TC."de, genel seçimlere seçimlere 4,5 ay kalmış bulunuyor..
25 Ocak akşamı, TRT Türk"de, Sefer Turan, 25 yıl öncelerde Tunus"daki sosyal hayatta âdetâ bir alternatif gücüne sahib İslamî Hareket"in liderlerinden birisi olan Râşid Gannuşî"yle ile yaptığı canlı tv. bağlantısında konuşurken, Gannuşî, "Bizim modelimiz Türkiye" diyordu..
İlk planda, bazılarına doğru gibi gelebilir ve de "Türkiye gibisi var mı, yavv!" dedirttirebilir.. Çünkü, bırakalım geçmiş asırlarımızı dolduran saltanat yönetimlerini; bugün de müslüman coğrafyasının pek büyük bir kısmı hâlâ sultanlar, şefler, krallar, melikler veya kendilerine cumhurbaşkanı sıfatını ver(dirt)miş olan diktatörler tarafından yönetilmiyor mu?
Dahası, iktidar/ yönetim gücünün babadan oğula geçişi veya aile içinde tedavülü demek olan saltanat, "cumhuriyet" ismi altında devam etmiyor mu, nice coğrafyalarda..
Ve müslüman coğrafyalarından nicelerinde tahakkümlerini sürdüren krallıkları bırakalım; cumhuriyet ismi taşıyan rejimlerden nicelerinde de, Bangladeş ve Pakistan"dan Azerbaycan ve Suriye"ye kadar uzanan geniş coğrafyalarda, bu durum tekrarlanmıyor mu? Aynı şekilde, 30 yıldır iktidarda bulunan Hüsnî Mübarek, önümüzdeki Kasım ayında yapılacak seçimler için ya kendisini bizzat, ya da oğlu Cemal"i seçtirmeye hazırlanmıyor mu?
Irak"da da Saddam, yerine oğlu Udey"i hazırlamıyor muydu?
Aynı şekilde, Libya"lı "delifişek" de 40 yıldır sürdürdüğü iktidarı, oğlu Seyf"ul-İslam"a devretmeye hazırlanmıyor mu?
Ve daha traji-komik olanı ise, bazı ülkelerde örnek model olarak gösterilmeye başlanan T.C. uygulamasında, 73 sene ölmüş olan bir siyasî kişiyi, bir "resmî ideoloji ikonu" olarak, anayasanın da, hukukun da, insan haklarının ve özgürlüklerinin de kaynağı ve dayanağı kabul eden bir tuhaf cumhuriyet anlayışıyla ve o kişi adına dikte olunan bir takım devrim ve ilkelere bağlı kalınacağına dair, anayasalarda bile yeri ve sınırları belirlenmiş yemin metinlerine bağlı olarak; yani, zâhiren cumhûriyet, fiilen ise, bir saltanat, monarşi ve oligarşi örneği oluşturacak şekilde varlığını sürdürmüyor mu?
*
Böyleyken.. Tayyîb Erdoğan ve arkadaşlarının dünyaya yansıttıkları olumlu görüntünün en olumsuz tarafı, müslümanlara kan kusturan laik-kemalist rejimin, başka diyarlardaki bazı müslüman seçkinlerce bir model olarak algılanması..
Halbuki, bu sistemin, bugün bazılarına örnek model olarak gösterilmesine vesile olan o müslüman siyasetçilerin, nice çetin mücadelelerden sonra, laik rejimin bazı üst siyasî makamlarına ulaşabildiği gerçeği üzerinde fazla durulmamaktadır..
15 yıl öncelerde de, Necmeddin Erbakan, Tansu Çiller"le anlaşıp, Refah-Yol diye anılan bir karma hükûmetin başbakanlığına geldiğinde; niceleri, mevcud laik bir anayasanın ve onun temel dayanağı olan ve dârağaçları üzerine kurulmuş bulunan kemalist resmî ideolojinin cenderesinde sıkıştırılmış bir siyasetle müslüman bir siyasetçinin bir çok hedeflerini gerçekleştiremiyeceğini düşünmeden, Türkiye"de hükûmetin İslamcıların eline geçtiğini sanmışlar; İran"da bile mevcud sistemin uygulamalarından rahatsız olan bazı kimseler, "kemalist-laik Türkiye"yi bile örnek göstermişlerdi.. Abdulkerim Şurûş gibi nice isimler, Türkiye"deki laik sistemin çok cici bir şey olduğunu sanıyorlar ve "Bakınız, İslamî kimlikleriyle bilinen kimseler, laik bir rejimde iktidara gelebiliyor" diyorlardı..
(Bazıları, o yanlışlarından hâlâ da uyanabilmiş değil ya, o ayrı bir mes"ele.. O gibi iddialara karşı, bu satırların sahibince yazılan makalelerde, "kötü bir vasıtanın, iyi bir şoför elinde iyi zannedilmesi" gibi bir tablonun ortaya çıktığına işaret edildiğini de bu vesileyle belirtmeliyim..)
*
Yani, kemalist-laik rejim"in 80 küsur yıllık diktatörlüğü altında ezilen müslümanların, hangi çetin mücadelelerden geçtiğini bilmeyenler, bugünkü noktaya, güllük-gülistanlık içinde gelindiğini sanıyorlardı ve bugün de öyle zannedenler var..
Ki, bir takım ıslah çabaları hâlâ da o rejimin koyduğu kurallar içinde kalınarak yapılmaya çalışılıyor..
Bu mücadele tarzı, inkılabçı metod açısından, açıktır ki, baştan yenilgiyi kabullenmek mânası taşır..
Ama, "inkılab yapalım" demekle inkılab da olmuyor, inkılabçı da olunmuyor.. Onun, herşeyden önce, devlet"i kutsayan bir sosyo-kültürel alt yapıya dayalı bir toplumda öyle sebze yetiştirir gibi gerçekleşmediği de ayrı bir konu..
Şartların oluşmadığı yerlerde, egemen güçlerin koyduğu kurallar çerçevesinde, yani uzlaşmacı metodla, ve bir gecede dayatılan kararları, kanunları bir ömür boyu çırpınarak bile bertaraf edemeyen bir yolla da olsa, uzun soluklu bir mücadele metodunu benimseyenleri -o metodu yetersiz görsek bile-, suçlama hakkımız olmasa gerek..
Geçelim ve yaklaşan seçim öncesindeki bazı noktalara kısaca değinelim..
Görülen odur ki, şu önümüzdeki 4 ay içinde çok büyük bir olumsuzluk meydana gelmezse, Tayyîb Erdoğan"ın bu seçimleri de kazanacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.. Çünkü, mevcud sosyal bünyede, halkımızın büyük kesimleri açısından, Tayyîb Erdoğan"dan daha geniş kabul görecek ve onmilyonlara güven telkın eden bir rakib siyasetçi fiilen gözükmemekte..
Bir halk adamı ve belli halkın ekseriyetinin benimsediği inanç değerlerine samimiyetle bağlı olan birisi kanaatini vermiş olması dolayısiyle ve devlet"ten önce "insan"ı ve "yönetilenlerin hukuku"nu gözeten görüntüsüyle, Erdoğan"ın karşısına bir rakibin çıkması, onu önümüzdeki seçimlerde zorlayacak bir rakibin çıkması uzak ihtimal..
Erdoğan"ın bu durumda dikkat çeken ve bazılarına göre, zaaf ve bazılarına göre de kuvvet noktası olarak görülen özelliklerinden birisi de, hakkında ağır suçlamalarda bulunan kişilere hemen ağır karşılıklar verip, hakaret ve tazminat dâvaları açması..
Bu, ferden onun hakkı olabilir.. Ama, siyaseten de hakkıdır denilebilir mi, işte orası biraz tartışmalı..
Çünkü, onu tahrik etmek için, muhalefet, bazen hiçbir mâkul sınır tanımıyor.. Nitekim, geçen hafta, Batman"a gideceği zaman BDP ve PKK"nın, "Başbakan Batman"a giremiyecek!.." diye bildiriler dağıttıkları biliniyor.. (Bu tehdid kokan bildirilere ve halkı sindirme çabalarına rağmen, Batman halkı onbinler halinde onu karşılamıştır, bunu da belirtelim.. Yani, o plan tutmamıştır..)
Bir BDP m. vekilinin de, Van"da, Vali"nin halk tarafunıdan sokağa çıkarılamaz hale getirileceğine dair lafları da, tv. ekranlarına yansıyor..
Bir CHP m. vekili de, "terör örgütü de, devlet de silah bıraksın.." diyor.. Yani, bir devlet ile bir örgütü aynı seviyeye getirmeye çabası.. CHP Gen. Başk.Yard. Prof. Suheyl Batum ise, "Ergenekon Yargılaması"nın bazı sanıklarının önümüzdeki seçimlerde CHP"den aday gösterilebileceğine dair niyetlerini açıklıyor ve bununla da yetinmeyip, o yargılamaların yapıldığı Silivri"deki adliye kompleksine doğru, "50 bin kişiyle yürüme çağrıları" yapıyor..
Bunlar normalde çoğu insanın sigortasını attıracak cinsten görülebilir; hele de bir Başbakan"ın..
Ama, bu gibi tahriklere karşı, aynı uslûbla cevab vermek, zıdlaşmayı daha bir güçlendirmez mi?
Bu gibi tahriklere karşı, sukûnet içinde verecek mâkul bir cevabın varsa, onu dile getirirsin; ama, hırçın bir uslûb, tam da birilerinin düşürmek istedikleri tuzağın kurbanı olmaya sürüklemez mi?
Kılıçdaroğlu, ağzının freni olmayan birisi durumunda.. Bahçeli ve Demirtaş- Kışanak ikilisi de zaman zaman aynı duruma düşüyor.. Kılıçdaroğlu, Erdoğan"a "hasta olduğunu, hastahaneye başvurmasını" öğütlüyor, "Senin kimyanı daha da bozacağım.." diye kabadayıca sesleniyor..
Bu gibi tahrik ve hattâ tahkir edici saldırılar, hele de seçim atmosferinde, daha da artacaktır..
Ve bütün diğer partilerin liderlerinin zehirli oklarının hepsi de, Tayyîb Erdoğan"a yönelik olacaktır.. Çünkü, o 8 yıldır iktidarda ve diğerlerinin hepsi de muhalefette.. Bu yüzden, AK Parti"ye değil, bizzat Tayyîb Erdoğan"ın şahsına yönelik ağır ithamlar, yalanlar, uydurma haberler olabilecektir.. Ve yapılan kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi, geniş kitleler 8 yıllık bir uygulamadan sonra, bile, hâlâ da Tayyîb Bey"e güveniyor.. Hattâ denilebilir ki, "AK Parti de Tayyîb Bey sâyesinde vardır, Tayyîb Bey, AK Parti sâyesinde değil.." gibi bir görüntü sözkonusu..
Tayyîb Erdoğan"ın bu konuda iki önemli avantajı var,.. Birincisi, 2000-2001 yıllarında, sistemin tamamen çökmesi ve ondan sonra da kendisinin o kötü döneme göre, ülkeyi epeyce rahatlatıcı bir yönetim tarzı sergilemesi; ikincisi de, muhalefet partilerinin, halkın sempatisini kazanmak konusunda Tayyîb Erdoğan"ı dengeleyebilecek bir lider ortaya çıkaramaması..
Böyle bir durumda, muhalefetin hırçın saldırılarda bulunmasını da tabiî karşılamak gerekir.. Demokrasi denilen bu sistemdeki yarış, ahlâkî sınırlar tanımaz..
Diğer bir söyleyişle, herkesin ahlâk anlayışı, kendi inancına, ideolojisine göre şekillenir.. Herkes, kendi temel değerlerine göre, ahlâkdışı bir yöntem takib etmediğinin itminanı içinde gözükebilir..
Bu durumda, ağır saldırılara maruz kalan Tayyîb Bey, bunu, iktidarda olmanın kaçınılmaz bir gereği olarak görmmelidir.. Böyle yapmayıp, o ağır ve ölçüsüz saldırılara karşı, taşradaki kahvehanelerde siyaseti şekillendiren dedikoducuların ağzını kapatmak için yaptığı sert ve ânında karşılıklar hatırına olsa bile, bu kadar sert bir siyaset, sert sirke etkisi yapar, küpüne zarar verir..
Bütün bu tahriklere karşı Erdoğan, "itidal"i temsil etmelidir..
Çünkü, hem bertaraf edilmesi istenen ve hem de güçlü olan, odur..
Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan"ın işi daha bir zor..
O, "itidal"i temsil eden taraf olmadığı, tahrik ve tahkirlere aynı şekilde hırçın karşılıklar takdirde, bu uslûbun, kendisine diktatörlük heveslisi gibi yakıştırmalarda bulunanlara malzeme vereceğini de unutmamalı değil midir?
Karikatür mü çiziyorlar, sert yazılar mı yazıyorlar..
Ya da, siyasî rakibleri ona ağır saldırılarda mı bulunuyorlar.. Bunları millete şikayet edersin, ama, kendin, o seviyeye düşmezsin., olur biter.. Aksi takdirde, siyasî arenada da Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Demirtaş misali kimselerin ağır tahkir veya tahriklere varan sözleri daha da şiddetlenecektir..
Tayyîb Bey, bunlara karşısında gülüp geçmeyi denemeli ve öğrenmelidir..
Tamam, A. Altan"ın, Taraf"ta geçenlerde "Senin adamlığın bu mu?" gibi ağır ifadelerle saldırmasına karşı Tayyîb Bey, kendi içinde tutarlı ve haklı görülebilir; ama, bir hakaret ve onbinlerce liralık tazminat dâvaları açmış olmasının hiç hoş kaçmadığı bilinmelidir..
Eskiden, "1 kuruşluk tazminat dâvası" açarlardı.. Bu, saldırının mahkeme kararıyla tesbit edilmesi mânası taşıyan ince bir davranıştı.. Ama, bazı gazeteciler, o zamanlar, bu gibi dâvaları açanları, "Demek ki, sizin haysiyet ve şahsiyetiniz 1 kuruşluk imiş, kendiniz de bunu itiraf ediyorsunuz.." gibi sözlerle yine saldırıyorlardı. Böylece o yol, bizzat o gibi yazılar yazmayı ve elinde kalem tutmayı hakaret etmek için bir hak gibi zannedenlerin hamakati yüzünden terkedildi..
Bu gibi hakaretlere karşı tazminat dâvaları açmak veya aynen iade edildiği gibi sözlerle karşılık vermek ve, "iddianızı isbatlamazsanız şerefsizsiniz, alçaksınız!" gibi laflara sarılmak, Tayyîb Bey"in konumuna uygun düşmemekte ve onu bir kördöğüşüne çekmektedir..
Tayyîb Bey ve çevresi, nasıl ki, AK Parti"yi kurdukları günmlerden beri, eski liderlerinin kendilerine hakkındaki en ağır saldırılarına, hakarete varan sözlerine karşı yıllarca ağızlarını kapattılarsa, bu saldırılara karşı da aynı şekilde sukûnet içinde davranabilirler ve bu saldırılarda bulunanları millete havale etmekle yetinebilirler..
Hattâ, bir tebessümle bile, o dâva açmalardan daha etkili şekilde etkisiz hale getirebilirler..
"Ben senin kimyanı bundan sonra daha da fazla bozacağım, hastahaneye git.." diyen bir Kılıçdaroğlu"nun sözleri ne kadar ısırıcı olursa olsun, Erdoğan, böylesine saçma sözlere aynı uslûbla karşılık verirse, tam da kendisini oyuna getirmek isteyenlerin istediği noktaya gelmez mi?
Unutulmasın, 50 yıl öncelerde, Osman Bölükbaşı"nın ağır eleştirilerine Adnan Menderes de tahammül edemez ve Meclis"i bile terkeder, o da arkasından, "Kaçma Menderes, kaçma!.." diye keyifle bağırırdı, Başbakan"ı küplere bindirmiş olmanın zevk ve tatmini içinde..
27 Mayıs Darbesi sonrasında, 1965"lerde Demirel Başbakan olduğunda ise, Bölükbaşı, yine o eski alışkanlığıyla Meclis kürsüsüne çıkıp alabildiğince eleştiriler yaparken, Demirel"in de Meclis"ten kaçmasını bekliyordu..
Ama, öyle olmadı, Demirel, onun son derece sert eleştirileri karşısında göbeğini tuta-tuta gülmeye başlayınca, Bölükbaşı, "Biz burada İsmail Dümbüllü"ye döndük.." deyip siyasetten çekildi..
Tayyîb Erdoğan da, saldırılara karşı bugünkünden farklı yöntemlerle karşılık vermeyi geliştirebilir.
Evet, siyasette uslûb, sertlik üzerine mi, yoksa mülayemet üzerine mi kurulmalı?
Mümaşaatsız, aşağıdan almaksızın, vakarı koruyarak ve sinirleri olabildiğince frenleyerek..
Hani, "yokuşu mu seversin, inişi mi?" diye sorulan devenin "Düz yola n"olmuş ki?" demesi misali bir durum..
*
Bu konulara girmişken, bu vâdide biraz daha dolaşalım..
Hani, derler ya; Yûnus"un şiir defterini, ondan onlarca yıl sonra ve bir şekilde ele geçiren Molla Kasım adında birisi, nice sahifeleri, "Burası saçma, burası günah, burası şeriate aykırı.." diye yırtıp imha eder; ama, son bölümünde,
"Derviş Yûnus, sen bu sözü eğri büğrü söyleme/
Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.."
şeklindeki bir beyti görünce, kendisinden onlarca yıl öncelerde yaşamış olan Yûnus"un manevî şamarını kendi suratında hisseder, hatasını anlar, ama, artık olan olmuş ve o şiirlerin büyük bir kısmı imha edilmiştir..
Bu satırlara da, bir çeşit "Molla Kasımlık" veya hariçten gazel okumak nitelemesi yapılabilir.
Ama, yine de, biz, istesek de istemesek de hepimizin geleceğini etkileyecek olan bu sosyo-politik gelişmeler içinde göze çarpan bazı hususlara daha dikkat çekelim..
Bülend Arınç, dürüst, halk kitlelerince de sevildiği anlaşılan bir siyasetçi.. Ancak, siyasette galiba, inceliklere fazla dikkat etmiyor. Sık sık ve bizzat belirttiği üzere, türkçeyi en güzel konuşan parlamenterlerden birisi olduğunu hatırlatarak, bu itminan içinde, bazen çamlar deviriyor.
Geçenlerde, Başbakan Erdoğan Kars"taki bir heykele "ucûbe" deyip, yıkılması gerektiğini söyleyince, Kültür Bakanı E. Günay, o sözü tevil etmeye kalkışmıştı, durumu kurtarmak için..
Arınç, bunun üzerine Günay için, ekranlarda, "Allah kimseyi onun yerine düşürmesin.." diye bir söz etti..
Bu sözünü de "Başbakan"ın sözü tevil edilmeye çalışılır mı?" diye gerekçelendirdi..
Günay"ın tevili yanlış olabilir, bu ayrı bir konu.. Siz de katılmayabilirsiniz, onun teviline.. Gerçi, birkaç gün sonra özür diledi, Günay"dan; ama, asıl mes"ele o değil..
Garib olan, Arınç gibi bir kimsenin, "Başbakan"ın sözü tevil edilmeye çalışılır mı?" diyebilmesidir.. Böyle bir yaklaşım, herşeyden önce, bu rejimin bir takım makamlarının, âdetâ kutsanırcasına ne kadar önemsendiğini göstermesi ve ayrıca Başbakan"ın da kendisini ve makamını yanlış algılamasına vesile olabileceği açısından son derece tehlikelidir..
Arınç"ın, evvelki gün, Manisa"da konuşma yaparken, öğle ezanı okunmaya başlanınca,"fetva aldım, konuşabilirim.." demesi de, ayrı bir ilginç tavır..
Çoğu müslüman, günlük hayatında ezan esnasında öyle davranmazken; öyle bir hassasiyetin sırf siyasî hesablarla yapılıyor olması, elbette ayıptır.. Arınç"ın o sözünden sonra, "Şükür ki, "Tanrı uludur.." demiyor.." gibi bir cümle kurması ise, hiç anlaşılır şey değil..
Gerçi o, "ezan"ın aslî şeklinin bozulduğu yıllara, kemalist diktatörlük rejiminin ilk yıllarındaki azgınlıklara işaret etmek istemiş olmalı.. Ama, o konuda da, açık bir suçlama yapılmalı, yapılacaksa..
Çünkü, "ezan"ın aslî şekliyle okunmasına engel olan, bizzat M. Kemal"dir.. CHP onun maşasıydı, sadece.. Nitekim, 1950"den sonra, ezan"ın aslî şekliyle okunmasına dair kanun tasarısı Meclis"te görüşülürken, CHP de destek vermişti, o kanun tasarısına..
"Molla Kasımlığa" devam edelim..
Arınç"ın, bir özel tv. kanalında yayınlanan bir dizide, Osmanlı Sarayı"ndaki harem hayatıyla ilgili yakıştırmalara dair sözleri de, üzerinde durulmayı gerektirici mahiyette..
Tamam, tarihin olabildiğince bayağılaştırılması, yanlış..
Ama, tarihin kutsallaştırılmasına yol açacak yaklaşımlar da, tarihten alınması gereken asıl dersin yolunu kesmez mi? Laik kemalistlerin, "resmî ideoloji ikonu"na getirdikleri koruma ve laik kutsallık zırhına mukabil, biz de, sarayları mı kutsamalıyız?
Tarihteki bir takım yanlışların veya doğruların tekrar hatırlanmasından maksad, yarınların yapılanmasında takib edicelecek metodun, yolun aydın belirlenmesi, aydınlatılmasıdır. Ve bu gibi konular, ahlâkîlik açısından ele alınmalıdır; tarihte kutsallar üretmeye vesile olacak şekilde değil..
Haa, özellikle kemalist/ laik taifenin, "taife-i laicus"un temsilcileri, bu noktada müslümanlara hemen, "Sizin aklınız sadece bu konulara çalışıyor!." diye suçlamalar da getiriyorlar..
Halbuki, milletin hayat tarzını değiştirerek, "alkol ve libidonal davranışları hayatın özü olarak akıllarının sadece nerelere çalıştığını sergileyenler, bizzat kendileridir..
*
Bir diğer nokta..
CHP lideri Kılıçdaroğlu, Erzurum"da kar yağmamasını da AK Parti"nin bereketsizliğiyle izah etmiş..
Tabiatiyle gülüp geçildi, bu laflara..
Ama, durun bakalım..
Bu gibi yakıştırmaları, bizim müslüman halkımız da büyük çapta hep yapmadı mı, yapmıyor mu?
Kuraklık mı var, olanlar hükûmet yüzünden..
Deprem mi oldu, "hükûmette olanlar yüzünden toplum da cezalandırılıyor"dur..
"Geldi İsmet kesildi kısmet.." tekerlemeleri az mı rayiç idi, bizim toplumumuzda?
Elbette ki, bazı ilahî ihtarlar, tabiat hadiseleri yoluyla da olabilir, ama, hemen her tabiat hadisesini, direkt, toplumdaki yönetenlerin veya yönetilenlerin günahlarına bağlamak, ne kadar doğrudur?
Kılıçdaroğlu, halk içindeki bu tutarsız yolun hâlâ da geçer akçe olduğunu düşünmüş olmalı..
Çare, ona gülmek değil, o pazarın artık dağıldığını isbatlamak olmalı..
*
Ergenekon"un bir yemi olarak kullanılan U. Mumcu üzerine..
Öldürülmesinin üzerinden 18 yıl geçen U. Mumcu için, anma proğramları yapılırken, yine iddialı sözler tekrarlandı..
Hatırlayalım, U. Mumcu, tam da MİT- PKK arasındaki bazı belgelere ulaştığını ederek, bunları yayınlamak istediğinde, şimdilerdeki Ergenekon ve Balyoz dosyalarında yer alan ve sosyo-politik bünyeyi kemalist çizgide tutabilmek için, kamuoyunda bomba etkisi yapacak bazı kanlı eylemlerin planlandığına dair belgelerde dile getirilenleri hatırlatan bir şekilde öldürülmüştü..
U. Mumcu, -eşinin söylediğine göre- o ilginç bağlantıları açıklamak istediğini bir dostuna anlatır, o da, "Başına bir iş getirirler.." kabilinden sözler söyleyip caydırmak ister.. O ise, "Bu tehlikeler vardır, ama, bu da bizim iş kazamızdır.." der.. Ve MİT-PKK ilişkisi"ne dair yazı serisini başlatacağı sırada, öldürülür..
Ne var ki, ortada hiçbir belge, ipucu yokken, bu cinayet, hemen, İran"ın üzerine yıkılır.. Saatlerce süren ve yüksek rütbeli yüzlerce subayların da katıldığı cenaze töreni sırasında, onbinlere, "Kahrolsun şeriat.. Yobazlar İran"a.." diye bağırttırıldı, minarelerden gelen ezan seslerine, binlerce hançereden birden "yuuhh" diye mukabelede bulunduruldu..
"Bu cinayetin faillerini mutlaka yakalayacağız, bunu namus borcu biliyoruz." diye açıklama yapan devlet yetkilileri, o sözlerini hatırlamadılar bile.. Ortaya hayalî suçlamalarla bir kısım zanlılar çıkarıldı, ama, onların da bir düzmece suçlamaya yem oldukları anlaşıldı..
Zamanın Emniyet Gen. Md. Mehmet Ağar"ın, U. Mumcu"nun ailesine, "Bu konuya dokunamayız.. Çünkü, bir tuğla çeksek, bütün duvar yıkılabilir.." dediği, o aile ferdleri tarafından açıkça dile getirildi..
Ve aradan 18 yıl geçtikten sonra, konu hâlâ, aydınlanamamıştır..
U. Mumcu"nun cenaze töreninde yürütülen onbinlerin saatlerce süren bağırtılarına katılanlar, Uğur"larının Ergenekon planları için bir yem, kendilerinin de bir figuran olarak kullandıklarını düşünmek ve kendilerini vicdanlarında hesaba çekmek erdemine ulaşabilmişler midir ve biraz olsun, utanmak nimetinden nasiblerinin olduğunu ortaya koymuşlar mıdır?
Yoksa, bunu ortaya çıkaracak "araştırmacı ve soruşturmacı gazeteci"lerden kimse kalmamış mıdır?
*
"U. Mumcu, araştırmacı, soruşturmacı gazeteciydi" denilir..
"Diğerleri soruşturmadan, araştırmadan mı yazar, yani?" dememek elden gelmiyor..
Sahi, bu iddia doğru mudur?
Bu iddiada bazı doğru yönler vardır.. Çünkü, U. Mumcu, yazılarında, kitablarında, yığınla belgeler, bilgiler, çoğu kimsenin ulaşmayı hayal bile edemiyeceği gizli yazışma ve notlar da bulunur ve onun bunları nasıl temin ettiğine akıl-sır ermezdi..
Bu vesileyle hatırlayalım ki, Mumcu, 1987"lerde birisi için, isim vermeden "dönek marksist köpek" diyor ve o kişinin, "MİT"e birçok solcular için dosyalar dolusu bilgiler verdiğini ve nice solcuları yaktığını" iddia ediyordu..
Bu ağır ifade ve ithamlardan hedefin Ç. Altan olduğu tahmin ediliyordu, genelde.. Mumcu"nun ona kızgınlığı da, Ç. Altan"ın o günlerde T. Özal"ı desteklemesinden kaynaklanıyordu..
Çetin Altan, uzun süre sustuktan sonra ona hitaben bir karşılık verdi ve "beni konuşturma.." kabilinden sözler sarfettikten sonra, "MİT"e dosyalar dolusu bilgi verilmesi" konusuna değinerek, "Bazılarından dosyalar dolusu bilgi alırlar, bazılarına da dosyalar dolusu bilgi verirler.." demiş ve bunun üzerine, U. Mumcu, tartışmayı kesmişti..
Bu sözlerde, aynı zamanda U. Mumcu"nun araştırmacı ve soruşturmacı gazeteciliğinin ipuçları da veriliyordu..
Sadece MİT veya Emniyet mi?
Onun, o dönemin Gen. Kur. Başk. Org. Necdet Üruğ başta olmak üzere, TSK"nın en önde gelen, üst dereceli generalleriyle devamlı görüştüğü ve bilgi alış-verişinde bulunduğu da açıkça ve defalarca kamuoyu önünde itiraf olunmuşken..
Hiç kimsenin ulaşamadığı belgelere ulaşmasının mekanizması da, bu açıklamalardan net olarak ortaya çıkıyordu..
Evet, "araştırmacı gazetecilik", böyle bir şey olmalı..
Haksöz