Eraslan'ın "Nasıl bir eviniz olsun istersiniz..." başlıklı yazısının bir bölümü şöyle:
Son dönem yapılaşmalarımız hakkında Mimar Emine Öğün şunları söylüyor: ''Ülke olarak sefertaslarını üretmeye devam edersek birlikte yaşama kültürümüzü tamamen tasfiye edeceğimiz için, ülke tanımını bile yapamaz hale gelebiliriz. Bu şekilde toplumdaki insanları ‘Benim ülkem’ diyemeyecekleri kadar yapayalnız bireylere dönüştürürsünüz. Gün gelir ‘seferberlik ruhu’ denildiğinde kimse parmağını oynatmaz. Batı şu anda böyle.'' Mimarinin bir ruhu olduğunu okuyorsunuz bu tesbitlerle. Yaşam alanımızı, mekan tasarımı üzerinden örgütleyen mimarinin, aslında bizi öngörülen bir hayat tarzına tahkim ettiğini ne kadar farkındayız...
***
Hz.Resulullah (s), Medine'deki Mescit'te namaz kılarken, hurma dallarıyla örülmüş gölgelik tavana, zaman zaman başı değecek gibi olurdu. Yağmurlu bir günün sonunda hurma dalları iyice bel verip aşağı doğru sarkınca, biraz yukarı kaldırılmasını rica etti arkadaşlarından. Bugün, Mekke'de Kabe'ye deccal edasıyla bakan Zemzem Tower adlı kötülük, 817 metre uzunluktadır.
***
Mimar Mehmet Öğün'ün sorusu beni altüst etti. Böyle bir soru sormamışım bugüne değin. Ne kadar büyük bir boşluk, toyluk, hazırlıksızlık, yersizlik, hüzün, eğretilik, hicret, sürgün, veda... Benim yetiştiğim dönemde, ev-bark işleri dünyalıktan sayılırdı, insanlar evden barktan sözederken mahcubiyet duyarlar, Allah ahiretimizi mamur etsin diyerek bu işi ölümden sonraya tehir ederlerdi, belki bundandır. ''4Defter, Rumeli Rüzgarı''nda anlattığım muhacirlik kaderinin de etkisi vardır. Memur çocuğu olarak lojmanlarda geçirdiğimiz günlerimiz.. Mütedeyyin kesimin kahir ekseriyetinin yaşadığı kıt kanaatlik hali, siyaseten durduğumuz antikapitalist düzey, sosyal toplumculuk fikriyatımız, dünya müslümanlarıyla yoksullluğu ve direnişi paylaşmaya dair dayanışmacı yaklaşımlarımız gibi tüm yetmişleri, seksenleri, doksanların ikinci yarısına kadar bizi bir arada tutan, zamanın ruhunu da unutmadan...
Biz, uluorta öyle güzel şeyler isteyemedik dünyadan... Şimdilerin hoyratlığında geçmişe dair tüm bu kısıtlanmışlıklar da vardır. Ama ''gitmek'' bizde saplantıdır, evsizliğimizin orijinidir.
Niye Cihan Aktaş'ın son kitaplarından birisi kaldığı otellerle ilgiliydi. Yıldız Ramazanoğlu niye seyahatname yazmayı önemsiyordu. Niçin Ömer Lekesiz için ev değil de sahhaftı ikametgah. Niye Akif Emre'nin çizgisiz defterinden hep yol ve yürüyüş çıkıyordu. Tarık Tufan'ın yazdığı roman karakterleri eve barka hiç sığamazken, Cemal Şakar'ın mekanda enternasyonelliği neydi, Hasan Aycın'ın çizgileri hep bulutsu bir mekanda dolanıp dururlardı, niçin saplantımdı yılkı atları... ''Çadır'' hali, bizim için ruhi bir süreklilik olarak için için, devam ediyordu sanırım. Hicret ve fütüvvet damarları da bizi evsizliğe sevk eden bahislerdendir. Dönebilirsek, belki cennettedir ev...
Prof.Turan Koç'un İslam Estetiği'ni düşünürken kurduğu metodolojide ''ihsan'' yani güzellik ile ''faydalı'' oluşun beraberce seyrettiği bir tasavvur dünyasına dalarsınız. Weber, İslam mimarisi diye birşey kabul etmez mesela, kriteri formülasyonu yok der. Hem evet hem hayır. Versailles Sarayı ile Topkapı Sarayı'nı karşılaştırdığınızda veya Türk bahçesiyle Fransız bahçesini kıyasladığınızda gayet net olarak görebileceğiniz birşeydir bu. Bizde güzel, aynı zamanda iş görür faydalıdır, faydasız ilimden bile Allah'a sığınılır...
***
New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Kütüphane arasında imza toplayan bir grup öğrenciyle selamlaştım Buğra'yı beklerken. Şehirde yeni gökdelen istemiyorlardı. Gökdelenler şehirlerin klimatif dengesini bozmuştu. ''Üşüyen şehir''lerden bahsediyorlardı. Gökdelenlerin arasından akan ''Yangın ırmakları''ndan. Geçen gün doluya tutuldum Edirnekapı civarında. Gençlerin şiirini o zaman çözdüm. Büyük dedelerimizin diktiği çınarlara sığınmıştık, kiminin kolları kırıldı kimisi dayanamadı yıkıldı. Ama belli ki bugünler için dikilmişlerdi o çınarlar. Ağaçlar şehir mimarisinin belleği gibi. Fatih Camiinden kesilen merhum ağaçları, başka bir yazıya tehir ediyorum...