Siyaset canlanmadan perde kapanmaz"
Otoriter yapılanma ve ataerkil gelenekle benzenmiş siyasi hayatımızın temel meselelerinden biri hemen her zaman "yetki-sorumluluk-meşruiyet karmaşası" olmuştur.
Ülkede yaşanan temel sorunlar çıplak gözle görünen güncel, siyasi anlamlarının yanında, bu "durum"a da gönderme yapmışlardır.
Bu durum ya da karmaşa, ekonomik adımlardan yolsuzluk operasyonlarına değin kararların nasıl alındığına, bu kararları alanların "meşruiyet, yetki ve sorumluluk" açısından hangi çerçeveye tâbi olduklarına ilişkin bir sorundur.
Kim siyasi kararları alır, asli iktidar kimdir, kim kime tâbidir sorusu ifade eder bu karmaşayı"
Aynı bugün olduğu gibi"
Son yıllarda bu karmaşanın, siyasete siyaset alanı dışından yapılan müdahalelerin hem arttığını hem şekil değiştirdiğini görüyoruz"
Nitekim 1990'lardan AKP'yi iktidara getiren 3 Kasım seçimlerine uzanan zaman diliminde kargaşa en üst noktaya tırmanmış, sistemin kilit noktaları alabildiğine "devletleştirilmiş", başka bir deyişle siyaset, her türlü tartışma, etkileşim ve talebin devre dışı bırakıldığı devlet alanına hapsedilmiştir. Buna karşılık aynı siyaset, bu durumdan sorumlu kılınarak büyük bir prestij kaybına uğramıştır.
Aslında resmin tümünü görmek istiyorsak, hikayenin tümü anlamak istiyorsak, siyasetin bu durumun mağduru olduğu oranda bir ölçüde sorumlusu olmayı da sürdürdüğünü de göz ardı etmemek gerekir.
Bu ülkede, özellikle 90'larla başlayan dönemde devletin siyaset tasavvuru ne denli çarpık olmuş, buradan hareketle türlü meşruiyet krizleri nasıl arka arkaya patlamışsa; siyasetçinin toplumsal tasavvuru da o denli çarpık ve meşruiyet fikrinden uzak olmuştur.
Devlet, kendi iktidarı ile siyasi iktidarı ne denli birbirinden ayırmışsa, siyaset de toplumsal meşruiyetle kendi meşruiyeti arasına her seçim sonrası o denli kalın çizgiler çizmiş, toplum-siyaset bağının, demokrasinin ana mekanizmasının örselenmesine katkıda bulunmuştur.
Sonuç kalıcı olmuştur:
Toplumun devre dışı kalması, siyasetin meşruluğunu devletten almayı tercih etmesi, bir siyasetsizlik"
Bu durum aslında merkezci ve ataerkil geleneklerle yoğrulmuş bu toprakların yapısal bir sorunudur.
Bir yönüyle mesele, devletin "toplum tasavvuru"yla, yani siyasete hareket kabiliyeti son derece sınırlı, değiştirme gücü yok denecek kadar dar bir alan bırakmasıyla ve asli gücün değiştiren değil; kollayan, devlette yığılı nemaları nimet halinde dağıtan tasavvuruyla ilgilidir.
Diğer yönüyle siyaset ve siyasetçinin toplum tasavvurunun olmamasıyla ilgilidir. Siyasetçi, tüm toplulukları farklılıklarıyla ele alan, onların ortak paydasından, etkileşiminden hareketle oluşturduğu bir toplum tasavvur etmez. Bunu, yeknesak ve muğlak bir bütünü ifade eden, aslında savunduğu cemaatin bizzat kendisi olan millet kavramıyla ya da farklı olanı yok sayan milli irade kavramıyla ikame eder.
AKP'yi iktidar yapan husus da, kanımızca bu çift yönlü soruna toplumsal yapının ciddi bir tepki vermesi, toplum-siyaset, siyasi karar-toplumsal talep bağını kendi eliyle tesis etmek arzusu oldu.
AKP'yi diğer siyasi iktidarlardan farklı kılan da aynı husustur.
Peki şimdi soralım:
Sizce aynı AK Parti son dönemlerde bunun hakkını veriyor, gereğini yerine getiriyor mu?
yenişafak