa, şikayetlerini, neticelerine katlanmayı göze alarak onların da üstünde olan yetkili üst makamlara bildirirler. Ama, burada bunların hiçbirisi yapılmamış ve üstelik, bir yolsuzluk iddiasında yapıldığı ileri sürülen yolsuzluğun yüzlerce misli büyük zarar ülke ekonomisine verdirilmiş ve halkın cebindeki paranın değerinin yüzde 5-6’sının uçup gitmesine vesile olunmuştur.
Buradan da anlaşılıyor ki, mahallî seçimlere 100 günden az bir zaman kala sergilenen / tezgahlanan bu operasyonla, bir siyaset mühendisliği yapılmak istenmiştir.
Nitekim, hemen Bakan’ların ve hattâ Hükûmet’in istifasını isteyen bir muhalefet tarzı sergilenmiştir. Eğer öyle olacak olsa, bu gibi iddialar ortaya atıldığında, geride ne Hükûmet kalır, ne de yıpranmamış bir makam..
Bunun içindir ki, Hükûmet, bu operasyonu âmirlerine haber vermeden uygulamaya koyan alt birimlerdeki polis şeflerine hemen vazifeden el çektirmiştir. Esasen öyle olmasaydı, o zaman, o üst makamların bostan bekçisi durumuna düşmesi kaçınılmaz olurdu. Böyle anlarda ilk yapılacak olan, düzeni sağlamaktır. Yoksa, ipin ucu bir kaçırılırsa, çorap söküğü gibi gider ve ardı-arkası kesilmeyen bir tablo ortaya çıkar. Devlet yönetiminin nasıl işlediğini, işlemesi gerektiğini bilmeyenler bu soruyu sormakta haklı sayılabilirler. Ancaak, bir polis müdürü, bir bir jandarma komutanı, bir bilmem kim, -ânında müdahele edilmesi gerekli olan ve hukukda ‘cürm-ü meşhud (ve gözönünde cereyan eden, şâhidleri ortada bulunan cinayet ve benzeri durumlarda yapılan suçüstü)- uyguluması hariç, âmirine haber vermeden, kendiliğinden bir soruşturma yapamaz, bir yönetim yetkisi kullanamaz. Kullanırsa işte böyle olur. Nitekim, Adlî Kolluk Yönetmeliği’nde son olarak bir değişiklik yapılıp, yorumla gevşetilebilen hususlar giderilmiş ve her yetkili kişiler daha net olarak sınırlara kavuşturulmuş bulunmaktadır. (Daha yığınla kanun ve yönetmelikler var ki, onlar da daha net sınırlara kavuşturulmalıdır.)
Bu bakımdan, en çok tekrarlanan, ‘O baskınları yapan polis müdürleri vazifelerinden niçin alındı?’sorusunun mantığı yoktur.
Son örnek de karşımıza çıkan tablo daha da ilginçtir. Şöyle ki, İstanbul Valisi, o operasyon haberini alır almaz, İstanbul Emniyet Müdürü’ne ulaşmak istiyor, iki saat ulaşamıyor.
İstanbul gibi, sadece Avrupa’daki onlarca devletin nüfusunu bile geride bırakan 15 milyonluk bir kocaman şehirde, Vali, Emniyet Müdürü’nü arayacak, iki saat ulaşamıyacak, kabul edilebilecek bir durum mudur bu? Halbuki, o saatlerde, operasyona dair görüntüler, hattâ nicelerinin hayal güçlerini de zorlayan dehşetli iddia ve değerlendirmelerle (ilk olarak da, son zamanlarda, Dershaneler üzerine ortaya çıkan gerilim üzerine, Hükûmet’e savaş açmış olan Cemaat denilen hareketin elindeki malûm gazetelerinin internet siteleriyle, onlara bağlı tv. kanalları başta olmak üzere) bir çok medya organında kamuoyuna aktarılıyordu. Bugünün şartlarında, bunda bir kasıd veya büyük bir ihmal yok mu? Anlaşılıyor ki, görmezlikten gelinerek, sorumluluktan kaçınılarak tezgahlanmış bir siyaset mühendisliği sözkonusu idi.
Nitekim, daha sonra anlaşılıyordu ki, bu soruşturma, bu minval üzre, gizlice 14 aydır sürmekte imiş.. Seçim sath-ı mailine girildiği, seçimlere 100 gün kaldığı bir zaman diliminde, böyle bir operasyonun arkasında bir takım iç hesabların olduğunun düşünülmesi tabiîdir.
‘Evet, bu bir toplum ve siyaset mühendisliğidir..’
Üstelik, bu Emniyet âmirlerinin, polis şeflerinin belirli bir Cemaat yapılanması içinde birbirleriyle paslaştığı ve bütün bunların da Hükûmet’ten habersiz ve hattâ Hükûmet’e karşı ‘Devlet içinde devlet’ ya da birçeteleşme yapılanması sözkonusu olursa.. Bu durumda, Hükûmet’te olan her kim olursa olsun.. Ya, iddialar karşısında çaresiz kalıp teslimiyetçi bir tavırla istifa eder, ya da bu mes’elenin üzerine gider.
Bu son gelişmelere karşısında, Hükûmet, yolsuzluk iddialarının üzerini örtmeden, kanûnî süreç devam ederken; siyaset mühendisliğine kalkışanların üzerine gitmeyi de ihmal etmemiştir.
Şimdi, suçlanan bir takım insanlar var.. Bunların mevcud hukuk düzeni içinde suçlu olup olmadıklarına mahkemeler karar verecek.. Onlar karar verinceye kadar yapılan suçlamalar yersizdir.
Nitekim, medyada en ağır şekilde suçlanan, kamuoyunda fısıltılarla, düzmece haberlerle de renklendirilerek anlatılan iddialara rağmen, gözaltına alınan 91 kişiden sadece 26 kişi tevkif edilmiş, tutuklanmış bulunuyor.
İçişleri Bakanı Muammer Güler ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğulları ile Halkbank Genel Müdürü de tutuklananlar arasında.. (Ki, bu iki Bakan’ın artık istifa etmeleri gerekir, ahlâken.. Çünkü, oğullarının yargılanmasının üzerine bir gölge düşebilir..) Suçlamalar, rüşvete aracılık etmek, rüşvet almak, vs.. Ama, Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayrakdar’ın oğlu ile İst.-Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir de serbest bırakılmış bulunuyor. Halbuki onlar hakkında da neler- neler anlatılmıştı.
Bu arada, bu operasyonun tabiî seyrinden çıkarılıp, bütün dünyayla birlikte, âdetâ Erdoğan Hükûmeti’nin sonunun geldiği gibi iddialarla verilmesiyle, sadece sadece faizlerde meydana gelen 10 milyar liralık artış, tam da faiz lobisinin istediği bir netice değil miydi? Ekonominin diğer alanlarında meydana gelen değere kayıplarıyla bu rakamın 30 milyarı aştığı bu alanın uzmanlarınca dile getiriliyor. Ama, bu gürültülü operasyonun bedelini de halk ödeyecek tabiatiyle..
*
Bu arada hatırlanması gereken ilginç bir konu da, Ergenekon ve Balyoz Yargılamaları sırasında, bu mahkemelerin, Hükûmet’in emriyle çalışan düzmece mahkemeler olduğunu söyleyen ve hattâ ortaya çıkan silahları, bombaları, roket ve füzeleri bile polisin koyduğunu iddia eden muhalefet partilerinin, şimdi, bir seçim semeresi elde etmek ümidiyle olmalı, bu son operasyona var güçleriyle sarılmış bulunmaları..
Yine ilginç olan bir diğer konu da, 28 Şubat 1997 Zorbalığı’yla ilgili yargılama tutuklu bulunan em. generallerden içerde kimsenin kalmaması ve hepsinin de tahliye edilmesi..
Ama, F.G.’nin, bu generaller hakkında, ‘o yaşlı-başlı kimselerin içerde tutulmasından rahatsız olduğunu’ belirtip, ‘elimde olsa onları serbest bıraktırırdım..’ demesinin bir-iki hafta sonrasında, onların bütünüyle tahliye edilmeleri ilginç değil mi?
Bu durumda, ‘Devlet içinde bir paralel devlet oluşturma’, bir ‘çeteleşme peşinde olanların bulunduğu’ şeklindeki sözlerin daha bir yerli yerine oturduğundan söz edilemez mi? Başbakan da, ‘Bu kirli bir operasyondur..’ derken, bunu kasdediyor olmalı.. Bülend Arınç da, daha önce dirsek temasında olduğu ve hep saygıyla sözettiği kesimle ilgili olarak tam bir hayal kırıklığı yaşamış olmalı ki, ‘Bazılarının bu kadar alçalabileceğini, belden aşağı bu kadar vurabileceklerini düşünmemiştik.. Çok planlı, psikolojik bir savaşla karşı karşıya bulunduğumuzu söyleyebiliriz..’ demek zorunda kalıyordu. Çünkü, porno filmlerinden benzer tipleri araklayıp, bunların Numan Kurtulmuş ve diğer bazı iktidar mensublarına aid olduğunu söyleyecek kadar pervasızca ve en haram şekilde suçlamalarda bulundukları da görülüyordu. (HAS Parti denemesi günlerinde, hangi hareketin, Kurtulmuş’a umut bağlayıp, birlikte çalışmak için Amerika’larda bile görüşmeler yapıldığı ve birlikte çalışılacağının açıklanacağı sırada Kurtulmuş’un, AK Parti’ye geçmesiyle, bazılarının iştahlarının kursaklarında kaldığına dair ciddî rivayetlerin; şimdi onun aleyhinde tezgahlanan çirkin suçlamalardaki etkisi üzerinde de düşünülmelidir.)
‘Bu gibi çirkin ve haram yöntemlerle F.G.’nin ve çevresinin ne gibi bir ilişkisi olabilir?’ denilebilir. İlk planda halkı gibi de görülebilir, bu sual.. Ama, biz bu konuya, 10 Aralık tarihli ve ‘Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve belden aşağı..’ başlıklı yazıda değinmiştik. O yazıda, F.G.’nin, ‘şimdi çok yüksek makamlarda olan birinin, yıllarca önce, nefsine mağlub olup, bir günah işlemek üzere, gece yarısından sonra yola çıktığının kendisine bildirilmesi üzerine, hemen tanıdığı birisine telefon ederek o gidişi önlediği’ne, ve böylece, ‘yüksek makamlarda bulunan herkesi şaibe altında bırakacak şekildeki haram ve dehşetli iddiası’na değinilmiş, bu gibi konuların kendisine nasıl, kim tarafından ve niçin bildirildiği gibi hususlar sorulmuştu.. (O yazıya bakılabilir..)
*
Yahudi lobileri, İsrail ve USA emperyalizmi ve dostları niçin memnun olmasınlar?
Bu operasyonun bir de dış uzantıları da var.
Yolsuzluk soruşturması konusunda, siyasî bir komplo olduğu ve bu komployu Gülen Cemaati'nin uluslararası bir destekle yaptığı, İsrail’in de bu desteği sunan ülkelerin başında olduğu ileri sürülürken..
Alınız size bir örnek..
Tel Aviv Üni. Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi’nden Hay Eytan Cohen Yanarocak, 20 Aralık günü BBC’de yaptığı değerlendirmede ilginç laflar ediyor, Türkiye’deki son yolsuzluk operasyonunda İsrail'in etkisinin olduğu yönündeki iddiaları zımnen kabul ile, ‘AK Parti ile Cemaat arasındaki krizde, İsrail’in,Cemaat' tarafını seçmesi ihtimali’nin şaşırtıcı bulunmaması gerektiğini belirterek -özetle-, ‘Eğer İsrail böyle bir destekte bulunmuşsa, böylece kendisi açısından 'bir taşla iki kuş vurmuş olabilir. Burada, İsrail hem, İran'ın illegal denilen ekonomik faaliyetlerine, hem de sıkıntı yaşadığı AK Parti hükümeti’ne zarar vermeyi düşünmüş olabileceğini’ söylüyordu.
Bu yorumcu, daha sonra şu yorumları da yapıyordu:
"21 Nisan 2013 tarihinde Amerika’da Halkbank’a karşı, Kongre’deki 47 tane senatörün yaptırım uygulama talebi var, aynı gün Halkbank, bu ithamları reddediyor. Neydi bu ithamlar? İran Türkiye’ye doğalgaz satıyor, bunun karşılığında türk lirası olan bu paralar altına çevriliyor ve altın Dubai üzerinden İran’a intikal ettiriliyordu.
Dolayısıyla Halkbank, burada İran için yaptırımları delen bir paravan örgüt gibi bir şey oluyor. Bunun üzerine 47 Senatör yaptırım istedikten sonra Zafer Çağlayan altın ihracatının hiçbir ülke farkı gözetmeksizin devam edeceğini söylüyor. Zafer Çağlayan’ın oğlunun içeride olmasının sebebinin Çağlayan'ın İran konusundaki ısrarı olabileceği akıllara gelmiyor değil.
Yine baktığınız zaman belki de yabancı istihbarat örgütleri, Halkbank’ın başındaki Süleyman Arslan'ı İran’a altın transferleri konusundaki işlemlerden ötürü belki takibe almış ve bu takib sırasında Arslan’ın herhangi bir şekilde yolsuzluk yaptığını tespit ettikten sonra Erdoğan hükümetine karşı Gülen Cemaati’nin elini güçlendirmek için kullanmış olabilirler. Veya Erdoğan’a karşı bir başka güçlü cephe yaratmayı da amaçlamış olabilirler.
Burada İsrail için iki önemli ayak var, birincisi Halkbank ve ikincisi Rıza Sarraf.
Hay Eytan Cohen, ’İsrail ve Gülen Cemaati’ arasındaki muhtemel bir işbirliği konusundaysa şu yorumu yapıyordu:
"Mavi Marmara, Davos (Erdoğan’ın sionist İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e ağır şekilde hitab ettiği ve’One minute’ diye meşhur olan hadise), Anadolu Kartalı’nın iptali, TRT’deki Ayrılık dizisi vs. üzerinden sürtüşmeler yaşanırken..
‘Mavi Marmara’nın gitmesi yanlıştı, otoriteden izin alınmalıydı..’ tarzı açıklama yapan birine kanınız kaynar, doğru mu? Hele ki bu harekete bağlı olan yazarların çoğu sıklıkla, Today’s Zaman gazetesinde veya Zaman gazetesinde İsrail’le ilişkilerin onarılması gerektiğinin altını çizerse doğal olarak, siz gerek Birleşik Amerika, gerek İsrail olarak bu oluşuma göz kırparsınız, bu çok normal bir şey..”
Elbette, bu sözleri bir kesin delil olarak da değerlendiremeyiz. Çünkü, sahibinin dünya görüşünü biliyoruz. Ama, ’Cemaat’ denilen hareketin, -en başta F.G. olmak üzere- üst kademelerinin gidişatı da, bu yorumlara uygun bir çizgi göstermiyor mu?
Nitekim, 21 Aralık günü, B. Amerika’nın en etkili gazetelerinden New York Times (NYT) konuyla ilgili haberinde, “Uzmanlar, tırmanan siyasi krizin, Fethullah Gülen’in Türk devleti içinde biriktirdiği gücü gösterdiğini söylüyor” yorumunu yapıyor ve Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’den, ’Gülen’in takipçilerininGezi Parkı protestocularının Erdoğan hakkındaki şikayetlerinin birçoğunu paylaştığı’ şeklindeki görüşleri aktarıyordu. Mezkûr yazar, daha sonra, ’(Hükümetle Gülen Hareketi arasında) İlk çatlakların Mavi Marmara krizi ile çıktı. Sayın Gülen’in tutumu çok netti. Türkiye’nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı’ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiğini hep söyledi.” diyordu.
Yani, ’Cemaat’, Hükûmet üzerinde aklınca bir şemsiye açıyor, ona bu şemsiye altında hareket edebileceği bir alan belirmeye çalışıyor, büyük oynuyor; sırtını bir yerlere dayayan birileri, -yabancı medyada dillendirildiği üzere- gönüllü sürgünden devlet idare etmeye kalkışıyordu.
*
Bu sözlerdeki çelişkiler bir yana, o beddualar da n’oluyor?
Bu vesileyle, F.G.’nin sitesinde 20-21 Aralık gecesi yayınlanan konuşmasından bazı başlıklara da bakmak gerekir.
Bir konuşmanın içinde bile, birbiriyle çelişen, bazen hiddetli, bazen şefkat gösterili ifadeler. ’Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülemez. Şiddet, hiddet, öfke.. Bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler.’ (…)Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Râşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.’ diyen bir kimse, daha geçen hafta, ‘devletle, siyasî iktidarla asla mücadele etmek gibi bir niyet yoktur..’ demişken, daha sonra da şu cümleleri kurabiliyordu:
’(…) Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. Bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. Onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı: “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile!..” gibi ahkâm kesmelerde bulunuyor ve sonra da, ‘Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.’ diyor ve şöyle devam ediyordu: (…)Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.
(…) Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim, (…) demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zaman da demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. (…) Eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar.. kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum.. bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.
Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.’
*
Umulur ki, bu hışımlı ifadelerinden sonra, bu sözlerin sahibi biraz rahatlamış olsun.. Ama, benim hiç bir hakaret içermeyen yazılarımdan dolayı, kendisine bağlılık ve onu sahiblenmek adına, yığınla hakaret mesajları yazanların hakaretlerini ona göndersem, ne der acaba?
Ayrıca, kendisine arka çıkan laiklerin, ulusalcıların, kemalistlerin, yeni müttefikler olarak desteğine demeli? Geçmişte onu görmezden gelen veya hakaret ve alay eden çevrelerin şimdi onun her konuşmasını yayınlamalarına ne demeli?
‘Ben Cebrail gelip parti kur dese, asla siyasetle meşgul olmam..’ diyen bir kişinin ve cemaatinin geldiği nokta açısından ilginç bir durum değil mi?
Muhammed İqbal’in deyimiyle; ‘Şeyhimiz meyhaneye gidiyor, tedbirimiz nedir, ey dostlar?’
haksöz