Bir taraftan ulus-devlet sınırlarının flulaştığı ve dolayısıyla anlamsızlaştığı bir dünya okuması üzerinden yürüyen tartışma zemini diğer taraftan da buna direnen, hayır henüz ulus-devletler geçerliliğini kaybetmedi diyenlerin zemini milliyetçilik, ulus-devlet ve uluslararası ilişkiler teorileri çerçevesinde mukayese ediliyor. Brexit oylaması ile alakalı olarak gelişen siyasi konjonktürün değerlendirmesini nasıl yapmalıyız şimdi?
Ulus-devletlerin hızla tükendiğini küresel bir köyün yerine geçtiğini iddia edenler milliyetçilik zemininin hızla kaydığına güvenerek tezlerini savundular. Felsefi altyapılarını da Avrupa Birliği başta olmak üzere oluşturulmuş, ekonomik, siyasi veya askeri koalisyonlara dayandırdılar. Kimi zaman ekonomik birlik daha sonra siyasi birliğe yerini bırakır argümanı etrafında kenetlendiler kimi zaman da tam tersi, önce siyasi birlik oluşsun ki ekonomik işbirliği tabii olarak gelişebilsin dediler. Hatırlayalım ki Avrupa Birliği ekonomik işbirliği nüvesi üzerine geliştirilmişti. EEC dediğimiz European Economic Cooperation yerini daha sonra EU’ya yani Avrupa Birliği’ne bırakmıştı. Buradaki amaç ülkeler arası işbirliğinin o denli fazla olması ki zaman içinde ortak bir siyasi kimlik etrafında kenetlenebilmeleri umuluyordu. Hiç şüphesiz, grubun üyesi olmak serbest dolaşım, ticaret haklarını da beraberinde getirdiği için üyelere avantajlar sağladı. Ancak unutulan bir şey vardı, önemli bir şey. O da kâr-zarar tablosunda Avrupa Birliği’nin ulus-devlet karşısında nerede olacağıydı. Nitekim Fransa ve Almanya AB’nin başı çeken iki motor gücünü oluştururken İngiltere nazlı gelin adayı edasında ayak sürüyordu. Para birimini değiştirmeyerek hem otonomisini korumak hem de tek ayağı ile AB’nin içinde olmak taraftarıydı. Bir de bizimkisi gibi 1920’lerden beri “no’lür” bizi de alın diye yakaranlar vardı. Onlar da ten renginden tutun da konuştuğu dile, takip ettiği dine kadar bir dizi Avrupalılık testine tabi tutularak “alalım madem” edasıyla kerhen gruba dahil ediliyorlardı.
Ancak bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki evdeki hesap çarşıya uymadı ve Brexit “çıkış” dedi. Çünkü çıkmak kalmaktan daha kârlı addedildi. Kalmak AB kimliği demekse, çıkmak Yaşasın İngiltere demekti. Yokolası AB derken varolası Birleşik Krallık diyordu İngiliz halkı. Milliyetçilik kazanıyor, küreselleşme kaybediyordu. Ulus-devlet yeniyor, birlik yeniliyordu. Sırada Fransa var gibi…
Türkiye ise son onyılda takip ettiği dış politika ile manevra alanını genişletmeye başlamıştı. Erken Cumhuriyetin körü körüne batıcı olma idealini, Avrupa Birliği’ne girmek ise önce şartları görelim diyerek tartışma zeminini eşitlik ilkesine dayandırmıştı. Türkiye’den talep edilen değişiklikler Türkiye insanı için faydalı addedildiğinden devreye sokulmuş, hayat standardlarının yükseltilmesine vesile edilmiştir. Bundan sonraki aşamada mırın kırın etmeye devam eden AB’ye ise ikiyüzlülüğünün bedeli olarak Kopenhag’ı Ankara ile değiştirir yolumuza devam ederiz demiştir. Türkiye’nin önündeki opsiyonları artırarak, manevra alanını genişletmiş, böylece de şu günlerde AB’li ülkelerin içine düştüğü çıkmaza girmemiştir. Şimdi TRENTER ile gidebilir halkına…
yeniakit