1 Yoo, andolsun kıyàmet gününe.
2- Yoo andolsun, özünü eleştiren, kendini kınayan nefse.
3- İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor?
4- Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter.
5- Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor.
6- Bu yüzden "Kıyamet günü ne zaman?" diye soruyor.
7- Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman,
8- Ay karardığı zaman,
9- Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman,
10- İnsan o gün "Nereye kaçmalı? " der.
11- Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.
12- O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur.
13- O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir. 14- Aslında insan kendi kendinin denetleyicisidir.
15- Birtakım mazeretler ileri sürse de.
Olumsuzluk edatının arkasından gelen bu pekiştirilmiş yeminler normal, dolaysız yeminlerden daha etkili, daha uyarıcıdırlar. Zaten bu ifadenin amacı da budur. Bu amaç Kur'an'ın başka bazı ayetlerinde de tekrarlanan bu kendine özgü üslup aracılığı ile en güzel biçimde gerçekleştiriliyor. Yeminlerin arkasından "kıyamet"in ve "özünü eleştiren nefs"in mahiyeti açıklanıyor.
Surenin akışı içinde kıyamet konusu sık sık karşımıza çıkacaktır. Şimdi "özünü eleştiren nefis" kavramını ele alalım. Elimizde klasik tefsir bilginlerinin bu kavram hakkında yaptıkları çeşitli yorumlar ve açıklamalar vardır.
Mesela Hasan-ı Basri bu konuda şu açıklamayı yapıyor: "Vallahi, müminin her zaman özünü eleştirdiğini, nefsini kınadığını görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim? Şu lokmayı niçin yedim? içimden geçirdiğim şu düşüncenin amacı neydi?' der sürekli olarak. Günahkâr kimse ise tutturduğu yolda ilerler, özünü eleştirmek hiç aklına gelmez." Yine Hasan-ı Basri başka bir açıklamasında "Kıyamet günü göktekilerden (meleklerden) ve yeryüzündekilerden (insanlardan cinlerden) kendini kınamayan bir tek kişi bile bulamazsın" diyor. İkrime bu kavramı açıklarken "insan `keşke şöyle şöyle yapsaydım' diyerek kendini hem iyilikleri konusunda hem kötülükleri konusunda kınar" diyor Said b. Cübeyr de buna yakın bir açıklama yapıyor. Abdullah b. Abbas bu kavram hakkında "Burada kendini kıyasıya eleştiren nefis kastedilmiştir. `Kıyasıya eleştirmeyi `kötülemek, kınamak' anlamında algılamak gerekir" diyor. Mücahid bu kavramı "Kaçırılan fırsatlar konusunda pişmanlık duyarak özünü eleştiren nefis" biçiminde yorumluyor. Katade "Kendini eleştiren nefisten maksat, günahkâr nefis'tir" diyor. ibn-i Cerir ise aynı konuda şunları söylüyor: "Bütün bu görüşler anlamca birbirine yakındırlar. Ayetten ilk bakışta anladığımıza göre bu kavram `iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da sahibini kınayan, kaçırılan fırsatlar için pişmanlık duyan nefis' demektir."
Bize göre bu açıklamaların en doyurucusu, en tutarlısı Hasan-ı Basri'nin açıklamasıdır. Bilindiği gibi o "sözünü kınayan nefis" kavramını şöyle yorumlamıştı; "Vallahi, müminin her zaman özünü eleştirdiğini, nefsini kınadığını görürsün. `Şu sözü ne amaçla söyledim?' `Şu lokmayı niçin yedim?', `içimden geçirdiğim şu düşüncenin amâcı nedir?' der sürekli olarak. Günahkâr kimse ise tutturduğu yolda ilerler, özünü eleştirmek hiç aklına gelmez."
İşte Allah katında üstün ve değerli nefis bu özünü eleştiren, uyanık, çekingen, sıkılgan, iç konuşmalarla kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir. Yüce Allah'ın kıyamet günü ile yanyana koyarak değer yüklediği nefis türü budur. Bunun karşı kutbunda günaha batmış nefis yer Alır. Bu günah işlemekten kaçınmayan, tutturduğu günahkârlık yolunda ısrarla ilerleyen, Allah'ın mesajını yalanlayan, islam çağrısına sırt çeviren, çalım satarak yakınlarının arasına dönen, kendini hesaba çekmeyen, kınamayan, eleştirmeyen, umursamaz ve küstah nefistir.
Evet "Yoo, andolsun kıyamet gününe; yoo, andolsun özünü eleştiren, kendini kınayan nefse" ki kıyamet günü mutlaka gerçekleşecektir. Ayetlerin anlamı, aslında budur, ama nasıl yemin edilirken olumsuzluk edatı ile söze başlayan dolaylı ifade biçimi tercih edilmiş ise üzerine yemin edilen konu olan kıyamet gününün kesinliği de açık açık söylenmeyerek belirsiz bırakılmıştır. Fakat Kıyamet gününün geleceği gerçeği, bu uyarıcı girişin arkasından sanki yeni bir konuya giriliyormuş gibi bağımsız bir biçimde gündeme getirilmiştir. Okuyalım:
"İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor? Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter."
Yeniden diriliş gerçeği konusunda müşriklerin kafasını en çok kurcalayan mesele yere gömülmüş, çürümüş, toprağa karışmış olan insan kemiklerinin nasıl biraraya getirileceği idi. Bunun olabileceğini bir türlü akılları almıyordu. Bu gün bile böyle bir şeyi imkansız sanan, kafalarına sığdıramayan kimseler vardır. İşte Kur'an bu kuşkuyu, çürümüş insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargıyı zihinlerden silmeye çalışıyor bu olayın meydana geleceğini kesinlikle dile getirerek "Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter" diyor.
Ayetin orjinalinde geçen "benan" sözcüğü "parmak uçları" anlamına gelir. Ayet çürümüş kemikleri biraraya getirme işleminin kesinliğini, bundan daha üst düzeyde, daha karmaşık bir işlemin gerçekleştirileceği gerçeğine, yani parmak uçlarını yeniden yapılandırma, parçalarını yerine koyup onları eski durumlarına getirme işleminin gerçekleştirileceği gerçeğine bağlıyor. Bu kinayeli bir ifadedir. Anlatmak istediği şudur: İnsan organizması, en küçük parçasına varıncaya kadar eski bütünlüğü ile yeniden diriltilecektir; öyle ki, parmak uçları bile eksik bırakılmayacaktır; ayrıca organizmanın hiçbir parçasının yeri değiştirilmeyecek, düzenli biçimde yeniden yapılandırılacak; küçük büyük hiçbir organ ne ihmal edilecek ve ne biçim değişikliğine uğratılacaktır.
Burada bu pekiştirilmiş açıklama ile yetiniliyor. Surenin sonunda ilk yaratılış gerçeğine ilişkin yeni bir kanıtla karşılaşacağız. Burada bu pekiştirilmiş açıklamanın arkasından bir de yeniden dirilişe yönelik kuşkunun insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargının psikolojik sebeplerine parmak basılıyor. Sebep şu: insanoğlu kötülük yapmak istiyor, tutturduğu kötü yolda ilerlemek istiyor, kötü yoldaki ilerleyişini hiçbir şeyin engellememesini istiyor, hesap verme ve azaba çarptırılma gibi yaptırımlar önüne çıkmasın istiyor, bundan dolayıdır ki, yeniden dirilmeyi, kıyamet gününü zayıf bir ihtimal olarak görüyor. Okuyoruz:
"Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor. Bu yüzden `kıyamet günü ne zaman?' diye soruyor."
Soruda uzun sesli bir soru edatı olan "eyyane" kullanılıyor. Bu da soruyu soranın o günün geleceğine zayıf bir ihtimal gözü ile baktığını kanıtlar. Bu soru biçimi ile insanın kötülük yapmaya ve günahkârlığı sürdürmeye ilişkin arzusu arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bu insan kötü yolunda dolu-dizgin ilerlerken önüne yeniden dirilme ve ahiret hayaleti dikilsin istemiyor. Ahiret, kötülüğe düşkün nefsin dizgini, günah tutkunu kalbin engelidir. Bu yüzden günahkârlığı sürdürmek isteyen insan bu engele yolundan kaldırmaya, bu dizginden kurtulmaya kalkıyor. Amacı hesaplaşma günü endişesi taşımadan kötülük ve günah işlemeye devam etmektir.
Böyle olduğu içindir ki, kıyamet günü ile alay eden, onun geleceğini zayıf bir ihtimal olarak gören bu soruya hemen ve bekletmeden, şimşek hızı ile cevap veriliyor. Bu hızlılık ve çabukluk hem kullanılan sözcüklerin ses yapılarına hem de ifadenin mesaj özelliğine yansıyor. Çünkü soruya bir kıyamet sahnesi ile cevap veriliyor ve sahnede duyu organları, duygular ve evrensel görüntüler birlikte karşımıza getiriliyor. Okuyalım:
"Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman, Ay karardığı zaman, Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman, İnsan o gün `Nereye kaçmalı?' der."
O gün gözler seğirir, yuvalarında şimşek hızı ile bir o yana, bir bu yana dönerler. Ay kararır, ışığı kaybolur. Daha önce ayrı ayrı yörüngelerde dönen güneş ile ay biraraya gelir. Böylece gök cisimlerinin o eşsiz ve ince düzeni bozulmuş olur. Bu korku ve panik içinde paniğe tutulan insan "Nereye kaçmalı?" diye sorar. Bu soru, onun duyduğu dehşetin ve korkunun boyutlarını ortaya koyar. Sanki her yanına bakıyor ve sonunda önünün kapalı olduğunu, kapana sıkıştırıldığını görüyor gibi bir imaj canlanıyor bu soruda.
O gün bir sığınak, bir koruyan bulunamaz. Yüce Allah'ın ezici pençesinden ve yakaya yapışmasından kurtuluş yoktur. Dönülecek, durulacak tek yer O'nun huzurudur, başka bir varılacak konaklanacak yer bulunamaz. Okuyalım:
Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.
O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur."
İnsan dünyada hiç hesaba çekilmeden, davranışlarına uygun karşılıklar biçilmeden günah işlemeye devam etmek isterdi ya. O gün bu arzuya yer yok. Tersine o gün yaptıklarının bir bir hesabını verecek, unuttuğu davranışları kendisine tattırılacak; yaptıkları kendisine hatırlatıldıktan, hatta bunlar önüne getirildikten sonra onların sorumlulukları ile yüzyüze getirilecektir. Okuyalım:
"O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir: '
Yani insanın hem ölmeden önce işlediği bütün davranışlar, hem de bu davranışların öldükten sonra geride kalan izleri -iyilik olsun, kötülük olsun- kendisine bildirilir. Dünyada iz bırakan bazı davranış türleri vardır ki, bunlar hesaplaşma işleminin sonunda sahiplerinin puan hanelerine eklenirler.
Bu sırada insan davranışlarına çeşitli mazeretler, çeşitli bahaneler gösterebilir. Fakat bu mazeretlere kulak asılmaz. Çünkü insan ile nefsi arasında sıkı bir sorumluluk bağı öngörülmüştür. insan, nefsini iyiliğe iletmekle, bu yolda ona rehberlik etmekle yükümlüdür. Madem ki, bunun tersini yaparak onu kötülüğe sürüklemiştir, şimdi onun yükünü taşıyacak, hatta onun aleyhine tanıklık yapacaktır. Okuyalım:
"Aslında insan kendi kendisinin denetleyicisidir. Birtakım mazeretler ileri sürse de."
O güne ilişkin her şeyin hızlılığı ve kısalığı gözümüzden kaçmıyor. Ayetler, duraklar, müziğin havası ve ritmi, gözlerimizin önünde yıldırım hızı ile akıp giden görüntüler, hatta hesaplaşma işlemi bile son derece çabuk ve kısadır; "O gün insanın gerek yapıp önünden gönderdiği, gerekse arkasında izleri kalan tüm işleri kendisine bildirilir." İşte böyle, son derece çabuk ve özet olarak. Bu çabukluk yaşama sürelerini uzun bularak yapay bir sabırsızlık gösteren ve aslında hesaplaşma gününü hafife alan kâfirlerin tutumlarına uygun düşen bir karşılıktır.
Bunun arkasından Peygamberimize vahiy ve Kur'an'ı algılama konusunda özel direktif niteliğindeki dört ayete sıra geliyor. Okuyalım:
16- Ey Muhammed, Cebrail sana Kur'an'ı okurken, acele edip onun söylediklerini tekrarlama. 17- Bu Kur'an'ı senin hafızanda toplamak ve sana okumak bize düşen bir iştir.
18- Sana onu okuduğumuzda, onun okunuşunu izle.
19- Sonra onu sana açıklamak da bize düşen bir iştir.
Surenin girişinde bu ayetler hakkında söylediklerimize şimdi şunları eklemek istiyoruz. Bu ayetlerin vicdanlara aşıladıkları mesaja göre Kur'an'ın işi vahiy, koruma, toplama ve açıklama bakımından bütünüyle yüce Allah'a bağlanıyor O konuda Peygamberimize sadece onu taşıyıp insanlara duyurmak düşüyor. Bu ayetlerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta da Peygamberimizin kendisine indirilen vahyi kavrama konusunda ne kadar titiz davrandığı, bu görevini ne kadar ciddiye aldığı ve kendisine sunulan sözlerin bir cümlesini, hatta bir kelimesini unutmaktan ne kadar büyük bir korku duyduğudur. İşte bu korkunun dürtüsü ile kendisine Kur'an okuyan Cebrail'i ayet ayet, kelime kelime izliyor, böylece ilahi mesajın hiçbir sözcüğünü kaçırmadığından emin olmak istiyor, sonraki ezberinin eksizliğini güvenceye almaya çalışıyor.
Bu olayın elimizdeki Kur'an'da yerini alarak "Tescil" edilmesi gerek şimdi burada, gerekse daha önce surenin girişinde değindiğimiz mesajların kökleştirilmesi bakımından son derece önemlidir.
İNSAN FITRATI
Daha sonraki ayetlerde kıyamet sahnelerinin sunulmasına ve orada "kendini kınayan nefs"in başına geleceklerin anlatılmasına devam ediliyor. insanlara nefislerinin iç yüzü tanıtılıyor, orada egemen olan dünya sevgisine, dünyaya dalıp ahireti gözardı etme, ya da yeterince umursamamaya parmak basılıyor. Bu gafletin arkasından insanların ahirette nasıl bir durumla karşılaşacakları, orada başlarına nelerin geleceği vurgulanıyor. Bu durum canlı, güçlü mesajlı ve derin etkili bir sahnede gözler önüne seriliyor. Okuyoruz:
20- Hayır hayır! Ey insanlar, sizler şu kısa süreli dünyayı seviyorsunuz. 21- Ahireti gözardı ediyorsunuz.
22- O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parlar.
23- Onlar Rabblerine bakar.
24- O gün birtakım suratlar da asıktır.
25- Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kaygısını taşırlar.
Bu ayetlerde sözcük ve anlam arası uyum açısından dikkatimizi ilk çeken özellik dünya "acile" diye adlandırılmasıdır. Bu sözcük arz harfli oluşu yüzün-den dünya hayatının kısalığını ve çabuk gelip geçtiğini anlatmasının yanısıra -ki burada verilmek istenen asıl mesaj budur- bu sözcükle daha önce sunulan ahiret tablosu arasında, ayrıca yine bu sözcük ile yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik "Ey Muhammed, Cebrail sana Kur'an'ı okurken acele edip onun söylediklerini tekrarlama, bu amaçla dilini hareket ettirme" biçimindeki buyruk arasında uyum vardır. Çünkü bu buyrukta yeralan "hareket ettirme" ve "acele etme" kavramları dünya hayatında insanın özelliğini simgeleyen başlıca eylemlerdir. Bu çağrışım Kur'an'ın, hızlı akışı içinde gözardı etmediği ince ve anlamlı bir uyumdur.
Daha sonra gözlerimizin önünde eşsiz bir tablo canlandırılıyor. Şimdi bu tablo ile başbaşa kalalım: "O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar. Onlar Rabblerine bakarlar."
Bu ayetlerde sözcüklerin anlatamayacağı ve aklın mahiyetini kavrayamaya-cağı bir duruma hızlı bir şekilde işaret ediliyor. Bu hal, mutlu cennetliklerin kendilerine vaadedilen benzersiz bir mutluluğa hazırlandıkları andır. Bu mutluluk karşısında içerdiği bütün nimet türleri ile cennet bile sönük kalır.
İşte ışıl ışıl parıldayan yüzler. Bu parıltıyı Rabblerine bakmaktan alıyorlar. Rabblerine, ha! Bu ne yüksek düzeyli bir mertebe! Bu ne erişilmez bir mutluluk!
İnsan ruhu zaman zaman yüce Allah'ın yaratma sanatının evrende ya da insanın kendisinde beliren bir pırıltısının göz kırpmasının hazzını yaşar. Bu parıltı kimi zaman mehtaplı bir gecede, kimi zaman zifiri karanlıklarda, kimi zaman ışıyan tanyerinde, kimi zaman uzayıp giden gölgede, kimi zaman dalgalı denizde, kimi zaman engin çöller ortasında, kimi zaman gönül okşayan bir bahçede, kimi zaman iç açıcı bir tomurcukta, kimi zaman soylu bir kalpte, kimi zaman güven yüklü bir inançta, kimi zaman onurlu bir sabırda, kimi zaman da başka bir varlık kesitinde insana göz kırparda kalbi neşeye boğar, gönlü mutlulukla doldurup taşırır, ruha ışıktan kanatlar takarak onun engin ve özgür alemlerde süzülmesini sağlar. O anda hayatın dikenleri, acıları, çirkinlikleri, toprağın çekimi, etin ve kanın ağırlığı, arzuların ve ihtirasların çatışmaları yokoluverir.
Peki, eğer insan yüce Allah'ın sanatının pırıltılı bir örneğine değil de doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi "cemal"ine bakarsa durum nice olur?! Hey, bu öyle bir makamdır ki, önce yüce Allah'ın lütfuna, sonra da O'nun vereceği dayanma gücüne muhtaçtır. Çünkü bu dayanma gücü olacak ki, insan kendine hakim olabilsin, böyle bir şok karşısında kendini kaybetmesin de bu tarife sığmaz ve akıl tarafından özü kavranmaz mutluluğun tadını duyabilsin. Evet;
"O gün birtakım yüzler ışıl ışıl parıldar."
Nasıl parıldamasınlar ki, mutlu gözler, doğrudan doğruya Rabblerinin "Cemal"ine bakıyorlar.
İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki bir sanat eseri ile, mesela göz kamaştırıcı bir tomurcukla, gönül okşayıcı bir çiçekle, süzülen bir kuş kanadı ile soylu bir insan ruhu ile, onurlu bir davranışla göz göze gelince mutlu olur, bu mutluluk kalbinden taşarak yüz hatlarına yansır, çehresinde parlaklık ve gülümseme belirir. Peki, bir de bu insanın güzelliğin uyandıracağı mutluluğu gölgeleyebilecek bütün engellerden arınmış olarak doğrudan doğruya yüce Allah'ın "Cemal'ine baktığını düşünelim. Acaba o zaman durum nasıl olur? insan varlığı, normal olarak böylesine yüce bir mertebeye eremez. Erebilmesi için bu hayale sığmaz doruğa yükselmesini önleyebilecek her türlü engelden, her türlü gölgeden kurtulmuş olması gerekir. Sadece çevresini saran dış engellerden ve gölgelerden kurtulmuş olması yetmez. Bunun yanısıra özünde varolabilecek Allah'a bakma dışındaki bütün gereksinimlerden ve eksiklik duygularından da arınmış olmalıdır.
Peki, insan yüce Allah'ın "Cemal"ini nasıl, hangi organı ile ve hangi yöntemle görür? bunlar bu ayetin sunduğu sevinçle, coşku ile, mutlulukla, kabına sığmaz uçarılıkla, özgürlükle ve heyecanla iletişim kuran mümin bir kalbi hiç ilgilendirmeyen boş sözler, anlamsız tartışmalardır.
Niye bazı insanlar, ruhlarını bu sevinç ve mutluluk kaynağı nurla öpüşmek-ten yoksun bırakarak, alışılmış kavramlara bağımlı insan aklı aracılığı ile kavranması mümkün olmayan bu sınırsız gerçeği tartışma konusu yaparlar? insan varlığının o gün böyle bir sınırsız gerçeğin doruğuna tırmanmasının beklenebilmesi için toprak kaynaklı ve sınırlı yapısının kayıtlarından arınması gerekir. Bu arınmada olmaksızın böyle bir yüzleşmenin gerçekleşmesini umması bir yana, onun hayalini bile kafasında canlandıramaz.
Buna göre cennette yüce Allah'ın görülüp görülemeyeceğine ilişkin gerek mutezile mezhebinin, gerek ehl-i sünnet karşıtlarının ve gerekse kelâm bilginlerinin giriştikleri uzun ve bıktırıcı tartışmalar boş ve anlamsızdır.
Bu tartışmanın tarafları bu büyük gerçeği yeryüzü kaynaklı kriterle değerlendiriyorlar, yeryüzü çekimli kavramlara bağımlı aklın baskısı altındaki insandan sözediyorlar, bu sınırsız gerçeği sınırlı kavrama güçlerinin kapasitesine sığdırmaya çalışıyorlar.
Kullandığımız sözcüklerin anlamları bile aklımızın sınırlı kavrama kapasitesine ve hayal ufkumuzun sınırlarına bağlıdır. Sözcükler kafanızdaki kavramların bağımlılığından kurtulup özgürleşince nitelikleri değişir. Sözcükler, anlam kapasiteleri insan kafasındaki kavramlara bağlı olarak değişen birer sembolden başka birşey değildirler. Eğer insanın kavrama kapasitesi değişirse bu kapasite ile birlikte kafasındaki kavram birikimi de değişir. O zaman bu değişimin doğal bir sonucu olarak sözcüklerin anlamları da değişir. Bizler yeryüzünde düşünme kapasitemizin elverdiği oranda bu semboller aracılığı ile düşünür, iletişim kurarız. O halde kelimelerinin anlamlarını bile değişmez bir zemine oturtamadığımız sınırsız bir gerçeği nasıl tartışma konusu yapabiliriz?
Buna göre sırf bu gerçeği hayal etmemizin sağladığı uçsuz-bucaksız mutluluğu ve kutsal sevinci beklemeye koyulalım. Ruhlarımız bu beklentinin coşkunluğu ile meşgul olsun. Çünkü bu beklenti başlıbaşına öyle büyük bir nimettir ki, ancak doğrudan doğruya yüce Allah'ı görme nimeti onun üzerine çıkabilir. Devam edelim:
"O gün birtakım suratlar da asıktır.
Bel kırıcı bir belaya uğrayacakları kanısını taşırlar."
Bu yüzler kara, asık ve mutsuzdurlar. Yüce Allah'ı görmekten, hatta böyle bir umudu taşımaktan uzaktırlar. Sebep günahları, geriye doğru gitmeleri, kirlilikleri ve körelmişlikleridir. Bu yüzden bel bükücü, omurgayı kırıcı bir felâkete uğramanın beklentisi içinde endişeli, hüzünlü, karamsar ve gergin mimiklidirler. Suratlarının, somurtuk ifadelerinin, gergin çizgilerinin ve kırışık alınlarının kaynağı bu kaygılı bekleyiştir.
Çünkü onlar bu ahireti gözardı ediyorlar, umursamıyorlar. Sadece geçici dünyaya önem veriyorlar, sırf onu seviyorlar. Oysa önlerinde "o gün" vardır. O gün akıbetlerin değişeceği gibi yüzler de farklı olacaktır. Bu fark öylesine büyük olacak ki, kimi yüzler Rabblerine bakarken ışıl ışıl parıldarken kimi çehreler de bel kırıcı bir felakete uğramanın kaygılı beklentisi içinde asık ve gergin olacaklardır.
ÖLÜM
Yukardaki ayetlerde çarpıcı kıyamet sahneleri ile yüzyüze geldik. Bu sahnelerde gözlerin yuvalarında fıldır fıldır döndüğünü, ayın karardığını, ay ile güneşin üstüste kapaklandıklarını, o gün insanoğlunun "nereye kaçmalı?" diye sormasına rağmen kaçacak bir delik bulamadığını, birbirinden alabildiğine farklı akıbetlerin ve çehrelerin ortaya çıktığını, Rabblerine bakarken ışıl ışıl parıldayan yüzler yanında, ağır ve bel kırıcı bir felaketle karşılaşmanın kaygılı beklentisi içinde asık ve donuk çehrelerin ortalıkta dolaştığını gördük.
Bu sahnelerin duygulara yönelik etkileyici gücü içerdikleri gerçeğin gücünün yanısıra Kur'an'ın somut ve canlı üslubundan kaynaklanmıştı. Sure, bu sahnelerin ardından başka bir sahne sunuyor. Dinleyicilerin sanki elleri ile dokunabilecekleri biçimde somut olan bu sahne yeryüzünde her an tekrarlandığı için gücünü, ağırlığını ve belirginliğini herkese hissettiren bir olguyu gözler önüne seriyor. Sahne ölüm sahnesidir. Her canlının son durağı olan ölüm. Hiçbir canlının ne kendi başından ne de başkalarının başlarından savamayacağı ölüm. Sevgilileri birbirinden ayıran, duraklamadan, sağa-sola bakmadan yoluna devam eden; yaşlıların çığlıklarına, ayrı düşenlerin yakınmalarına, sevenlerin sevgilerine ve korkanların korkularına kulak vermeyen ölüm. Sıradan zavallıları yere serdiği kolaylıkla zorbaları da yere seren, ezilenlere pençe attığı şiddetle ezenlere de pençe atabilen ölüm. İnsanların karşısında hiçbir kurtuluş çaresi bulamadıkları, buna rağmen ezici gücüne karşı önlem almadıkları ölüm. Okuyoruz:
26- Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman. 27- "Bu hastayı iyileştirecek biri yok mu?" diye sorarlar. 28- Adam, ayrılma zamanının geldiğini anlar.
29- Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır.
30- O gün Rabbine doğru yolculuk vardır.
Bu sahne can çekişmesi sahnesidir. Ayet bu sahneyi somut biçimde okuyucuların gözleri önüne seriyor. Sanki olay şu anda oluyormuş, sanki ruh, sözcükler arasından fırlayarak hareket ediyormuş gibi bir izlenim bırakıyor. Tıpkı fırça darbeleri altında tablonun hatlarının belirmesi gibi. Evet;
"Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman: '
Can köprücük kemiğine dayanınca son nefes verilmek üzere demektir. Bu sahne, ölüm adayı için koma sahnesi, gözleri faltaşı gibi açtıran çırpınma sahnesidir. O sırada ölüm adayının çevresini saran yakınları çırpınan ruhun ızdırabını dindirmek için çare, son umutla bir çıkar yol aramaya koyulurlar. İşte;
"Bu hastayı iyileştirecek var mı?' diye sorarlar."
Ölüm adayı son nefes savaşının ve koma halinin çırpıntılarını yaşıyor. Öyle ki;
"Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır."
Artık çare yok. Hiç bir kurtuluş ümidi kalmadı. Son aşamada her canlının çıkacağı yolculuğun son yolu belirmiştir artık. Okuyoruz:
"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."
Sahne harekete geçecek ve konuşacak kadar canlıdır. Her ayet bir başka hareketi somutlaştırıyor. Her cümle, tabloya yeni bir çizgi katıyor. Böylece can çekişme anı donduruluyor; onunla birlikte yaş, şaşkınlık, çaresizlik, çığlıklar ve acı gerçekle yüzyüze gelmişlik de somutlaşıyor. Öyle bir acı ve buruk gerçek ki, baştan savılması, geriye çevrilmesi sözkonusu bile değil. Sonra kaçınılmaz son ile yüzyüze geliniyor. Evet;
"O gün Rabbine doğru yolculuk vardır."
Bu buruk sahnenin perdesi ansızın iniveriyor. Ama gözlerde görüntüsü, duyu organlarında sarsıcı etkisi, çevredeki havada tüyler ürpertici suskunluğu vardır. Bu ciddi, gerçeği yansıtıcı, çırpıntılı ve acıklı sahneyi gerçeği yalanlayanların, umursamazların sahnesi izliyor. Bu adamlar ölüm ve sonrası için hiçbir hazırlık yapmazlar. Tersine günah ve yüz çevirme biriktirirler. Zamanlarını oyunla, eğlence ile öldürürler. Üstelik bu günahkâr ve gerçeğe yüz çevirici tutumları ile çalım satarlar. Okuyoruz:
31- Adam ne inandı, ne namaz kıldı.
32- Tersine inkâr etti ve sırt çevirdi.
33- Sonra çalım satarak ailesinin yanına döndü.
Elimizdeki bilgilere göre bu ayetlerde belirli bir kişi kasdedilmiştir. Söylendiğine göre bu kişi "Ebu Cehil" lâkabı ile tanınan Amr b. Hişam'dır. Mekkeli müşriklerin bu azılı elebaşısı zaman zaman Peygamberimizin yanına giderek O'nun okuduğu Kur'an'ı dinler, sonra çekip giderdi. Ne iman eder, ne gerçeğe boyun eğmeye yanaşır, ne haddini bilir, ne Allah'tan korkardı. Tersine Peygamberimize ağır sözlerle sataşır, insanların Allah'ın yoluna girmesine engel olurdu. Sonra da iyi bir iş yapmış gibi çalım satarak, yaptığı kötülüklerle övünerek yakınlarının yanına koşardı.
Ayetler adamı alaya Alıyor, kendisi ile gırgır geçiyorlar. Durumu gerçekten komiktir. Çalım satışı, omuz kabartma, çirkin ve abartılı bir hava atma pozu ile tasvir ediliyor.
Aslında Allah'a çağrı tarihi boyunca nice Ebu Cehiller görülmüştür. Bunlar gerçeği işitirler, fakat bu sese yüz çevirirler. Son derece maharetle insanları Allah yolundan alıkoyarlar, dava adamlarına eziyet ederler, kalleşçe tuzaklar kurarlar ve gerçeğe sırt çevirirler. Böyle yaparken kalleşlikleri ile, puştlukları ile, kötülükleri ile, bozgunculukları ile, insanları Allah yoluna girmekten alıkoyan zorbalıkları ile, yüce Allah'ın dini ve inanç sistemi önünde kurdukları tuzaklar ile övünürler.
İşte okuduğumuz ayetler bu burnu büyük bozguncuların şımarıklıklarına şu sert bir tehditle karşılık veriyor:
34- Vay başına geleceklere!
35- Yine vay başına geleceklere!
Bu ifade tehdit ve yıldırma içerikli bir halk deyimidir. Nitekim bir defasında Peygamberimiz, Ebu Cehil'i gırtlağından tutup sarsarak kendisine "Vay başına geleceklere! Yine vay başına geleceklere!" dedi. O Allah'ın düşmanı ise Peygamberimize "Vallahi, ne sen ve ne de senin Allah'ın bana hiçbir şey yapamazsınız. Ben şu iki dağ arasında yürüyenlerin en büyüğüyüm" diye karşılık vermişti. Peki sonra ne oldu? Yüce Allah, Bedir savaşında Peygamberimize ve güçlü, ezici, yüce Allah'a inananların eli ile bu şımarık zorbayı yakalayıp tepeleyiverdi. Daha önce de Firavun, soydaşlarına şöyle demişti:
"Ey ileri gelen soydaşlarım, sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum."(Kassas 30)
"Mısır ülkesinin egemenliği ve şu ayaklarımın altından akan nehirler benim değil mi?"(Zuhruf 51) Fakat yüce Allah, sonunda onu da yakalayıp tepeledi.
Allah'a yönelik çağrı tarihi boyunca soyunun kalabalıklığı ile, kaba gücü ile ve saltanatı ile övünen, bunları birşey sanarak yüce Allah'ı ve O'nun zalimleri kıskıvrak yakalayan güçlü elini unutan nice Firavunlar görülmüştür. Sonunda Allah sivrisinek, karasinek önemsizliği ile onları tutup haklayıvermiştir. Evet, ne diyorduk. insanın bu son anı, daha önce bildirilen "ecel" anıdır. O an ne önceye alınabilir ve ne de ertelenebilir.
İNSAN BAŞIBOŞ BIRAKILACAĞINI MI SANIYOR?
Surenin sonunda kalplere, insan hayatının pratiğini köklü biçimde etkileyen başka bir gerçeğin fiskesi ile dokunuluyor. Bu gerçek yüce Allah'ın insan hayatını önceden tasarladığını ayrıntılı bir plâna bağladığını gösterdiği gibi kafirlerin şiddetle inkar ettikleri yeniden dirilişe de kanıt oluşturur. Fakat ne bu gerçek ile yüzyüze gelmekten kaçabilirler ve ne de onun kanıtlayıcı fonksiyonunu, anlamını gözardı edebilirler. Okuyalım:
36- İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?
37- O fışkıran meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?
38- Sonra embriyoya dönüştü, sonra Allah onu yaratıp biçimlendirdi. 39- Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetti.
40- Bunları yapan Allah, ölüleri diriltemez mi?
Derin anlamlı mesajlarla yüklü olan bu son kesit, Kur'an'ın o günkü ilk muhataplarının akıllarının ucundan bile geçmeyen birkaç köklü anlamlı gerçeğe dikkatimizi çeker. Bu gerçeklerin ilki, insan hayatının önceden tasarlandığı, kesin bir plana bağlı olduğu gerçeğidir. Okuyoruz:
"İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
Kur'an'ın o ilk muhataplarının anlayışlarına göre hayat, sebebi, amacı ve ideali olmayan birtakım hareketler zinciri idi. insanlar rahimler tarafından dışarıya atılıyorlar ve mezarlar tarafından yutuluyorlardı. Bu iki aşamanın arası oyundan, eğlenceden, süsten-gösterişten, övünme yarışından, hayvana özgü kısa vadeli zevklerden ibaretti. Tüm evrene egemen olan bir yasalar sistemi varmış, bu yasaların gerisinde bir amaç ve o amacın gerisinde de bir hikmet yatıyormuş. İnsan bu hayata belirli bir plân uyarınca gelmişmiş. Bu hayat bir hesaplaşma ve ödül-ceza işlemi ile noktalanacakmış, insan şu yeryüzündeki serüveni, sözkonusu hesaplaşma ve ödül-ceza aşamasında sonuçlanacak bir sınav sürecinden ibaretmiş. Bütün bu ayrıntılı ve birbirine bağlı düşünceler ve bu düşüncelerin gerisindeki güçlü, plânlayıcı, hikmet sahibi, herşeyi bir ön-tasarıya göre yapan ve herşeyi belirli bir sonuca ulaştıran ve "Allah" bilinci o günkü insanların zihniyetlerine ve kafa yapılarına uzak ve yabancı kavramlardı.
İnsanı hayvandan ayıran özellik, insanın olaylara, zamana ve amaçlara bağlılık bilinci, gerek kendi soyunun ve gerekse çevresindeki tüm varlıkların bir amacı, bir maksadı yolundaki misyonudur. Bunlar da yetmez. insanın, insan sayılabilmesi için bu bilince ve ufuk genişliğine bağlı olarak insanlık merdivenlerinin basamaklarında sürekli bir tempo ile yükselmelidir, evrende işleyen yasal sistemin varlığına ilişkin duyarlı bir düşünce taşımalıdır, olaylar ve nesneler ile bu yasalar arasındaki sıkı bağı farketmelidir. Ömrünü birbirinden kopuk olaylar ve zaman dilimleri biçiminde algılayarak yaşamamalıdır. Zaman, yer, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasında kafasında bağ olmalıdır. Sonra bütün bunlar ile evren bütünü ve onun yasaları arasında bağ kurmalıdır. Son aşama da bu saydıklarımızın bütünü ile yoktan var edici, planlayıcısı, hiçbir şeyi boşuna yaratmayan, yarattıklarını başıboş bırakmayan yüce irade arasında bağ kurmalıdır.
Kur'an'ın sağladığı ufuk genişliği sayesinde o eski çağda insanların kaydettikleri bu düşünce aşaması, o günün yaygın düşünceleri ile karşılaştırma yaptığımız takdirde müthiş bir aşamadır. Bu aşama insanlığın tanıdığı, evrene ilişkin klâsik ve modern felsefelere göre bu gün de müthiş bir transformasyon olma özelliğini halâ korumaktadır.
"İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
Kur'an'ın bu yoldà insan kalbine yönelttiği dokunuşlardan biridir. Amacı insanın sağına-soluna dikkatli bakarak kendi varlığını tüm evrene ve evren bütününü planlayan yüce iradeye bağlayan bağların, irtibat kanallarının, hedeflerin, amaçların, gerekçelerin ve sebeplerin farkına varmasını sağlamaktır.
Bu ayetin arkasından insanın başıboş bırakılmayacağını kanıtlayan somut ve yalın bir gerçeğe ışık tutuluyor. Sade ve duru bir dille anlatılan bu somut gerçek insanın ilk yaratılış gerçeğidir. Okuyalım:
"O, fışkıran meniden oluşmuş bir sperma değil miydi?
Sonra embriyoya dönüştü, sonra Allah onu yaratıp biçimlendirdi. Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetti."
Şu "insan" denen varlık nedir? Neden yaratıldı? Başta nasıl bir şeydi? Sonra nasıl oluştu? Dünyaya gözünü açıncaya kadar ki büyük yolculuğunu nasıl geçirdi? O ilk defa tamla su, fışkırtılan, ana rahmine atılan bir meni damlası değilmiydi? Bu meni damlacığı, küçücük tek bir hücreden ana rahminde kendine özgü konumdaki bir embriyoya dönüşmedi mi? Rahmin çeperlerine asılarak yaşayan ve besinini sağlayan bir embriyo aşamasına geçmedi mi? Bu hareketi ona kim ilham etti? Ona bu gücü kim verdi? Onu bu yöne kim yöneltti?
Daha sonra kim onu dengeli yapılı, uyumlu organlı, ilk başta yumurtalı bir tek hücreden ibaretken milyarlarca hücreden oluşmuş organizmalı aşamaya geçirdi? insan yavrusunun tek hücre aşamasından biçimlenmiş "cenin" aşamasına varıncaya kadar aldığı mesafe ve yolculuğunun cenin aşamasında geçirdiği değişmeler doğumundan ölümüne kadar yaşadığı olayların tümünden ve aştığı mesafelerin toplamından daha uzun ve daha geniş çaplıdır. bu uzun yolculukta kim ona rehberlik etti? Çünkü o küçücük ve güçsüz bir yaratıktır. Ne aklı ne kavrama yeteneği ve ne de deneyimi vardı.
O tek hücreden son aşamada erkek ile dişiyi kim türetti? Hangi irade bu hücreye dişi olmasını empoze ederken, şu hücreye erkek olmasını empoze etti? Yoksa biri bu işe el attı da ana rahminin karanlıkları içinde bu hücreleri bu yolda tercih yapmaya mı iletti?
Bunları düşünürken plânlayıcı, fakat fark edilmez bir elin varlığını kabul etmek kaçınılmaz olur. İşte bu farkedilmez el, ana rahmine atılmış meni damlacığına uzun yolculuğunda rehberlik etmiş ve sonunda onu belirttiğimiz aşamaya erdirmiştir; yani "Sonra ondan erkek ve dişi çiftler türetmiştir: '
Kendini insana ister-istemez kabul ettiren bu gerçeği, surenin işlediği gerçeğin bir çoğunu içeren şu geniş kapsamlı mesaj izliyor. Okuyoruz:
"Bunları yapan Allah, ölüleri diriltemez mi?"
Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. O ölüleri diriltebilir. Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. O yeniden dirilişi gerçekleştirecek güce sahiptir.
Hayır hayır! Her türlü noksanlıktan tenzih ederiz O'nu. Kendini ister-istemez kabul ettiren bu gerçek karşısında insanın yapabileceği tek şey titreyip aklını başına toplamaktır.
İşte sure bu kesin, bu net, bu derin etkili, bu güçlü, bu insan kafaları insan varoluşu ve bu varoluşun gerisindeki ilahi plân ve tasarı bilinci ile doldurup taşıran mesajla noktalanıyor.