Birçok Arap ülkesinde 'siyasal İslam'la savaş' düşüncesi ve eğilimleri, 21. yüzyılın ilk on yıllık diliminde ve özellikle de siyasal İslam hareketlerinin özgür genel seçimlerle sandıktan başarıyla çıkması sonrası dünyaya hakim olan 'teröre karşı savaşın' yerini aldı.
Mısır'da 3 Temmuz 2013'teki demokratik sürece yapılan darbe akabinde bu yer değişimi güçlendi. 'Teröre karşı savaş' konsepti de darbe karşıtlarının üzerine yıkıldı. Ayrıca geçici Mısır hükümeti Müslüman Kardeşler cemaati İhvan'ı 'terör örgütü' olarak tanımlayan bir karar aldı. Bu karar ülkenin darbeden beri yaşadığı siyasi çekişmenin bir parçası olarak tezahür etti.
Bu eğilimlerin, Arap hükümetlerinin ve özellikle de Irak ve Suriye'nin (bu ülkelerin olguları arasındaki büyük farklılığa rağmen) eğilimleriyle paralellik arz etmesi dikkat çekici.
Ancak sürpriz, Suudi Arabistan'ın İhvan'ı 'terörle' suçlama noktasındaMısır'ı örnek almasıydı. İhvan cemaati ile teorik veya organik açıdan ilişkisi olmayan başka örgütleri de kapsamasına rağmen önemli ve tehlikeli bir dönüşüm olarak yorumlanan bu karar, Riyad'ın bölgede siyasal İslami hareketlere (bu hareketlerle onca yıl birlikte yaşaması ve destek vermesi sonrası) çetin bir savaş açtığını vurguluyor.
Yani Suudi Arabistan'ın siyasal İslam'la savaşı ülkedeki ekonomik ve siyasi şartları fazlasıyla etkileyebilecek. Ayrıca karar Suudi toplumunu, halihazırdaki sorun ve ihtilaflar toplamına eklenen yeni anlaşmazlıklara sokabilir. Dolayısıyla Suudi Arabistan'ın gelecek yıllarda karşılaşacağı sorunların boyutunu ikiye katlayabilir.
'Tekfir ve şiddet gruplarının' İhvan'dan neşet ettiği yönündeki suçlamalar da aynı bağlamda yapılıyor. Oysa basit bir analiz, bu grupların fikirlerinin ve eğilimlerinin, İhvan'ın fikri ve siyasi çerçevesi içinde yeri olmadığı ve bu durumun bu grupları İhvan çizgisine karşı çıkıp başka yollar izlemeye sevk ettiği yönünde farklı bir bakış açısına götürecektir. Özellikle de İhvan bu grupların eylemlerine ve eğilimlerine karşı çıktığını defalarca açıklamışken…
Bu ayırım, İhvan'ın varlığını ve düşüncesini muhafaza etmenin ve demokratik siyasi hayata entegrasyonunu sağlamanın, gençlerin şiddet ve tekfir gruplarına desteklerinin önüne geçme fırsatı sağlayacağına işaret ediyor. Ayrıca bu gene ayırım (resmi politikaları ülkenin çıkarlarını ve milli bütünlüğünü maceraya atan, barışçıl demokratik dönüşüm fırsatlarını işlemez kılan ve ılımlı siyasal İslami hareketleri dışlayan) birçok Arap ülkesinde 'şiddet, tekfir ve terör ' gruplarıyla mücadele etmek yerine toplumun farklı oluşumlarıyla birlikte yaşayan güvenli, ılımlı ve siyasi bir kucak sağlayabilir.
Tehlike altındaki gelecek
Burada siyasal İslam düşüncesini temsil eden Türkiye'deki Adalet ve Kalkınma Partisi, Refah veya Saadet partileri, Pakistan'daki Cemaati İslami Partisi, Endonezya'daki kısa adı MASJUMİ olan Endonezya Müslümanları Şura Meclisi gibi parti ve gruplara işaret etmek uygun düşer. Bu partiler ve cemaatler şiddeti, toplumsal ve siyasi değişimin aracı olarak almamaktadır.
Siyasal İslam hareketlerinin Arap vatanındaki ağırlığı ve uzantıları dikkate alındığında bazı hükümetlerin bu hareketleri dışlaması ve savaşma eğilimlerinin, Arap toplumlarının büyük kesimlerinin (genel olarak genç ve dindarların) siyasi katılımları üzerinde önemli sonuçları olması beklenebilir. Bu genç kesim demokratik değişim yolunun kapanmasını, devletin şiddetinden ve gözaltılarından uzakta özgürlük, yaratıcılık ve siyasi katılım umutlarının kırılması olarak görüyor. Şöyle ki, önceki hükümetlerin gölgesinde diktatörlüğün yakın geçmiş tablosu (temsil ettiği yolsuzluk, bağımlılık, sosyal ve ekonomik geri kalmışlıkla birlikte) genç neslin bilincinde hep var olacaktır.
Özgürlüklerin gerilemesi ve baskı ortamının geri dönüşü gölgesinde birçok toplumsal ve siyasi gücün halihazırdaki bazı Arap rejimlerine karşı ciddi bir muhalefet eğilimi içine girmesi beklenmiyor. Bu durum İslamcıların iktidara gelişini engelleme gerekçesi altında halihazırdaki rejime alternatifler sunamayan yapay siyasi bir atmosfer ve korku içindeki toplumların yaratılmasına yol açabilir.
Aslında bazı Arap hükümetleri aynı gerekçeyi kullanmıştı. Bu ülkeler G-8 ülkelerinin 2004 yılında Orta Doğu'da reform projesini başlatması sonrası ABD'yi, Arap bölgesinde siyasi ve demokratik reform eğilimlerini bırakmasına ikna etmeye çalışmıştı. Şöyle ki, bu hükümetlerden bazıları İslamcıların yönetimini hafife aldı, iktidara tutunma ve gerçekçi demokratik dönüşümü işlemez kılma eğilimlerine hizmet etmesi için İslami hareketler içindeki aşırı modelleri 'ürettiler' ve 'desteklediler'.
Bu çatışma (sürdüğü takdirde) bölgenin güvenliği ve istikrarı üzerinde kaçınılmaz tehlikeler taşıyor. Devlet şiddetine karşın aşırı ve hatta sertlik yanlısı akımlar canlanacaktır. Ayrıca bunun ekonomi, büyüme ve yatırımlara uzun soluklu yansımalarının yanı sıra, sosyal ve kültürel çevreye etkisi olacaktır.
Bunlara ilaveten demokrasi kuramının ve (modern yöntem olma vasfıyla) olgun yönetimin gerçekleşme şansları bazı Arap ülkelerinde zayıflayacaktır. Bu da demokrasi ve özgürlüklerden diktatörlüğe ve devlet terörüne doğru bir dönüş tehdidini de beraberinde getiriyor. Siyasi ve sosyal güçlere (İslamcı güçler de dahil) siyasi program ve hedefleri gerçekleştirme yönünde eşit fırsatlara sahip olma imkanlarını kaybettirecektir. Ayrıca insan haklarına yönelik daha fazla aleni ihlale teşvik edecek ve bu ülkelerdeki şeffaflık ve hesap verilebilirlik konularında gerilemeye yol açacaktır.
Batı'nın çifte standartı
Diğer yandan Arap sokaklarında geniş nüfuza sahip siyasal İslam hareketleriyle şiddetli çatışma, Batı'nın demokratik sürece yapılan darbeye ve siyasal İslam hareketleri içindeki en büyük grup olan İhvan'ı terörist olarak niteleyen adımlara sessiz kalması veya dolaylı desteğinin sonucu olarak, demokratik metoda olan güven kaybı gölgesinde devletin siyasi projesi ile toplumsal (ve özellikle İslamcı) güçlerin sosyal projesi arasındaki çatlağın sürmesine yol açacaktır. Oysa İhvan BM'nin veya Arap terörle mücadele sözleşmesinin tanımına göre hiçbir terör eylemi gerçekleştirmemişti.
Bu durum Batı'ya yönelik (özellikle de Arap bölgesindeki müttefiklerinin demokratik yolla seçilmiş bir akıma veya reform, demokratik ve siyasi katılıma inanan ılımlı siyasi bir akıma yönelik uluslararası hukuka ve insan hakları sözleşmeleriyle çelişen uygulamalarını kabul ettiği zaman) bölgeyle ilişkilerde çifte standartlık suçlamalarının artması sebebiyle Arap halklarının Batı dünyasıyla ilişkilerindeki krizin derinleşmesine yol açabilir. Bu tür uygulamalar, Batı'nın demokrasi söylemini büyük eleştiri konusu yapıyor ve El Kaide tarzı aşırı gruplara 'bitmez tükenmez malzemeler' sağlıyor.
Herhangi bir Arap ülkesinde siyasal İslam'ı dışlama eğilimlerinin istikrar kazanması halinde dışlamanın sınırlarının bu hareketlerle durmaması, yönetici iktidarın bu tür eğilimleri farklı derecelerde başka siyasi rakiplerine veya fikri olarak ayrı düşen sosyal güçlere yahut çıkarlarıyla rekabet eden şirketlere taşıması kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla siyasi sistemin şekli, iktidarda belirli bir sınıfın varlığını sürdürmesinin ve uygulamalarında tekelleşmesinin rehini olarak kalacaktır. Bunun da bu eğilimleri toplumun parçalanması, bireyleri arasında fitne ve nefret ruhunun yayılması yönünde tehlikeli bir neticesi olacaktır.
Gelecekle ilgili olarak Arap vatanındaki siyasal İslami hareketler (ki bu hareketler ülkenin hem geçmişinin, hem de bugünün parçası sayılmaktadır) muhtemelen ülkenin geleceğinin de önemli bir parçası olarak kalacaktır. İslamcı hareket dışındaki başka hareketlerin, fikri, sosyal ve siyasi açıdan istikrarlı, kalkınmacı ve güvenli demokratik ülkeler inşa etmek için demokrasi oyununun kurallarına göre İslamcı hareketlerle ilişki kurmanın öneminin farkında olmaları uygun düşer. Demokrasi, İslamcıları bir dönem iktidara da getirse de başka dönemlerde getirmeyebilir. Demokratik dönüşümün başarısının en önemli şartı, normalde dünyadaki her demokratik süreci bitirmenin temelini oluşturan marjinalleştirme ve dışlama görüntülerinin ortadan kaldırılmasıdır. Birçok kez özgür seçimleri kazananlar nasıl dışlanabilir ve suçlu sayılıp cezaevlerine konabilir?
Son olarak siyasal İslami hareketleri 'şeytanlaştırma' eğilimleri, bölgedeki kötülüğün 'resmi üretimi' ve şiddet ve tekfir gruplarının oluşmasının güvenli sponsoru sayılmalıdır. Aynı zamanda bu eğilimler, bu grupları finanse eden veya teşvik eden hükümetlerinin çıkarlarına dahi zarar veriyor.
Görünen o ki bugün şiddet, aşırılık ve tekfir kabusunun bölgeden uzaklaştırılması için kapsamlı bir Arap diyaloğunun başlatılması isteniyor. Bu diyalogda ülkelerimizin ve büyük Arap ümmetimizin yoksun olmadığı akil insanlara, ülkelerimizdeki bu kan kaybını durdurmak ve vatandaşları arasında nefretin yayılmasının önüne geçmek, fikri, partizan, mezhepçi ve etnik dışlama ve marjinalleştirme görüntülerine son vermek için rollerini oynama imkanı verilmelidir ki; böylelikle her devlet öncelikle kendi toplumu içinde ve ardından Arap dünyası düzleminde Araplar içinde milli birliğini gerçekleştirebilsin.
Belki de böyle bir yapı Araplara lider ve bağımsız bölgesel rol oynama fırsatını gerçekleştirecek bir heybet, güç ve başarı kazandırabilir. Bu rol halen güvenlik çevrelerinde ve siyasetin kulislerinde başka ülkeler tarafından çiziliyor.
Cevad Hamed, Ürdün'deki Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Direktörü. Yüksek lisansını Durham Üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler alanında tamamladı. 'Kral Abdullah döneminde Ürdün dış politikası', 'Arap dünyasında dönüşümler ve halk devrimleri', 'Orta Doğu'da siyasi harita', ' İslamcılar ve yönetim', 'Arap bölgesine yönelik Türk dönüşümü' gibi birçok yayınlanmış kitabı bulunuyor.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir