Cuma günü, Fatih’te, namazdan sonra İnkılab Yayınları’na gittiğimde, Sâdık Albayrak’la karşılaşıvermem mi!.
***
Sâdık’la 45 yıla varan bir dostluğumuz vardır. Ama irtibatımız 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi ve benim ülke dışına çıkmak zorunda kalışım dolayısiyle kesilmişti. O zaman bugünkü iletişim imkanları da yoktu, ama gönül bağımız hiç kesilmedi.
O yazılarını yıllarca sürdürdü. Ancak, oğlu ülkenin en ünlü siyasetçisine damat olunca, bu yakınlığın, yazılarında açıkladığı görüşlerin yanlış anlamalara yol açabileceği düşüncesiyle günlük yazı hayatını bıraktı ve Trabzon’a çekildi.
***
Sâdık’la son olarak 16-17 sene öncelerde Almanya’ya geldiğinde görüşmüş ve Güney Almanya’da Freiburg taraflarında, Tuna Nehri’nın doğduğu ve fizikî coğrafya ve iklim açısından bizim Karadeniz’i çok hatırlatan Karaormanlar’a kadar gitmiştik.
Ülkeye döneli 2 seneyi geçtiği halde o Trabzon’da olduğundan ve ben de oraya gidemediğimden, sadece telefon görüşmesi yapabiliyorduk..
***
Sâdık’la 45 yıl öncelerden bugünlere şöyle bir baktık.. O, o dönemde yazı hayatında olan ve kendisinin de aralarında olduğu ve sayıları son derece sınırlı olan genç kalemleri, ‘mahşerin dört atlısı..’ olarak nitelerdi. Gerçekten de öyle denilebilirdi. Çünkü, onlar gökyüzünü fethe çıkmış gibiydi.. Doğruluğuna kesin olarak inandıkları değerler sistemine göre bir dünya kurmak için yola çıkmışlardı..
İnançlarından şüpheleri yoktu.. Heyecanları da vardı..
Ancak, bilgi ve tecrübe?
Tecrübe, menkıbelerle, yaldızlamalarla buğulanmış 14 asırlık bir geçmişe ait idi.
Bilgiye gelince.. Her birimiz, tam bir açlık halinde kendi sahamızda bir şeyleri öğrenmeye çalışıyorduk. Ama öğrendiklerimiz arttıkça.. Kendi adıma söyleyeyim, cehlim daha da arttı..
Bilgi, tecrübe, inanç ve heyecangibi aslî unsurlardan herhangi birisi olmadığında bir şeyler iyi gitmez.. Bizde de öyle olurdu.. Ve, noksanlıklarımız yüzünden ‘topal ördek’durumuna düşerdik..
***
Osmanlı’nın enkazı üzerinde yeniden kurulmaya çalışılan sistem; -M. Kemal’in yakın arkadaşı Fethi (Okyar)Bey’e itiraf ettiği üzere- tam bir ‘diktatörlük manzarası’ idi ve her iki Şef dönemi de 27 yıl boyunca öyle sürmüştü. 1950’ye kadar süren bu ‘diktatörlük’, 1950’deki seçimler ve iktidar değişimiyle 10 yıl kadar biraz gevşer gibi olmuşsa da, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ve ondan sonra ortalama her 10 yılda bir tekrarlanan askerî darbelerle, gerçekte Lozan’da dayatılan düzenin zorla korunması, milletimize bugün tasavvur edilmesi zor derin acılar ve bunalımlar yaşatmış ve halkımız yoksulluğun pençesine terk edilmişti.
O sistemin ilk 45-50 yılı geride kalırken, halkımızın kesin doğrularına göre bir sosyal düzenleme yapılması talepleri siyasî planda da dillendirilmeye başlanmıştı.
Bu talepleri o dönemde sosyo-politik ve kültürel alanlarda en yüksek sesle dile getirenlerin başında, Necmeddin Erbakan ve Necîp Fâzıl merhûmlar gelmekteydi.
***
Şimdi o dönemi yeni nesillerin anlaması çok zor.. Çünkü yeni nesiller 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’ni ve onun öncesini ve sonrasını; hattâ, 28 Şubat 1997 Askerî Müdahalesi’nin zulümlerini bile anlamakta zorlanıyorlar. Çünkü, o zaman 10 yaşında olanlar bugün 30 yaşındalar ve bugünlere kolayca gelindiğini sanıyorlar. Sadece inançlarına göre örtünmek isteyenlere bile uygulanan ağır baskılar bugün bertaraf edilince, sanılıyor ki, o kadar büyütülecek bir şey yokmuş.. Çünkü, günümüzde kimse kimseye nasıl örtündüğünden dolayı müdahale etmiyor.
***
Geçmişten bugüne bakılınca, hayali bile heyecan veren ideallerimizden niceleri bugün, birer-ikişer gerçekleşmeye başladı.. Elbette yeterli değil.. Ama toplum da sadece bir kesimden ibaret değil.. Dayatma kimseye yapılmamalı..
***
Sâdık’la epeyce dertleştik.. Bir takım eleştirilerimiz de oldu elbette.. Ama, siyasetin iniş-çıkışları da unutulmamalıydı.. Ve adetâ ‘Peygamber (S) düzeni’ beklentisi içinde de olmamak gerekiyordu. ‘Şu niye olmadı, bu niye öyle oldu’ların sonu gelmez.. Ve, Baqara /57-61 ve Tâ-hâ/ 80’lerdeki misaller de unutulmamalı..
stargazete