’Silah Bırakma’ Çağrısı, Çok Önemli ve Hayırlı Bir Adım..

Selâhaddin Çakırgil

A. Öcalan, netice itibariyle onbinlerce insanın hayatına mal olan 35 yılı aşan bir silahlı mücadeleden sonra, 16 yıldır hapiste bulunmasına rağmen,  liderliğini sürdürebildiği PKK örgütüne ’silah bırakma’ çağrısı yapmış bulunuyor, 28 Şubat günü..

Bilindiği üzere, Öcalan, uzuuun yıllar kaldığı Suriye’den, Türkiye ile Suriye’nin bir savaşın eşiğine gelmesi üzerine 1998 sonunda,  çıkarılmış ve İtalya, Rusya, Yunanistan derken.. Kenya’ya götürülmüştü.

*

PKK’nın geçmişteki örneklere nisbetle daha derin ve daha çok sert olan mücadele tarzı, gerek kendisine bağlı olan, gerek, kendisine karşı savaşan ya da hiç bir tarafta değilken, ateşin ortasında kalıp hayatları sönen onbinlerce insanı yuttukça, problemin sadece ateşli kavmiyetçi nutuklarla veya ’Kahrolsun, ölüm!..’ çığlıklarıyla halledilemiyecek kadar çetin bir mes’ele olduğunu aklı başında herkese hatırlatıyordu. Hem ülke içinde, hem de yurt dışında, bir takım kürdçü gruplarla türkçü gruplar arasındaki düşmanlık da giderek daha bir alevlendiriliyordu. Hele de, her iki tarafa aid ve sayıları binleri bulan sönmüş insan bedenleri, cenazeler geldikçe yükselen sloganlar düşmanlık ve nefret ve duygularını, karşılıklı meydan okuma havasını daha bir güçlendiriyor; düne kadar asırlarca, aynı inanç potasında eriyip kaynaşmış ve barış ve huzur içinde birlikte yaşayan halk kitleleri arasında bile ayrışma görüntüleri ortaya çıkarmaya başlamıştı. Halbuki, bu kitleler, birbirlerinin etnik köklerini reddetmeden ve onun üzerine birüstünlük veya aşağılık tezi de geliştirmeden, asırlarca birlikte yaşamışlardı. Şimdi ise, asırlarca en aziz değer ve hayat ölçüsü olarak kabul olunan inancın temel düsturlarını bile, geri planlara atmaya başlayan bir kavmiyetçilik yükseliyordu. Müslüman kitlelerin arasında bile bir zehirlenme başlamıştı.

Böylesine giderek daha bir girift, içinden çıkılmaz hale gelen çetin bir mes’eleden faydalanmak isteyecek yığınla uluslararası güç odakları da elbette olacaktı. Hele de, Ortadoğu gibi bir coğrafya sözkonusu olunca, bu, daha bir böyleydi.

*

15-20 sene öncesinin bile hatırlanması faydalı olabilir..

O günlerde 15 yaşın altında ve siyasî bir yön belirleme durumunda olmayan nesiller bugün 30 yaşın üstünde oldukları için, nelerin nasıl cereyan ettiğini hatırlayamıyacaklarından, o zaman kuşağındaki nesillere de  yardımcı olmak üzere, hâfızâlarımızı biraz tazeleyebiliriz.

İşte öyle bir zaman diliminde, Öcalan, birgün, Hollanda’ya götürüleceği bildirilerek Amerikalılarca Kenya’dan alınıp, Türkiye’ye teslim edilmişti, ama, idâm edilmeyeceği üzerine söz alınarak..

O dönemde başbakan olan Ecevit, Öcalan’ın Amerikalıların kendilerine niçin teslim edildiğini anlayamadığını’  söyleyecek kadar ilginç laflar etmiş ve ’Herhalde, Amerikalılara hiç yalan söylemediğim için bana duydukları itimaddan dolayı..’ gibi bir izahlara sığınmıştı.

*

Öcalan uçağa bindirildikten sonra, Türkiye’den gönderilen elamanlara teslim edildiğini, kapana kıstırıldığını anlamış ve ilk tepkilerini, can korkusuyla, ’Benim annem de türktür.. Ben barışa yardımcı olmak isterim.. İşbirliği yapmaya hazırım..’ gibi sözlerle ortaya koymuştu.

Ancak, bir tarafta şaşkınlık; diğer tarafta güç gösterisi..

Ecevit yönetimi ülkeyi daha bir başaşağı sürüklüyordu ve ülkenin yeni bir seçime götürülmesi tartışmaları yapılıyordu, ama, Erbakan’ın Refah Partisinin yüzde 22’yle birinci parti olarak çıktığı Aralık -1995deki seçimlerden daha güçlü olarak iktidara geleceği tahmin ediliyordu. Öyle bir durumda, bir seçim yapılmasını ülkedeki Derin Devlet’ güçleri de istemiyordu, Türkiye üzerinde, son 200 yıla yakın zamandır ve hele de Temmuz -1923’da imzalanan Lozan Andlaşmasından beri bir fiilî vesayet kurumu yerleştirmiş olan Batı dünyası ve özellikle deAmerikan emperyalizmi istemiyordu. Çünkü, Amerikan emperyalizmi, 28 Şubat 1997 post-modern askerî darbesi’ni tezgâhlayan ve o meclis aritmetiği değişiklikleriyle darbe yöntemini geliştiren güç odaklarının başında bulunuyordu ve Erbakan’ın liderliğini yaptığıİslamî eğilimli siyaset tehlikesini yeni bertaraf etmişti. Bu sosyal eğilimin gücünü yitirmesi için birçok taktikler kullanılıyordu.

Emperyalistler, İslam’la savaşı açıkça dile getirmeye başlamışlardı..

Bunlar arasında, Türkiye’deki İslamî eğilimi tökezletmek için müslüman kitleler arasına derin ayrılıklar ve sosyal şok etkisi yapabilecek fitne ve düşmanlıklar ekmek ve kavmiyetçi/nasyonalist eğilimleri çok yönlü olarak daha da güçlendirmek taktikleri başta geliyordu. Çünkü, komünist emperyalizm dünyasının  lideri olan Sovyetler Birliği‘nin dağılmasından sonra kapitalist emperyalizm dünyası için yeni bir düşman icad etmek gerekiyordu.

Esasen, Haziran-90‘da Moskova‘ya yaptığı ziyarette Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’la görüşen İng. Başbakanı Margareth Thatcher , ’NATO’nun bundan sonraki yeni savaş mihverinin Moskova‘dan Ortadoğu‘daki fundamentalist cereyanlara kaydığını açıkça ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda bir  NATO Genel Sekreteri de NATO’nun bundan sonraki savaşının İslam olacağını net olarak söyleyecekti.

Ecevit ve benzeri laik siyasetçilerin bu gibi sözlerden rahatsız olması düşünülemezdi. Çünkü, onlar da esasen İslam’ı frenlemeyi esas alan bir siyasî geleneğin temsilcileri ve emperyalist dünyanın işbirlikçileri durumunda idiler. Bu yüzden, laik kesimden hemen hiç kimse de, bu gelişmelerin ortaya çıkaracağı tehlikeleri farketmemişti. Onlar sadece gelecek seçimleri nasıl kurtarabileceklerini düşünüyorlardı

Ve o zamana kadar seçimlerin ’erken’e alınmasına karşı çıkan güç odakları, Öcalan’ın Ecevit’in başbakanlığında  Amerika eliyle yakalanıp Türkiye’ye  teslim edilmesiyle tek taraflı etnik coşku ile sosyal dengelerin değişebileceğini hesab etmişler ve derhal seçimlere gidilmesine karar vermişlerdi. Bu arada, Refah Partisi laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı olduğu gibi iddialarla kapatılmış ve yerine Fazîlet Partisi kurulmuştu.

Asıl hedef, gelişen İslamcı eğilimleri kırmak planı idi.  

Plan tutmuştu denilebilir. Çünkü, Nisan-1999 ortasında yapılan erken seçimler sonunda, daha önceleri yüzde 10’larda olan Ecevit, yüzde 23’le birinci parti durumuna gelmiş, kavmiyetçi güç gösterilerinin sosyal planda başını en fazla çeken MHP yüzde 18 ile ikinci parti durumuna gelmiş, daha birkaç ay öncesinde birinci parti olacağına kesin gözüyle bakılan Fazilet Partisiise, yüzde 15 ile, 3. sıraya geriletilmişti.

Bu, aynı zamanda İslamî eğilimli sosyal gelişmeye fren yapılabildiğinin işareti idi. Çünkü, Ecevit’in nasyonalist söylemli solcu partisi ile, türkçü nasyonalist sağ MHP öne geçmişler; dahası, İslamî eğilimli oyların deposu sayılan kürd bölgesi de artık, daha çok kürdçü söylemelerin odağı haline gelmişti.

Yani, Öcalan‘ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle, bir taşla birkaç kuş birden vurulup, Ecevit -Bahçeli -Yılmaz (DSP-MHP ve ANAP) koalisyonu da sağlanabilmişti.. Yıllar boyu birbirini düşman bilip binlerce  genç insanın birbirlerini sokak savaşlarında öldürmesinde iki aslî taraf olan Ecevit ve  MHPnin koalisyonuna bile, Ecevit‘in ideolojik lideri durumunda olan hanımı Rahşan Ecevit‘in bile başlangıçta ne kadar karşı çıktığı hatırlanmalıdır.

*

Öcalan’ın yargılanıp idâma mahkûm edilmesi ve bu idâm kararının tam da Şeyh Saidin 1925 Başkaldırı Hareketi sonunda idam edildiği tarih olan 29 Haziran’ın yıldönümünde açıklanması bile düşmanlıkların sürdürüleceği mesajını veriyordu.

Ama, verilen direktif ve sözler gereği bu idâm hükmü yerine getirilmeyecekti.

Ve Öcalan, İmralı adasında yıllarca generallerin elinde tutulacak ve onların dikte etmeye çalıştıkları çerçeve içinde PKK  liderliğini sürdürmeye çalışacaktı. Derin Devletin egemen güçleri de, saltanatlarını İslamî eğilimli kesimler  arasına kavmiyetçilik tohumu ekerek sürdürmek ve toplumu bölünme ve irtica adını verdikleri umacılarla korkutarak yönetme metodlarına yeni bir nefes kazandırmak istiyorlardı.

Sosyal bünyedeki değişim uzun süre doğru okunamadı..

Düşünülsün ki, 10 yıla yakın bir süre, MİT Müsteşarı bile Öcalan’la görüşmek istediği zaman, Bursa Garnizon Komutanı’nca kendisine izin verilmeyecekti. Öcalan ise, AK Parti’nin iktidara gelmesiyle, kemalist Cumhuriyet’in sona erdiği ve yerine tarikatlar ve takunyalılar cumhuriyetinin geldiği‘ gibi, daha çok kemalist-laik çevrelerin ve bir kısım generallerin söylemlerini tekrarlıyordu.

Ancak, Erdoğan’ın gücünü arttırması ve askerî vesayet heveslilerini geri oturtması ve güvendiği ellere teslim ettiği MİT’i devreye soktuktan sonra  Öcalan, ülkede iktidar odaklarındaki değişiklikleri farketmeye ve yeni bir yol izlemeye başladı ve Türkiye Hükûmeti ile süren uzuuun müzakerelerden sonra, nihayet 28 Şubat 2015 günü PKK’ya bir kongre yapıp silahlı mücadeleye son vermesi kararı alması çağrısında bulundu.

Eski deyimle, mütareke.. (silahı terketme)..

Bu, önemli bir gelişme.. Sadece Türkiye’yi değil, Ortadoğu’yu da derinden etkileyecek yeni gelişmelerin eşiğini oluşturabilir. Çünkü kürd halkı da, tıpkı arablar ve türkler gibi, parça parça edilmişler ve emperyalist eller ve uşakları aracılığıyla farklı coğrafyalarda, farklı ülkeler ve devletler-rejimler eliyle yönetilmeye mahkûm edilmişler ve hattâ aynı etnik unsurlar arasında bile farklı coğrafyalara veya menfaatlere göre diğeriyle sürtüşmeye girmesinin zemini hazırlanmıştır.

Nitekim, kürd halkı da bu çerçevede, 4-5 ayrı coğrafyada parçalanmış olarak yaşayan bir halk.. Ve denilebilir ki, bütün kürd halkının yarısından fazlası Anadolu’da yaşamaktadır, asırlardır.. Ve bu halk, Hz. Ömer zamanından beri müslümanlığı kabul etmiş ve İslam Milleti’ne büyük beyinler, üstadlar, bilgeler, hocalar vermiş bir halktır.

Ve bugün kabul edilmek istenmese de, PKK, Kürd halkının bir çok problemlerinin dünya çapında konuşulmasını da gündeme getirmiş bir örgüttür.

Biraz kavmiyetçi’ eğilimleri de olan bir kürd müslüman, iki ay kadar önce Berlin’de, ’Yahu ağabey, bu ne biçim iş, anlayamıyoruz.. Eskiden, MİT denilince ödümüz patlardı. Şimdi ise, Öcalan MİT’in elinde.. MİT’le müzakereler yapıyor. MİT’lei birlikte yani devletin  aklıyla birlikte projeler oluşturuyor ve bunu halka kürd halkına ulaştırıyor ve teşkilatı da örgütü de, onun sözlerini, MİT tarafından gönderilmiş  aracılığıyla gönderildiğine bakmadan, kabul ediyor.. Bunu anlamakta zorlanıyoruz.. Kafalarımız karışık yani..’demişti.

Gerçekten de öyleydi. Sadece o eğilimde olanlar değil, bütün herkes için de böyleydi. Şimdi ise, neredeyse, sıradan devlet kurumlarıyla yapılan işler seviyesinde bir anlayış gelişti.

Nitekim, o sözü söyleyene, ’Merak etme, aramızda fark yok.. Biz de öyleydik, geçmişte, MİT denilince, ürperir, uzak durmaya çalışırdık. Şimdi nicelerimiz artık o eski ürküntü duygularını unuttular..’ denilmişti.

*

Kanlı çözümden meded umulmamalıdır..

Bugün gelinen nokta ve ’silah bırakma’ çağrısının yapılması, bu noktaya hangi zorluklarda aşılarak gelinmiş olursa olsun, bu sosyal problemi kanla çözmeyi aklına koyanların düşündüklerinden çok daha hayırlı bir merhale olarak görülmeli ve destek verilmelidir.

Bu noktadan sonra, taraflar gizli hesabları varmış gibi bir görünüm vermekten dikkatle kaçınarak birbirlerine daha samimî yaklaşmalı ve kemalist-laik- türkçü resmî ideolojinin son 100 yıllık dayatmaları ve inkarcı siyasetlerinin muzahrafatından temizlenerek ve de kürd, türk, arab, ve sair etnik unsurlar arasında asırlarca var olan kalb ve gönül birliğini, kardeşliği ihyaya ve restore etmeye ve, toplumun çeşitli kesimlerinde bir kanser tümörü gibi büyüyen etnik üstünlük iddialarına dayalı rahatsızlıkların tedavisinde akl-ı selim ve inanç ilacını devreye çıkmalıdırlar Bu ilacın nasıl etkili olduğu asırlarca görülmüştür ve denilebilir ki, İslam Milleti’nin son 12 asırlık tarihinde, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerimizin birliktelikleri bu ilaçla sağlanmış ve bozulma da, bu ilaçtan uzak kalınınca başlamıştır.

Kanla beslenenler ve takibçileri, kanlı oyunların kurbanı olmaktan kurtulamamışlardır. Mazlum kanlarının zâlim kılıçlarını ve onların dayandığı ideolojilerin külünü havaya nasıl savurduklarına tarih binlerce örneklerle şahiddir.  

*

Zorla dayatılan bir barış, değil, adâlete dayalı bir barış..

Sosyal problemleri kanla, dârağaçlarıyla çözmeye kalkanların sadece bizim tarihimizde değil, bütün beşerî toplumlarda sürekli bir çözüme ulaşamadığı ve kanla bastırılan duygu ve fikirlerin, müsaid zamanlarda yeniden patlak verdiği yığınla örneklerle sâbittir.

Elbette, zoraki ve dayatmayla gelen bir barış, dayatılan bir savaştan daha da tehlikelidir. Barış, adâlete dayalı olmalıdır. Adâlet ise, günümüzün güçperest toplumlarının yaptıkları kanun maddeleriyle ve uluslararası insan hakları beyannameleriyle değil, halkların kalbindeki inanç doğrularından kaynaklanan aslî hayat ölçülerine riayetle ortaya çıkar.

Bu bakımdan zorlama olmadan, bütün taraflar, birlikte yaşamanın asırlarca mevcud olan ruhunu yeniden yakalamalı ve müslüman halkımızın arasına ekilen fitne tohumlarının köklerini kurutacak hayat iksirini ve ırk, etnik köken veya hattâ farklı inançlardan insanların bile birlikte yaşamasını sağlayan tılsımı yeniden keşfetmelidirler. Ve bu hiç de zor ve imkansız değildir. Hele de müslüman halklar arasında her türlü etnik pislikten uzak olarak varolan kardeşlik anlayışını, emperyalist-şeytanî güçlerin dayattığı resmî ideolojiler zehirlemişlerdir.

Çözüm de, milletimizin kalbinde varolan inançtır. Başka çözümler arayanlar yeni hayal kırıklıkları ve yeni kan banyolarıyla ulaşmaktan başka bir yere varamıyacaklardır.

Yeni bir kardeşlik döneminin daha güçlü tesis edilmesi için gelinen noktayı, büyük ve hayırlı gelişmelere vesile olması dileğiyle, sevinçle karşılayıp selamlamak gerekir. 

haksöz