Siyonistler Sevinmesin, Milli Görüş Kaybetmeyecek...!

Nureddin Şirin

Saadet Partisi kongresi sonrasında yaşanan ve son olarak İstanbul"da iftarda düzenlenen protesto eylemiyle farklı -istenmeyen ve hoş olmayan- bir mecraya doğru kayan süreç, kendisini İslam davasına ve ümmete karşı sorumlu hisseden her bir müslümanı, doğal olarak da ibadi bir sorumlulukla "Milli Görüş" davası içinde yer alan bütün kardeşlerimizi derinden yaralayan, değerleri, kutsalları, kazanımları ve umutları aşındıran bir hal aldı.

Aklı selimin ve mantığın yerini duygusallık ve öfkenin aldığı bir vasatta, Hz. Resulüllah (s.a.v)"ın şu uyarıları zihinlerimizde canlanmaktadır öncelikle:

Resulullah (s.a.s.) kendisinden öğüt isteyen birine: "Öfkelenmeyeceksin" buyurur (Buhârî) Gazaplanma durumunda bunun nasıl giderileceği hakkında da şöyle buyurur: "Biriniz gazaba geldiğinde abdest alsın. Ayakta ise otursun, gazabı yine gitmezse uzansın" (Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd). "Gerçek yiğit, güreşte güçlü olan değil, gazaba geldiğinde nefsine hâkim olandır" (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd).

Hz. Peygamber (s.a.v) başka hadislerinde de "Gazap bütün kötülükleri kendinde toplar""Gazap şeytandandır" (Ahmed b. Hanbel) buyurur.

Çünkü ilahi beyanla kuşanan, insan fıtratını en güzel bilen Hz. Resulüllah (s.a.v) ister kendi zamanında, isterse kendisinden sonra, ümmeti arasında bireysel ve toplumsal düzlemde ortaya çıkacak sorunların, musibet ve felaketlerin temelinde kabaran bir "öfke"nin yer alacağını, gazabın insanları nerelere sürükleyebileceğini çok iyi biliyordu.

Yaşadığımız süreç ve karşılaştığımız tabloda, "gazab"ın dizginleri ele aldığını maalesef görebiliyoruz.

O halde, İslam davasını çökertmek, Müslümanların birlik ve beraberliğini baltalamak, kazanımlarını yok etmek ve Müslümanlar arasında niza ve çatışma çıkartmak için hem bütün gücünü seferber eden, hem de sürekli fırsat kollayan İslam"ın azılı ve yeminli düşmanları, özellikle de siyonist düşman karşımıza geçip ellerini ovuşturuyorlarsa ve bazı fırsatçı ve hasetçiler de mal bulmuş mağribi misali Milli Görüş"ün dinamiklerini tahkir ve tezyif edebilmek için bütün hınçlarını ortaya saçabiliyorlarsa, bunun ne büyük bir vebal olduğunu, sadece hissiyatımla dile getirecek olursam, diyeceğim: şu anda Kudüs ve Mescid-i Aksa"nın kara bağladığıdır..!

Çünkü, dost ve düşman çok iyi bilir ki, "Milli Görüş davası", her şeyden önce "bir kanser uru" olan "siyonizm mikrobu"nu İslam topraklarından söküp atmanın, Kudüs"ü ve Mescid-i Aksa"yı özgürleştirmenin davasıdır. Bu davada atılan her bir adım, sergilenen her bir çaba, üst üste konulan her bir tuğla, siyonizmin ömür yıldızını söndürmekte, İslam Ümmeti"ni "Özgür Kudüs İsrail"siz bir Dünya" idealine adım adım yaklaştırmaktadır..!

Milli Görüş lideri Sayın Necmeddin Erbakan"ın son konuşmasında dile getirdiği "siyonizmin yok olacaktır" sözü de, Milli Görüş davasının asli hedefi ve parolası durumundadır.

O halde, şimdi bizler başımızı iki elimizin arasına alıp düşünsek, bir muhasebe ve sorgulama yaptığımızda; bu yaşananların siyonist düşmanı sevindirdiğini, Beyazsaray ve Tel Aviv"daki şeytanlara sevinç kadehleri kaldırtdığını nasıl gizleyebiliriz..?

Dünden bu güne, nice ter, emek, çile ve fedakarlıkların hamurunda yoğrulan Milli Görüş davası şimdiye kadar değişik partilerle, kurum ve derneklerle geldi; bazıları kapatıldı, yerine başkaları kuruldu; bu davanın liderlerinden erlerine bazıları yasaklandı, bazıları engellendi, bazıları tutuklandı, bazıları yıpratıldı; ama sonuçta, bir çınar misali ortada duran Erbakan hoca, yine son sözünü söyledi: "Siyonizm yok olacaktır!"

Eğer bizler denklemi, bu eksenden kaydırıp kişilere indirgeyeceksek, ya da salt bir partinin varlığı ve geleceğine münhasır kılacaksak, asli hedef ve konseptin dışına savrulmuş oluruz. Sadi Şirazi"nin "Ey yolcu, sen Kabe"ye gitmek istersin, ama bu yol Türkistan"a çıkar" sözünde olduğu üzere, Kabe niyetiyle çıktığımız yoldan sapar kendimizi farklı yerlerde, başka diyarlarda buluruz...

Bu noktada Asr-ı Saadet"ten iki örnek aktarmak istiyorum.

Bilindiği üzere, birtakım bahaneler ileri sürerek Tebuk Savaşına çıkmayan birkaç sahabe, savaş dönüşünde Hz. Peygamber ve ashabının boykotuna uğramıştı. Öyle ki, bu sahabelerin hanımları Hz. Resulüllah"a gelerek kendilerinin nasıl bir boykot izleyeceğini sormuş, Resulüllah da kendilerine bir usul göstermişti.

Kalplerinde iman olan sahabeler, karşılaştıkları bu boykot üzerine, hayatlarının en zor günlerini yaşamaya başlamışlardı. Ne Hz. Peygamber (s.a.v) kendileriyle konuşuyordu, ne de ashaptan dostları, kardeşleri. Ne de hanımları, çocukları"

Bu onlar için dayanılmaz bir ızdırap olmuştu; sonunda bir dağa çıkarak kendilerini bir ağaca bağladılar. Duydukları vicdan azabı ve mahcubiyet onların tüm benliklerini tutuşturmuştu"

Böyle bir durumda, bu sahabelerin Hz. Peygamber (s.a.v) ve İslam"a karşı soğuduklarını, bundan da öte, böyle bir boykota öncülük ettiği için içlerinde Resulülah"a düşmanca hisler taşımaya başladıklarını vehmeden İslam düşmanları onların yanına gelerek, onlardan Resulüllah"a karşı kendi yanlarında saf tutmalarını isteyerek çeşitli tekliflerde bulundular"

İçine düştükleri bir gafletin kendilerini ne ağır bir duruma sürüklediğini gören sahabelerden biri ağlamaya başladı; artık onun içindeki acı kendisine bir cehennem azabı yaşattırıyordu; gözyaşları içinde şöyle dedi:

"Allah"ım, ben ne büyük bir günah işledim, nasıl bir hataya düştüm ki, senin düşmanların gelip benden senin Resulü"ne karşı destek isteyebildiler? Benim kendileriyle birlikte olabileceğimi düşünebildiler? Bizim hakkımızda böyle bir tamaha düşebildiler..?"

Ve Allahu Teala bu sahabeler hakkında indirdiği ayet ile, onları tezkiye ediyor ve onlar da Hz. Resulüllah"a ve dostlarına kavuşturuyordu. Ne büyük mutluluk, ne büyük bir sevinçti bu onlar için"

Bu kıssadan çıkaracağımız ders şu olamaz mı?

Bizler şu veya bu gerekçe ile sergilediğimiz ısrar veya tavır veya eylemsellik ile, İslam"ın ve Müslümanların azılı düşmanlarını tamahlandırmış olmuyor muyuz; Milli Görüş davası"na tabut çakmaya ve mezar kazmaya kalkanların şevkini artırmış olmuyor muyuz..? Kabus dolu günler yaşayan Washington ve Tel Aviv haydutlarının kararmış dünyalarına bir mutluluk salmış olmuyor muyuz..?

Şüphesiz ki bir fitne ve büyük bir imtihan söz konusu"

Bir başka örnek verecek olursak:

Bir gün iki hanım ellerinde bir bebek ile Hz. Ali"nin huzuruna gelirler; her iki kadın da ellerindeki bebeğin kendisine ait olduğunu iddia ederler. Hz. Ali"ye derler ki; "Ya Ali, bu bebek benim, ama bu kadın kendisinin olduğunu söylüyor" Diğer kadın da aynısını söyler. Hz. Ali"den bebeği gerçek annesine vermesi için adaletle hükmetmesini isterler.

Hz. Ali düşünür ve kararını verir"

Kınından kılıcını çıkartır ve havaya kaldırır, der ki: "ben şimdi bu bebeği ortadan ikiye ayırıp yarısını sana, yarısını da öbürüne vereceğim!"

Bunun üzerine kadınlardan biri can havliyle ileri atılarak "hayır, dur ya Ali! Bebeği o kadına ver, ben istemiyorum!" der.

Hz. Ali de, "işte bebeğin gerçek annesi sensin" diyerek, bebeği ona verir"

Çünkü o kadın, canından bir parça olan yavrusunun selamette olması için ondan feregat etmeyi, "yavrum yaşasın da, varsın o kadınının yanında yaşasın" duygusuyla, yavrusundan ayrı kalmayı göze almıştı"

Ona bunu yaptıran annelik fıtratı ve şefkati idi"

Hz. Ali"nin niyeti de, o kadınlardan birinde bunu görmek ve böylelikle, gerçek anneyi tesbit etmekti"

Şimdi sormak gerekmez mi, bu davanın selametini gözeten anne fıtratlı ağabeyler, kardeşler! Hani nerede sizin duygunuz, sorumluluğunuz? Hani nerede, feragat ve fedakarlığınız? "Bebek yaşasın da, varsın ben bundan mahrum kalayım" diyebilecek "anne"lerimiz nerede?

Elbette ki burada birilerini "gerçek anne" birilerini de "sahte anne" gibi niteleme durumunda değilim. Olması gereken, davanın esenliği geleceği, başarı ve zaferi için gereken fedakarlık ve sorumluluğun sergilenmesidir...

Sonuçta;

Ortaya koyduğumuz tavırların, ısrarların bu bebeğin canına okuduğunu göremiyor muyuz? İçine düştüğümüz niza ve husumetlerin bu bebeği nefes alamaz hale getirdiğini, acı içinde kıvrandırdığını göremiyor muyuz? Bu bebeğin selameti için ömrünü ortaya koyanlara acıların en büyüğünü yaşattırdığını, umutlarını söndürdüğünü, ayaklarını titrettiğini, kalplerini kanattığını, hıçkırıklara boğduğunu, azim ve şevklerini tükettiğini, yalnızlaştırdığını, uzaklaştırdığını göremiyor muyuz?

Bu vesileyle bir diğer konuya da değinmek istiyorum.

İstanbul iftarında yaşanan müessif hadiseleri kendi özel bağlamının dışına çıkartarak yazdığımız yazılar, yaptığımız konuşma ve yorumlarla, tüm bu olanları davaya karşı kara propaganda malzemesi yapmaya çalışan fırsatçılara lütfen fırsat vermeyelim. "Ramazan"a saygısızlık, Kur"an"a, ezana saygısızlık, oruca saygısızlık, iftarı Kerbela"ya çevirmek, kana susamak vb." nitelemeler, pusuya yatmış, fırsat kollayan düşmanların mızraklarının başlarına takacağı zehirli oklar, korumaya ve kollamaya çalıştığımız davanın bağrına saplayacağı kurşunlardır...

Evet ortada bir "gazab hali" vardır; ancak birilerinin dediği gibi, bu kutsallarımıza saygısızlık zeminine indirgenecek bir durum da değildir. Şeklini tasvip etmesek de, bu tepkinin saiklerini gözardı etmemiz, meseleyi farklı zeminlere taşımaktan başka bir anlam taşımaz...

Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi; ne birileri "Erbakan hoca adına" Erbakan hocanın ihtiram ve konumunu sarsıcı işlere kalkışmamalı, ne de birileri Erbakan hocanın konum ve rolünü etkisizleştirecek atraksiyonlara, "Erbakansız siyaset" arayışlarına girmemelidir...

Erbakan hoca 40 yıldır siyonizmi hedef gösterdi; son sözünde de aynısını söylüyor:

O halde, Mavi Marmara Şehidleri'nin kanlarının yerde durduğu, Kudüs'ün yahudileştirilme, Mescid-i Aksa'nın yıkılma planlarının adım adım uygulandığı bir dönemde, siyonist düşmanın yeni bölgesel bir savaşın ateşini tutuşturmak için son hazırlıklarını yaptığı bir süreçte dikkatini bu noktadan uzak tutanların, hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar, kendilerini bu davanın eri gibi göstermelerinin ne anlamı ve önemi olabilir?

Hıncımızı, öfkemizi siyonist düşmanın üstüne yağdırmaktan öte bir önceliğimiz olabilir mi?

Erbakan hocayı kimse vitrinlik bir "biblo" olarak görmesin; birileri kurşun sıkarak öldürmeye kalkarken, birileri de "seni seviyoruz ama..." demesin. Öbür yanda, kimse de Erbakan hoca üzerinden kişisel hesaplarını gütmesin...

Erbakan hoca siyonizme karşı mücadelenin lideridir; son nefesine kadar da fiilen bunu sürdürmektedir; Herkes, özüyle, sözüyle siyonizme karşı mücadele sahnesinde ayağa kalksın ve "özgür kudüs" bayrağını yükseklere kaldırsın...

Bir parti çatısı asli değerlerden daha önce değildir; varsın olmasın bu parti! Her nereden ve her kimden kaynaklanırsa kaynaklansın, ömrünü İslam ve ümmet için harcayan, siyonizme karşı mücadele bayrağını elinden hiç bırakmayan bir lideri ömrünün bu anında yok saymak, yıpratmak bir siyaset ise eğer, batsın bu siyaset... Buna çanak tutmanın, buna zemin hazırlamanın ve insanların zihin ve yürek dünyasını karartmanın vebalini kimse ödeyemez... Bu ah kimsenin yakasını bırakmaz...

Mısır'da hangi duygularla İmam Hasan El Benna'yı, Şehid Seyyid kutub'ları, Pakistan'da hangi duygularla Allame Mevdudi'leri, Muhammed İkbal'leri, Bosna'da hangi duygularla İzzet Begoviç'leri, İran'da hangi duygularla İmam Humeyni'leri, Behişti'leri, Filistin'de hangi duygularla Şehid Ahmed Yasin'leri, Fethi Şikaki'leri, Kafkasya'da hangi duygularla İmam Şamil'leri, Şehid Basayev'leri, Lübnan'da hangi duygularla Şehid Abbas Musevi'leri, İmad Muğniye'leri, yüreğimizin sevdası olarak görüyorsak, Türkiye'de de Necmeddin Erbakan hocayı aynı sevdayla yüreğimizde taşıyoruz....

Şimdi birileri bu sevdayı mı öldürecek? Bu sevdayı mı bitirecek? Bu sevdayı mı silecek?

Hadi oradan be adam..!

Ve duamız....

Ehl-i Beyt İmamlarınan Hz. Zeynelabidin"in Allah subhanehu ve Teala"ya olan münacatında şöyle dua ediyor:

"Allah"ım, zorluğa katlanacak takatım, belaya sabredecek gücüm, yoksulluğa dayanacak kudretim yok..

Nice düşmanlar, düşmanlık kılıcını üzerime çekmiş, bana karşı bıçağının ağzını bilemiş, keskin tarafını benim için inceltmiş, öldürücü zehirlerini benim için hazırlamış, hedeften sapmayan oklarını bana doğru yöneltmiş, gözünü benden ayırmayarak bana bir kötülük dokundurmak ve acısını tattırmak için fırsat kollamıştır.

Ama sen, benim bunlara dayanamayacağımı, benimle savaşmaya niyetlenenlerle baş edemeyeceğimi, bana kötülük etmek isteyenlerin çokluğu karşısındaki yalnızlığımı, aklım ermediği yerlerde bana pusu kurduklarını görünce, ey Rabbim,, bana yardım etmeye başlamış; gücünle beni desteklemiş, düşmanımın keskin kılıcını köreltmiş; kalabalık bir topluluğu varken onu yalnız bırakmış; beni ona üst etmiş ve beni hedef alan oklarını kendisine geri çevirmiş; böylece, öfkesi yatışmamış, kini dinmemiş ve neye uğradığının şaşkınlığı içinde parmaklarını ısırarak geriye dönünce de ordusunu arkasında bulamamış bir halde onu benden defetmişsin.

Nice zalimler, bana entrikalar hazırlamış, tuzaklar kurmuş, sürekli beni denetlemiş, yırtıcı hayvanın pusuya yatıp avını yakalamak için münasip bir fırsat kollaması gibi pusumda yatmış, yüzüme güldüğü halde bakışlarıyla beni devirmek istemiştir. Ama sen, ey Rabbim, ne kadar yüce ve kutlusun, onun içinin hainliğini ve gizlediği şeyin çirkinliğini görünce, kazdığı çukura tepe takla kendisini düşürmüşsün; taşkınlığından sonra zelil bir halde, beni içinde görmek istediği tuzak ilmiğinde kendisini bulmuştur. Oysa senin rahmetin olmasaydı, onun başına gelen neredeyse benim başıma gelecekti.

Nice hasetçiler, beni çekemediğinden tükürüğünü yutamaz hale gelmiş; tükürüğü bir düğüm gibi boğazını tıkamış; bana olan öfkesi bir kemik gibi boğazına takılıp kalmış; keskin diliyle beni incitmiş; kendinde olan ayıplarla beni suçlayarak bana olan kinini açığa vurmuş; iftira oklarıyla haysiyetimi hedef almış; kendi zaaflarını bana isnat etmiş; hilesiyle bana kin beslemiş ve beni aldatmak istemiştir. Ama imdadını umarak, hemen icabet edeceğine güvenerek, rahmetinin gölgesine sığınanın yenilgiye uğramayacağını, desteğini arkasına alanın korkusu olmayacağını bilerek seni çağırınca, ey Rabbim, kudretinle beni onun şerrinden korumuşsun.

Nice felaket yüklü bulutları benden uzaklaştırmış; nimet yüklü bulutları üzerime yağdırmış; rahmet ırmaklarını akıtmış; sağlık elbiselerini giydirmiş; musibetlerin gözünü kör etmiş (kaynağını kurutmuş) ve üzüntü perdelerini kaldırmışsın. Nice iyi zanları gerçekleştirmiş; ihtiyaçları gidermiş; düşenleri kaldırmış ve fakirlikleri zenginliğe dönüştürmüşsün. Bütün bunlar, senin lütfun ve ihsanınla olmuştur.

Allah"ım, Muhammed ve âline salat eyle ve benim için razı olduğun şeyi bana sevdir; üzerime indirdiğin (musibet)i bana kolaylaştır; geçmişteki pisliklerimden beni temizle; eski kötülüklerimin üzerimdeki izlerini sil; sağlığın tatlılığını bana göster; selametin serinliğini bana tattır ve hastalığımdan çıkışımı affına, düşüşümden kalkışımı bağışlamana, üzüntümden kurtuluşumu sevincine, bu zorluğu aşmamı genişliğe yönelik kıl. Hiç kuşkusuz sen, karşılıksız iyilik yapan, hakketmeden nimet veren, çok bağışta bulunan, büyüklük ve yücelik sahibi kerimsin"

Bizler de bu mübarek Ramazan ayının ve bu ayda nazil olan Kur"an-ı Kerim'in hürmetine Rabbimize dua ediyor, içinde bulunduğumuz maddi manevi tüm zorluk ve musibetlerden bizi kurtarmasını, her türlü kir ve pislikten bizleri arındırmasını niyaz ediyoruz"

Allah dostlarının duası, bu uğurda dökülen mübarek terlerin hürmeti ve Rabbimizin fazlı keremi ile bu fitne ateşi sönecek, sevinçle ellerini ovuşturan siyonistler sonunda hüsrana uğrayıp Erbakan Hoca'nın dediği gibi, tarihin çöplüğüne atılacaktır"

Çünkü batıl su üstündeki köpük gibidir; kabarır, büyür, gürültü yapar, sonunda yok olup gider....

Varsın acılar, musibetler, gamlar yağsın sağanak sağanak üzerimize,

Varsın azgın düşmanlar ordularını, silahlarını toplayıp gelsin üzerimize,

Varsın, müşrikler yığsınlar taşlarını, kayalarını, Bilal gibi göğsümüze,

Hangisi değiştirir Rabbimizin hükmünü?

"Eleyse subhi bi qarib"

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?"

velfecr