"Siyonist Çete Liderinin Türkiye Ziyareti ve Düşündürdükleri"

İslami Analiz.cıom Yazarı Hazım Koral'ın Yazısını iktibas ediyoruz

Konu aslında çetrefil olmamakla birlikte acaba yazmaya nereden başlasak?

Genellikle bir olayın analizini yaparken vakanın sibâk (öncesi) ve siyak (sonrası) göz önünde bulundurulması gerektiği kanaatindeyim. Özellikle de konu Filistin ve işgalci Siyonist çete olunca olaya öncesinden bakmak gerekir..

Yıl miladî 1917, İngilizler Filistin topraklarını işgale koyuluyor. Filistin'deki Osmanlı birliklerinin komutanı payitaht İstanbul'dan takviye kuvvet olarak yardım talebinde bulunuyor. Maatteessüf ki, Galiçya mazeret gösterilerek yardım talebi geri çevriliyor. O dönem Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Rusya'ya karşı müttefik.. Bu müttefiklerimiz bizden 20 bin asker talep ediyor ve payitaht "hay yay" deyip gönderiyor. Ama Filistin'e gönderecek askerimiz yok! (Galiçya, Ukrayna ve Polonya sınırları içerisinde bulunan bir bölge.. İki yüzlü Batılılar utanmasalar bugün de Galiçya için, yani Ukrayna için bizden asker isteyecekler.)

Bir başka husus, biz 1950 senesinde büyük şeytan ABD adına Kore'ye 5 bin asker göndereceğimize olayın iki sene öncesinde o 5 bin askeri Filistin'e gönderseydik Siyonist çete devleti belki kurulmayacaktı.

Biz gâvura yardım edelim derken Filistin toprakları elimizden çıktı, Filistin'i kaybettik. İngilizler Filistin topraklarını işgal etmeden önce niyetlerini açık bir şekilde dile getirmişlerdi. İngiltere'nin Dışişleri Bakanı (aynı zamanda savaş bakanı) Arthur Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild ailesine yazdığı mektupta Filistin topraklarında Yahudilere bir yurt vereceğini taahhüt ediyor. Bu mektup tarihe "Balfour Deklarasyonu" olarak geçmişti.

İngiltere, uluslararası kamuoyunda kabul görmesi ve itirazda bulunulmaması için Siyonist devletin ilânını Birleşmiş Milletler'e havale ediyor.

Tarih yaprakları 14 Mayıs 1948 yılını gösterdiğinde Birleşmiş Milletler Siyonist çetenin devlet olarak varlığını ilân etti. Birleşmiş Milletler'in ilânından on bir dakika sonra Siyonist çeteyi devlet olarak tanıyan ilk ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştu. 11 saat sonrasında ise Siyonist çeteyi ilk Müslüman ülke olarak Türkiye tanımıştı. Arap ülkeleri ise bu ilâna şiddetle karşı çıkmışlardı. Bilâhare, yani Türkiye'den 31 yıl sonra (1979 yılında) İsrail'i ikinci tanıyan Müslüman ülke Mısır'dı. "Camp David Anlaşması" nedeniyle Arap ülkeleri Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'a tepki verdiğinde, Sedat, "Bugün bana tepki gösteren Arap ülkeleri bir gün gelecek İsrail ile anlaşmak ve İsrail'i tanımak için sıraya girecek" demişti. Nitekim de öyle oldu. "Yüzyılın Anlaşması" ve "Abraham Anlaşmaları" adı altında Birleşik Arap Emirlikleri'nden Fas'a kadar, Fas'tan Sudan'a kadar Siyonist çetenin varlığı tanındı. Askerî işbirliğine varasıya kadar yapılan bir takım ihanet anlaşmaları kapsamında çocuk katili, soykırımcı, Filistin işgalcisi Siyonist çete ile göbek bağı oluşturuldu. Bu gelişmeler İslâm ümmeti için tarihimize işlenmiş ve vicdanlarımıza kazınmış kapkara birer lekedir.

Evet, bu durum bütün ümmet için çok acı veren bir hadisedir. Mazlum Filistin halkının ve İslâm ümmetinin yüreği kanamaktadır.

1917 yılında Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu adına Galiçya için "siyaseten alınan yanlış karar" bu ümmete çok pahalıya mal oldu. İlk kıblemiz olan Mescid-i Aksa biz Müslümanlar için Kâbe kadar kutsaldır. Ayrıca bu kutsiyet sadece Mescid-i Aksa ve Kudüs kenti ile sınırlı değildir, bütün Filistin topraklarını kapsamaktadır. Allah Teâlâ İsra Sûresi'nin 1'nci ayetinde "Barekna havlehû" diyerek bütün Filistin topraklarının kutsiyetini tebcil ederek bu toprakların Müslümanlara ait olduğunu tescil ediyor...

Kısacası, yeryüzünde İslâm ümmeti açısından Mescid-i Haram'ın, Mescid-i Nebevî'nin ve Mescid-i Aksa'nın içerisinde bulunduğu topraklar kutsaldır. Siyonistler de Filistin topraklarını Arz-ı Mevud" (vaad edilmiş) topraklar olarak kutsal gördüğü için sorun ve husumet buradan kaynaklanıyor. Hatta "Arz-ı Mevud" olarak dile getirdikleri coğrafya (Türkiye'nin güney doğusunun da içerisinde olduğu), Nil'den Fırat'a kadar bütün Mezopotamya topraklarını kapsamaktadır. Bu yüzden Birleşmiş Milletler'e sınırlarını deklare etmiyorlar. Siyonistler söz konusu toprakları ele geçirmeyi imânî bir vecibe olarak görüyor. Belirli aralıklarla Lübnan'ı işgale yeltenmelerinin ve Suriye'de iç savaş çıkarmalarının sebebi bu.

Elbette Müslümanlar olarak olaya biz kendi zaviyemizden bakmak durumundayız. Siyonistlerin ne düşündüğüne değil, Allah Teâlâ'nın "Namus-u Ekber"imiz olan kutsal topraklarımız hakkında bize ne gibi mükellefiyetler yüklediğine bakmak ödevindeyiz.

Bizim zaviyemizden şu bir hakikat ki, Mescid-i Aksa ve Filistin toprakları Siyonist çetenin işgali altındadır. Siyonist çete mutlak işgalcidir. Merhum Erbakan Hocamız'ın dediği gibi işgalci ile anladığı dilden konuşmak gerekmektedir. Bunca yıldan beri diplomasi yolunu deneyen Müslüman ülkeler bir karış mesafe kat edemediler. Kaybeden ve mütemadiyen toprakları işgal edilen, evleri barkları buldozerlerle yıkılan, bağları/bahçeleri, tarla ve arazileri gasp edilen, zeytin ağaçları motorlu testerelerle kesilen, zulme uğrayan, çocuklarıyla birlikte kurşunlara hedef olan Filistinliler oldu. 70 küsur yıldan beri acılara gark olan, zamana yayılmış jenoside/soykırıma maruz kalan Filistin halkı oldu. Erbakan Hocamız bu durumu çok iyi bildiği için, "Siyonistler ancak güçten anlar" diyordu ve İslâm Savunma Gücü'nü ivedilikle bunun için tesis etmek istiyordu. Fetva makamındaki âlimlerimiz ise, yıllardan beri Siyonist çete ile her türlü diplomatik ve ticarî ilişkinin zinhar haram olduğunu söyleyip durdular. İslâm dini zaviyesinden hadise böyle. Ancak bu olaya Türkiye açısından baktığımızda durum farklılaşıyor. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyeti laik/seküler (dini değerleri reddeden) bir irade tarafından kurulduğu ve muasır medeniyet adına Batı'nın değerlerini bir yönetim biçimi olarak ilke edindiği için Siyonist çeteyi tanımak hususunda sakıncalı bir beis görülmedi ve tanındı. Hangi hükümet iş başına geldiyse o gün bugündür diplomatik ve ticarî ilişkiler artarak devam etti. Bugün itibariyle ticarî hacim 8.5 milyara yaklaştı. Sadece Erbakan'ın başbakan olduğu dönemde ilişkiler sınırlandırıldı ve hatta birçok anlaşma lağvedilecekti ki Siyonistlerin içimizdeki piyonları 28 Şubat Darbesi'ni yaptılar. Ceberut laik rejim ile yüce dinimiz İslâm arasındaki fark bu. Biri, "Mazlum bir halkın uğradığı zulme ve katliamlara bakma, olayın o boyutu seni ilgilendirmez. Filistin toprakları bizim kutsalımız değildir. Filistin meselesi Arapların sorunudur, sen siyasî ve ulusal menfaatlerimiz neyi gerektiriyorsa onu yap" diyor. Diğeri ise şunu söylüyor: "Filistin toprakları bizim kutsalımız, bizim 'Namus-u Ekber'imizdir, Siyonist çete mutlak işgalcidir, işgalcinin/hırsızın orada barınmaya hakkı yoktur, onlar Müslüman olsalar dahi oradan çıkmak zorundadırlar, çünkü Müslümanın da kardeşinin toprağını gasp etmeye hakkı yoktur. O toprakların her karışı sahiplerine iade edilmelidir. Toprakları gasp edilen o mazlum insanlar Osmanlı döneminden kalma tapularını ellerinde saklıyorlar. Şu hâlde gasp edilmiş o topraklardan çıkan doğalgazı biz nasıl satın alabiliriz? O topraklarda üretilen besin ürünlerini biz nasıl ithal ederiz? Onlarla, yani hırsızla diplomatik ve ticarî ilişkiler kesinlikle haramdır. O habis işgalcilerle mütarekesiz savaş hâlindeyiz. İslâm dini açısından hiçbir siyasî maslahat ve hiçbir siyasî mülahaza Siyonist çete ile ilişkilerimizi normalleştiremez. Zira baştan beri izah etmeye çalıştığımız gibi Filistin topraklarının Kûr'ân ve Müslüman halkımız nezdindeki konum ve statüsü tamamen farklıdır. Yoksa Balkanlar 500 yıl dolayında bizim egemenliğimiz altındaydı, o coğrafya 1912 yılında elimizden çıktı, sonrasında o topraklarda kurulan devletleri tanıdık ve ticarî ilişkiler geliştirdik. Yine aynı şekilde Doğu Türkistan Çin'in, Çeçenistan Rusya'nın işgali altında ancak kerhen de olsa siyasî ve ekonomik maslahat gereği bu ülkelerle ticarî ilişkilerimiz var. Fakat Siyonist çetenin durumu tamamen farklı. Biz Siyonist çete hariç her ülke ile mütekabiliyet esasına dayalı diplomatik ve ticarî ilişkilerimiz olabilir diyoruz. Kerhen diyoruz, çünkü 57 ulus devletin varlığını sonlandırıp veya en azından (kısa vadede) D-8'i hayata geçirip İslâm Birliği'ne giden yolda somut adımlar atarsak kısa sürede uluslararası yaptırım gücüne de ulaşabiliriz ve o zaman "dünya 5'ten büyüktür" diyebiliriz. Ancak bu şekilde emperyalist ülkelere "dur" diyebilir ve ticarî ilişkilerimizi ona göre belirleriz. Ancak bu şekilde mazlumlara yönelik yapılan zulümlere gereği gibi engel olabiliriz. Siyonist çetenin pozisyonu ise her ahval ve şeraitte ilişkiyi (fıkhî açıdan) zinhar haram kılmaktadır. Peki buna rağmen son gelişmeyi, yani Siyonist çete liderinin Türkiye ziyaretini nasıl yorumlamamız gerekiyor?

Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki, Türkiye ABD'nin vesayeti altında. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye üstü örtülü ABD'nin manda yönetimine maruz kalmış durumda. Hatırlayalım, Merhum Erbakan Hocamız başbakan olduğunda ABD Büyükelçisi kendilerini ziyarete geldiğinde talimat dosyasını masaya koyuyor ve maddeler halinde buyrukları sıralıyor. Bu esnada Büyükelçi müstemleke valisi gibi küstah ve buyurgan bir üslup sergiliyor. Erbakan Hocamız buyrukların aksine bir yol haritası izlemeye kalkıp vesayet zincirlerini kırmaya teşebbüs edince başına ne gaileler açtılar, hepimiz gördük. Piyon Çevik Bir ABD'nin direktif ve talimatıyla 28 Şubat Darbesi'ni yapar yapmaz soluğu Amerika'da alıp patronlarına "tekmil" vermişti. Kısacası şunu bilmiş olalım ki, biz sadece NATO'ya bağlı değiliz, biz aynı zamanda bütün askerî birimlerimizin kullandığı veya (Kıbrıs Çıkarması'nda olduğu gibi) kullanılmasına müsaade edilmeyen elimizdeki mihimmat ve envanterle birlikte ABD'nin yönlendirmesi/inisiyatifi ve tahakkümü altındayız. Siyonist çete ile ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğinin talimatını bizzat ABD vermektedir. Hatırlayalım, F-16 uçakların revizyonlarını, tankların bakım ve onarılmalarını Siyonist çeteye verilmesini emreden ABD idi. Yine aynı şekilde Konya Askerî Hava Üssü'nün Siyonist çetenin hava kuvvetlerine peşkeş çekilmesi ABD'nin talimatıyla olmuştu.

Bu kıskaçlardan elbette AK Parti Hükümeti de muaf değil. Fakat buna rağmen Müslüman kamuoyumuz AKP'den böyle bir davet ve ziyaretin yapılmasını beklemiyordu. Mavi Marmara katliamı da dahil olmak üzere bu süreçte Siyonist çeteye birçok ödün ve tavizler verildiği kanaatindeyiz. ABD'nin dayatması ile gerçekleştirilen bu ziyaret kamuoyumuzda büyük üzüntüye neden oldu. Verilen ödünlerle ABD'nin kıskaç ve entrikalarını bir tarafa bırakacağını mı sandınız?

Bakınız, ortak projemiz olan ve ödemelerini de yaptığımız F-35'ler hâlâ teslim edilmedi.

Yine sormuş olalım, bu ziyaretle Siyonist çete 70 küsur yıldan beri zamana yayarak adım adım sürdürdüğü işgalinden, yaptığı zulüm ve katliamlardan vazgeçeceğini mi sanmalıyız? Bildiğiniz üzere 15 Temmuz darbe girişimi ABD'nin projesi değil miydi? Trump zamanında başlayan ve bugün de devam eden ambargo ve ekonomik kıskaçların bu ziyaretle sonlandırılacağını mı düşünüyorsunuz?

Trump'ın diplomasi teamüllerini aşan tahkirat ve pespaye içerikli tehditlerini hatırlayalım. Yine aynı şekilde Joe Biden'ın küstahça yaptığı tehditleri düşünelim. Çok açık bir şekilde, "Seni ekonomi ile yıkacağım" demedi mi? En son yaşanan döviz kurlarındaki yükseliş ve akabinde gelen ekonomik kriz bize ABD'nin üzerimizdeki ceberut vesayetini çok bariz bir şekilde göstermektedir. ABD'nin en son siyasî entrikası ise, "İsrail cumhurbaşkanı ile görüşeceksin" dayatmasıdır. Öylesine şeytanî kumpaslar yapılıyor ki, halkımız bunu anlamakta zorlanıyor. Sayın Erdoğan'ın beyanatları ile bazı davranışları veya beyanatlarının hilafına sözler sarf etmesi kamuoyunda farklı algılara neden oluyor. Biz, tenakuz gibi görülen tutum ve davranışlarda ABD ve küresel şer güçlerin vesayetini görüyoruz. En azından biz bu kanaatteyiz. Elbette Müslüman kamuoyu olarak beklentimiz ve olması gereken bu değil. Atlarla seremoni yaparak o paçavranın taşınması ve Ankara'da geçiş güzergahı üzerindeki direklere paçavranın asılması yüreğimizi yaraladı, içimizi dilhûn etti. Anadolu Gençlik Derneği'nden kardeşlerimizin o direklerden paçavraları indirip yırtıp atmaları ve yerine Filistin bayraklarını asmaları yüreğimizi kısmen de olsa serinletti. Çeşitli STK'ların Siyonist çete konsolosluğunun önünde (gün ve gece boyunca) protesto mitingleri yapmaları, "tepki/reddiye ve farkındalık oluşturmak adına" Müslüman kamuoyumuzun duygularına tercüman olmak açısından oldukça anlamlıydı. Şafak 40 Platformu olarak, biz de o gece, orada, direniş dostlarıyla birlikte tepkimizi dile getirmeye çalıştık. Birçok TV kanalı gibi biz de Kudüs TV olarak oradan canlı yayın yaptık. (Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Bosna ve Kosova'dan birçok dostlarımız arayıp tebriklerini izhar ettiler. İtalyan arkadaşım Salwadore Martella o gece görüntülü olarak beni aradı ve sabah bana şu mesajı yolladı: "Buongiorno Koral, hai un grande coraggio di difendere e dare voce al popolo (powero per Palistinenzi) che non ha mezzi di per poter difendersi bravo Koral.. (Günaydın Koral, kendini savunamayacak durumda olan mazlum Filistin halkına ses vermek ve onları savunmak için büyük bir cesaretle bu mitingi gerçekleştirmişsiniz. İlgi ve heyecanla izledim, sizi tebrik ediyorum bravo Koral..")

Sonuç olarak ifade edecek olursak, Hükümetin seküler rejimin kamburunu ve geçmişte yapılan anlaşmaların prangalarını üzerinde taşıdığını biliyoruz. Fakat iktidarın 20 yıllık geçmişine rağmen böyle bir vargele sürüklenmiş olması Müslüman kamuoyumuzu üzmüş oldu. Bazıları bu duruma "konjonktürel şartları" veya "de facto" bir durum olarak bakabilir. Fakat bu durum Müslüman kamuoyumuz tarafından kabul edilebilir bir tavır değildir. Maslahat güdüldüğünü iddia eden cenah bize gücenmesin, biz bu kanaatteyiz.

"Kol kırılır yen içinde kalır" yapamıyoruz. Biz bu davete asla onay veremeyiz.

Bir üstadımızın tavizkâr davranan politikacıları kast ederek "Filistin davası siyasîlerin inisiyatifine terk edilecek kadar basit bir mesele değildir" demişti. Biz ise şöyle diyoruz, "İslâm ümmeti siyasî birliğini tesis ederse Filistin işgali de son bulacaktır bi iznillah."

Sonuç olarak ifade edecek olursak, mutlak işgalci olan Siyonist çete ile diplomatik ilişkiyi hiçbir gerekçe ve hiçbir maslahat meşru kılamaz. Merhum Erbakan Hocamız'ın ifade ettiği gibi, "Siyonistler ancak güçten anlar."

Not: Başta Venezuela olmak üzere birçok Güney Amerika ülkesi sadece Filistin'in mazlum halkına arka çıkmak adına Siyonist çete ile diplomatik ilişkileri keserken biz neden bu vaziyetteyiz?

Medya-Makale Haberleri

Abdurrahman Dilipak: Bize yalan Söylediler
Mücahit Gültekin: Suriye Tartışmaları, "Kökü Dışarıda Olmak" Söylemi ve Politik Hafıza Üzerine
Abdurrahman Dilipak: Suriye İsrail’le karşı karşıya gelirse!
Abdurrahman Dilipak: Suriye’deki halk devrimine nasıl bakıyorum
Abdurrahman Dilipak: Allah’a ve ahiret gününe inanmak!