Bizim bir türlü bitmeyen bir projemiz var. Projenin adı GAP, yani Güneydoğu Anadolu Projesi. Dicle ve Fırat üzerine baraj ve liman yapma fikri Osmanlı’ya kadar uzar. Osmanlı döneminde Siverek’ten Fırat üzerinden Basra körfezine yük taşınan nehir gemileri vardı ve Siverek bu anlamda bir liman şehri idi. (Şimdi birileri çıkıp, ‘Dilipak Urfa’ya liman yaptı’ diyebilir.)
1930’lara gelirken nehirlerden enerji üretimi için nasıl kullanılabileceği konuşulmaya başladı. 1936 yılında bu maksatla Elektrik Etütleri İdaresi kuruldu. “Keban Barajı Projesi” bu şekilde doğdu. Özal, Demirel, Fehim Adak, Recai Kutan aslında bu proje içinde isim yaptılar. Bugünkü GAP 1970’lerde başlayıp 1980’lerde Özal’la birlikte ABD’nin de desteklediği, çok sektörlü sosyo-ekonomik bir kalkınma programına dönüştürülmüştür. Türkiye’de baraj yapımı ve karayolları projeleri aynı dönemde, Caterpillar, Komatsu ve Alman Hanomag arasında ciddi bir rekabete sebeb olmuş ve Hanomag zaman içinde devre dışı kalmıştır. Sabancı-Karamehmetler rekabetinden, Sabancı cinayetine uzayan ilginç bir süreç bu proje ile de bir şekilde ilgiliydi.
1970 sonrası GAP Barajı tartışılırken, konunun Suriye ve Irak da su sıkıntısına sebeb olup olmayacağı, ya da bunun siyaset ve toplum hayatı, tarım, hayvancılık ve ekolojiye etkileri de tartışılmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelirken, Millenium dönemi kehanetleri ve geleceğe ilişkin ihtimaller arasında su savaşları da konuşuluyordu. Bu “kehanetler” arasında su kaynaklarının zarar görmesi, su kaynağı dağlardaki buzulların erimesi, su pazarının yabancıların eline geçmesi ve su kaynaklarının, denizlerin barajların, göllerin kirlenmesi, zarar görmesi gibi konular da var.
Aslında GAP Türkiye içinde de sosyo ekonomik dalgalanmalara, göçlere sebeb oldu. Su altında kalan toprak sahipleri başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç ettiler, burada inşaat ve ticaret alanında şirketleştiler. Buradaki köy sakini marabalar da, ya mevsimlik işçi ya da vasıfsız işçi olarak büyük şehirlerin yolunu tuttular. Bazıları da hayvancılık ve ziraat işçisi, ya da küçük toprak sahibi olarak kırsaldan bölge merkezlerine göç ettiler. Bunun dini, mezhebi, etnik açıdan sonuçları da oldu. Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrışması, zaman içinde ideolojik ve politik ayrışmalara da sebeb oldu.
Ankara, konuyu daha çok mühendislik, teknik imkan ve ekonomik açıdan değerlendirdi. İşin sosyoloji, şehirleşmenin sonuçları üzerinde çok fazla durulmadı. Komkar ve Rızgari’nin tam da bu zamanda, 1968 gibi bölgede eylemlere başlaması bir raslantı değil. Hemen ardından derin güçlerin PKK’yı sahaya sürmesi de bir rastlantı değildi. O günleri bilmeden bugün olanları anlamak mümkün değil bu açıdan. Su, kıtlık, kuraklık, terör ve savaşı bugün yeniden birlikte düşünmemiz gerek. Tehditleri ve bunun yanında fırsatları da yeniden değerlendirmemiz gerek.
O günleri bize anlatacak fazla kimse kalmadı. Apo keşke hatıralarını yazsa. Hasan Celal Güzel, Muhsin Yazıcıoğlu aramızda değil artık. Erbakan, Ecevit, Özal, Demirel de aramızda değil. Fehim Adak da öyle. İnşallah Recai Kutan hatıralarını yazıyordur.
Bugün eski Bilad-ı Şam topraklarında Suriye, Filistin, Ürdün, Lübnan, İsrail diye beş devletin tamamı, Mısır, Türkiye, Irak topraklarının bir bölümü var. Bizim güney sınırlarımız İngiliz ve Fransızlar tarafından Sycos-Picot deklarasyonu ile çizildi. Mescid-i Aksa ve Arz-ı Mev’ud coğrafyası, Vahiy coğrafyası bu bölgede, dahası Mehdi-Mesih, Yecüc-Mecüc, Kıyamet savaşlarının coğrafyası da bu coğrafya. Bir yandan da biz ahir zaman peygamberinin ümmetiyiz. Suriye bütünlüğünü koruyabilecek mi? Lübnan, Filistin’in geleceği ve İsrail’in geleceği ne olacak. Ürdün Kırallığı tekrar Hicaz topraklarına dönebilecek mi? Sina’nın geleceği ne olacak? Dahlan senaryosu neyin nesi idi? Cevabını arayan o kadar çok soru var ki!
Düşünsenize benim babam doğduğunda, Maraş Urfa filan Haleb’e bağlı idi. Şunu da buraya not edeyim; Filistin ve Suriye diasporası, Dünyada Türkiye’nin en büyük sivil diplomasisini yapan lobisidir.
Irak yarın bütünlüğünü koruyacak mı bilmiyoruz. Musul petrolleri ne olacak?. Kerkük ne olacak?. Ülke zaten fiilen Arap, Şii, Kürt ve Türkmen bölgelerine ayrılmış vaziyette. Bir de Ezdiler ve Hristiyan topluluklar var. Necef, Kerbela’nın yaşandığı şehir. Onlar Kutsal Merkezi bir Şii devleti olmak istiyor. İran’ın Huzistan bölgesi de zaten Arap Şiası. İran’da bir de Kürdistan var. Irak Kürdistanı’nın Türkiye, İran, Suriye üzerinde de iddiaları var. Kürtlerin de kendi aralarında sorunları var. Gurmançolar, Soraniler, Zazalar ayrı bir topluluk.. Herkesin ekonomi için petrole ve yaşamak için suya ihtiyacı var ve bölgedeki iki temel su kaynağı Fırat ve Dicle. Fırat aynı zamanda Nil’e kadar olan bölgede Arz-ı Mev’ud sınırlarını belirliyor. Bunun Mescid-i Aksa ve Kudüs ile bağlantısı yanında Siyonistler için ayrı bir anlamı var. Her iki ırmağın su kaynağı da Türkiye.
Ve bu iki su kaynağı üzerinde GAP var. Kanal sayısı arttıkça sulu tarım artıyor. Bu da verimliliği artırıyor, rekabet gücünü artırıyor. Monoblok dev bir baraj, aslında büyük bir alanı su altında bıraktı. Yetmedi, inanılmaz bir buharlaşma sözkonusu. Ve tabii toprakta emilim ve su kullanım alanının genişlemesi. Sadece tarım alanlarının genişlemesi değil nüfus artışı da içeride su kullanım alanını artırıyor. Bir de baraj alanındaki dibden toprak kayması ile baraj alanında büyük bataklıklar oluşmasına sebeb oluyor. Barajın bir kısmının deprem bölgesinde bulunması hem afet riski, hem barajın işlevinin sona ermesi ve su kaynaklarının büyük ölçüde kuruması riskini beraberinde getiriyor. Bunun anlamı tabii bir afet durumunda ya da kuraklık durumunda güneyden kuzeye yeni bir göç dalgası ya da su kaynakları konusunda ciddi anlamda siyasi riskler taşıması anlamına geliyor.
1980’lerde Amerikalılar su savaşlarından söz ederken aslında bu risklere değiniyorlardı. Hatta bunun sosyo politik ya da sağlık açısından muhtemel sorunlarını tartışıyorlardı. Bataklık sıtma ilişkisi, rutubet romatizma ilişkisini, sulamaya dayalı iklim değişikliğinin bazı meyve türlerinde lezzet ve dayanıklığı üzerindeki etkilerini tartışıyorlardı. Ama neden ben bunları Amerikan raporlarından öğrenirken, yerli ve milli kaynaklarda o zaman bu konularda fazla bir şey göremiyorduk!
GAP Demirel’in siyasi bir projesi olarak devletin angaje olduğu bir proje idi. GAP’la istihdam, kârlılık konusunda istatistiki bilgiler yayınlanıyordu. Demirel, “Böyük Türkiye”den söz ederken Erbakan’ın ona cevabı “Yeniden Büyük Türkiye” oluyordu.. Özal, kıyamet alameti olarak aktarılan Fırat’ın yatağında çok zengin altın kaynakları bulunacağı riayetini te’vil ederek, o sarı “altın”ı “altın renkli başaklar”la açıklıyordu! Oysa rivayetlerde o altından uzak durulması anlatılıyordu ama, siyaset işte! Ecevit ise çorak topraklara gelen su konusunda “köykent” projesinden söz ediyor ve “Su kullananın, toprak işleyenin” sloganı ile bu tartışmaya katılıyordu! “Susuz yaz” filmi de o zamanlar büyük tartışmalarla vizyona girdi. Böyle giderse, daha şiddetli bir susuz yaz ayında bölgede neler olabileceğini siz düşünün. ABD’nin senaryosu hazır. Peki ya biz! Biz ne yapıyoruz? Ya da bütün bunları ne için anlatıyorum bugün. Bunları bilirsek şuuraltımızda, toplumsal hafızamızda bu gibi olaylar karşısında nasıl davranacağımıza ilişkin bir fikir olur. O fikri, vijdan, akıl, ahlak, gelenek, din ve tarihle yoğururuz ve doğru bir karar veririz. Medeniyet aslında sadece bilim, teknoloji, sanatla ilgili değil. Adalet, ahlak, hukuk, merhametle ilgili. En temelde dinle ilgili. Müslüman yürekler, bu gibi durumda nasıl davranacaklarını görmek için, şahidlik ettikleri zaman ve mekanda vahye ve risalete yönelirler. Tarih, bugün ve gelecek tasavvuruna ilham kaynağıdır. Bir toplumun ortak hafızası, tecrübeler birikimidir. Selâm ve dua ile.