İnsan ilişkilerinde olduğu gibi, hele de devletlerarası ilişkilerde, diplomaside de temel kavramlardan birisi, ’mukabele-i bil-misl’, ayniyle mukabelede, misillemede bulunmaktır. Bu aynı zamanda verilmekte olan bir psikolojik savaşın taktiklerinin de gereğidir.
Son günlerde, bu alanda ilginç bir örnekle karşılaşıldı..
İran Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarif, 11 Agust. sabahı Ankara’da olacaktı.. Ama, bu gezinin ileri bir tarihe ertelendiği açıklanıverdi, Türkiye Dışişleri’nce; daha sonra da İran tarafından..
Bu ertelemenin mantıkaen tutarlı bir izahı da gösterilemedi, iki tarafça.. Ancak, tam da o gezinin yapılacağı gün yayınlanacak şekilde, Baasçı ideolojinin Türkiye’deki kemalist versiyonunun sözcüsü durumundaki Cumh. gazetesinde Zarif’in yazdığı bir makalenin yayınlanmasının bu ertelemede etkili olduğu üzerinde duruyor İran tarafı.. Ama, Lübnan medyasına dayandırarak.. Lübnan medyasında yayınlanan haberler de gerçekte Lübnan Hizbull…’ı ve İran çevrelerince desteklendiği bilinen haber ajanslarının yorumlarına dayanıyordu. Çünkü, bu ertelenmenin sebebi, İran makamlarınca direkt izah edilmeyince, İran medyası, konuyu, Lübnan medyasının iddia ve yorumlarına dayandırıyordu. O yorumlarda ise, Zarif’in Türkiye gezisininin ertelenmesine, Cumh. gazetesinde yayınlanan makalesinin sebeb olduğu bildiriliyordu.
O zaman, denilebilir ki, bu yayınlarla, İran tarafı; C. Başkanı Tayyîb Erdoğan’ın 4 ay önce, Nisan 2015 ’in ilk haftasında İran’a gitmeye hazırlanırken, İran devletinin siyasetlerine ağır eleştiriler yapmasına üstü kapalı bir misillemede bulunmuş oluyordu.. Erdoğan nasıl ki, Tahran’a gitmeden önce, İran’ın Ortadoğu’daki siyasetlerine, özellikle, Suriye, Irak ve Yemen’de üstünlük sağlamaya yönelik ve mezhebçilik olarak nitelediği siyasetlerine ağır eleştirilerde bulunmuşsa, şimdi de Zarif , Ankara’ya gelmeden önce, Ankara’daki muhatablarının karşısına, üstü kapalı eleştirileriyle ve üstelik de, Türkiye’de bütün yayın hayatı boyunca ve hele de mevcud iktidara karşı atatürkçülük şahısperestliği, kemalizm ve laiklik adına en ağır eleştirileri yapmasıyla bilinen bir gazeteyi seçiyordu.. Üstelik, bu gazetenin, Türkiye rejimini, Suriye siyaseti konusunda açığa düşürmek için bir takım mahrem bilgileri yayınlamakla suçlandığı da, sadece İran makamlarınca değil, İran medyasınca da son aylarda daha bir biliniyordu..
Ama, ilginç olan şu ki, sözkonusu gazete, taa başından beri müslüman halkın inancına, İslam’a karşı bir ideolojik savaş vermesiyle ve hele de miladî- 1979’daki İslam İnkılabı’nın zafere ulaşmasından itibaren İran konusunda, Türkiye kamuoyunda, İslam düşmanlığı’nı daha bir zirveye tırmandıran ve yazarlarından U. Mumcu 1993’de öldürülünce, onun cenaze töreninde, yüzbinlere, ’Mollalar İran’a…’ gibi aşağılık sloganları bayrak yaptıran bir yayın çizgisiyle meşhurdu. Zarif’in bu gazeteyi, diplomasinin inceliklerine vukûfiyetiyle bilinen İran hariciyesi açısından, tesadüfen gibi bir izah kabul edilemez herhalde..
Nisan başında, Tayyîb Erdoğan, sözkonusu gezisine çıkmadan öyle sert eleştiriler yaptığı zaman, İran Meclisi’nde ve medyasında, Erdoğan’ın gezisinin ibtal edilmesi yolunda sert eleştiri ve yorumlar yapılmış ve amma, İran rejimi, bu durumu tırmandırmamayı tercih etmiş, o geziyi ibtal etmemiş; taraflar birbirlerine açık yürekli eleştirilerini müzakereler sırasında da sürdürmüşler -ve diplomatik çevrelerden sızan haberlere göre-, hattâ, Erdoğan, muhatablarına mezhebçilik yaptıklarını söylerken; onlar da Erdoğan’a, DAİŞ’i desteklediği şeklindeki mukabil iddialarıyla karşılık vermişler ve İran’ın en üst makamının huzurunda yapılan bu tartışmalarda bir netice alınamıyacağı anlaşılınca, konu, İran tarafının, ’Aga-y’ı Davud’un (Davudoğlu’nun) yeni bir kitabı yok mu, tercüme edilsin de piyasaya verelim..’ şeklindeki sözleriyle başka bir vâdiye aktarılmış ve geçiştirilmişti..
Şimdi, Erdoğan’ın o açık eleştirilerine, İran Dışişleri Bakanı seviyesinde, daha ölçülü bir eleştiriyle karşılık vermişe benziyor ve kemalist-laik rejimin bekçiliğini kimseye bırakmak istemeyen Cumh. gazetesine, böyle bir makale yazarak ve onun, tam da Ankara’ya geleceği günün sabahı yayınlanmasını sağlayarak, sınırlı bir ’mukabele-i bilmisl’ / aynıyla misilleme taktiğinden istifade edildiği anlaşılıyor. Gerçi, Zarif’in makalesinde açıkça Türkiye’ye açık bir eleştiri yok, ama, üstü kapalı ifadelerle Amerikan emperyalizmi ve onun bölgedeki müttefiklerinin siyasetlerine vurgu yapıldığı da görülüyordu.
Ancak bu işin en ilginç yönü, İslam adına hükûmet ettiği resmî tezini bayrak edinen bir rejimin, Saddam’ın baasçı olduğu gerçeğinden hareketle, onyıllarca, baasçılığı küfür ideolojisi olarak nitelemişken, aynı ideolojiye bağlı Suriye rejimini asla vazgeçemiyecekleri bir müttefik olarak belirtmesi ve arkasından da, Türkiye’deki en kemalist -laik ve müslüman kitleler açısından en azılı İslam karşıtı olarak bilinen bir gazeteyi medyadan bir müttefik gibi seçmiş durumuna düşmesi ilginçtir.
Anlaşılıyor ki, bu ’mukabele-i bilmisl’, Ankara tarafından, yine ölçülü bir başka mukabeleyle karşılanmış ve o gezi ne zaman yapılacağı açıklanmayan bir şekilde ertelenmiştir.
Umulur ki, bu ihtilaflar kolayca bertaraf edilemiyeceğine göre, karşılıklı ve ölçülü ’mukabele-i bilmisl’ anlayışı ilerisine, ipleri koparma noktasına getirmeden bu seviyede sürer.
*
Zarif’in Cumh. gazetesinde yayınladığı makalede fazla bir şey yoktu.. İran’ın bilinen iddiaları ve DAİŞ’in, ’tekfirci teröristler’in dar görüşlü eylemleri ve bunun ortaya çıkmasındaki etkenler ve bunun başında da Amerikan emperyalizminin Irak’ı işgali ve diğer müdahaleleri dile getiriliyordu..
Ancak, Zarif’in DAİŞ ve benzeri müfrit/ aşırı cereyanlara bağlıları eleştirirken, ’Onlar sanıyorlar ki, İslam’ı en doğru şekilde sadece kendileri anlıyorlar ve hakikat sadece onların anlayışındadır. Bu anlayış, bu tekfircilerin (kendileri gibi inanmayanları tekfir eden, kafir bilenlerin) bakışının özünü oluşturuyor. Dinden, o dine inananların büyük kesimlerine rağmen, küçük bir grubun böyle bir yorumu mâkul görülebilir mi?’ şeklindeki cümlesi en ilginç kısmı olsa gerek.. Çünkü, hem Zarif’in bağlısı olduğu mezhebî bakış, hem de onlara karşı olanlar, yani hem şianın hemen tamamı ve hem de sünnîliğin hemen tamamı, İslam’ın en ve tek doğru yorumunun kendilerininki olduğunu iddia ediyorlar ve diğerlerine bakışları, çok farklı değil.. Ve, genelde kimse, ’Ben böyle yorumluyorum, ama, başka müslümanların da kendi yorumlarını en doğru kabul etmelerine ve onların da kendi inançlarını bizim gibi savunma haklarının olduğuna saygı göstermeliyiz’ noktasına gelemiyor.
100 yıl öncelerde şair ne demişti:
’Garabetin (tuhaflığın) bu da bir nev’idir ki, insanlar,
Hakikati bulayım der de, başka yolda yürür..
Ezkazâ, onlar rastgelseler birgün hakikate,
Hakikat onlara, onlar hakikate tükürür..’
Evet, hele de aynı inanç dairesinde olanlar, farklıve hattâ zıd yorumlarla karşılaştıklarında, ’Sadece benimki doğru, seninki kesinlikle yanlıştır..’ demeden, karşı tarafın da kendi görüşünün hakikat olduğuna inanmak ve onu savnma hakkının olduğunu kabul etmelidir.
*
ANKARA’DA HÜKÛMET ARAYIŞLARI , VE..
Bu satırların sahibinin, şahsen, CHP ile olmasını asla benimsemediği bir koalisyon hükûmeti ihtimalinin bertaraf olduğu anlaşılıyor.. AK Parti hükûmeti 13 yıl boyunca, 90 yıllık CHP kadrolarının devlet ve millet üzerindeki tahribatını tamamen temizleyememişken, o kadroların yeniden ve daha güçlü bir şekilde iktidara ortak olmasının ne büyük zararlar getireceği tahmin edilebiliyordu. AK Parti’nin bu konuda yapılan bunca müzakere ve değerlendirmelerden sonra bu noktaya gelmiş olması hayırlı görülebilir..
Ancak, son bir ay içinde, terör saldırılarının ülkenin her tarafında bir korku havası estirmeye kalkışması karşısında, D. Bahçeli’nin geçen hafta, ’seçime gitmek ikinci dereceye düşmüş, çok daha tehlikeli bir noktaya gelinmiştir..’ şeklindeki sözünden sonra, MHP’nin yeni bir seçime gitmek yönündeki ilk açıklamalarından geri adım atıp, büyük bir fedakarlık yapıyor havasında, ’Ben hükûmet kurmaya hazırım..’ demesi gibi şaşırtıcı bir atak yapma ihtimalinin AK Parti’yi sıkıştırabileceği de gözden uzak tutulmamalıdır. Çünkü, henüz, 45 günlük sürenin dolmasına 9 gün daha var.. Bu süre içinde böyle ataklar olabilir. Bahçeli’nin üstü kapalı sözlerinin bu yönde mânâlar da çıkarılabilir.
*
Ama, terör saldırılarının ülkenin her tarafına yayılmak istenmesi karşısında HDP’nin takındığı ikiyüzlü -bir eşbaşkanının şahin edâlı yüzüyle savaş çığırtkanlığı yaparken, ötekinin barış türküleri tutturması gibi- riyakâr tavırlarla, artık ülke siyasî gündeminde uzunca süre, normal ve etkili bir şekilde yer alamıyacağı tahmin edilebilir. Hele de, HDP eşbaşkanlarının NATO ve AB’den sonra BM’den yardım istemesi ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nden de Tayyib Erdoğan ve Davudoğlu’nun yargılanmasını istemek gibi, yavuz hırsız misali saçma tavırlar sergilemeleri ve bazı HDP m.vekillerinin, kan dökmekten çekinmeyen ve ’ateş-kes sona ermiştir’ diye silaha tekrar sarılmanın sorumluluğunu üstlenen PKK’nın mücadelesine ve de cenazelerine sahib çıkan konuşmalar yapmalarının normalleşmeyi daha bir dinamitlediği ortadadır.
Nitekim, Tayyîb Erdoğan’ın, ’Bundan sonra artık, Çözüm Süreci buzdolabına konmuştur.. O silahlar gömülmedikçe ve silahlı unsurlar ülkeden çıkmadıkça, o yol bir daha asla açılmayacaktır.’ demesi, kenarından geçilmemesi gereken bir siyasî tavır olarak değerlendirilmelidir.
HDP, PKK’nın uzantısı olmaktan kurtulamadığı için, ülkenin hayrına olabilecek bir duruma gelememiş, eline geçen fırsatı heder etmiştir.
dirilişpostası