Bir kişi (Yozdil) bir kitap yazmış. Yazdıkları, ölümü üzerinden 80 yıl geçtikten sonra bile kanunla korunan bir kişi hakkında bilinmeyen şeyler değil. (Haa, şunu bilmiyordum: O ‘ikon’laştırılmış kişi öldüğünde, ikametgâhında, dünyanın en nâdide ve pahalı 158 şişe içki bulunduğu- resmen kaydedilmiş.)
O kişi, kitabını 2500 liradan satışa çıkarmış, birkaç saat içinde kapış-kapış gitmiş.. Onlar ki, 90 küsur yıldır, ülkedeki zenginliklerin kaymak tabakasını yemişlerdi. Onlar, bir kitaba 25-50 lira verirken bile cebinin hesabını yapmak durumunda olanlarla ilgisi olmayan bir ‘mütegallibe zümresi’ olduklarını bir daha gösterdiler. Ama o kişi, şimdi, ‘Fiyatı keşke, 5 -10 bin lira ilân etseydim..’ diye yanıyordur herhalde.
Bir takım kandırıcıların kurnazlığından ziyade, üzerinde asıl durulması gereken, kandırılanların durumu olsa gerek.
Söz konusu kitapta anlatılan kişinin dindar olduğu ve hattâ 100 yıldır ‘Kızıl Sultan’ diye anılan 2. Abdulhamid’in bile onu övdüğü gibi lafları bile yazmaktan medet umması da bir ayrı konu.
***
Bir diğer kişi.. Teknik Üni.’de prof, (C.Ş) ve amma, kendi sahasından çok, siyasî, ideolojik, itiqadî ve tarihî konulardaki iddialı ve çoğu saçma laflarıyla gündemde. Müthiş askerci ve -o da tıpkı ‘Yozdil’ gibi- resmî ideoloji ‘ikon’una sımsıkı bağlı. Askerî darbeler sırasında insanlara askerlerce -çok affederseniz- necaset yedirilmesini bile, ‘Yenilebilir.. Ben denedim’ diyecek kadar müstekreh birisi..
Bu kişi, imdi de, organ nakli ve organ bağışlama konularında, ‘Organlarımı bir dangalağa vereyim de yaşamasına yardımcı mı olayım’ diyebiliyor. Bir TV kanalına verdiği röportajda da, uç bir örnek vererek, ’Siz meselâ organlarınızın, 21 milyon insanı öldürtmüş olan Stalin’e verilmesini ister misiniz’ diye soruyor; organ nakli bekleyen onbinlerce insana hakaret edercesine.
***
Mâbed düşmanlarına rağmen.
17 yıldır yurt dışında yaşamak zorunda kalan Hüsnü Yazgan kardeşimiz, geçtiğimiz günlerde doğduğu topraklara döndü; yakınlarıyla, dostlarıyla hasret giderdi.
Geçen gün birkaç saat beraberdik. Kendisinin yokluğundaki değişimleri de gözlemlemek istiyordu, haliyle. Taksim Meydanı’na da gittik. Metrodan meydana çıkınca, camiin yükselen kubbesi ve minarelerinin silueti, akşam karanlığında bile muhteşemdi.
Taksim’de câmi, laik kesimlerce kabul edilemeyecek bir durumdu. Çünkü Pera (Beyoğlu)ve Taksim,emperial dünyanın, yaşayış tarzının, kültürünün, fikir ve zevklerinin Osmanlı’ya giriş kapısı olarak kabul ediliyordu. Buraya bir câmi dikmek, o emperyalist saldırının ideolojik temellerine meydan okumak olarak algılanıyordu.
Bunun için de Müslüman halkın Taksim’de yokluğunu hissettiği bir câmi arzusu, resmî makamlarca onyıllarca işitmezlikten gelindi.
Dahası, merhûm Erbakan, 1990’larda ‘Taksim’e câmi yapacağız!’ dediği zaman, laik medya ve diğer sosyal kesimler ve hele de, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinin ordu komutanları bile, ‘Taksim’e câmi mi?!’ diye dehşetli yaygaralar kopardılar. Halbuki Taksim Meydanı’nın hemen 200 metre ilerisinde görkemli bir kilise var. Daha ileride de bir sinagog. Ama laik kesimler,Câmi söz konusu olunca küplere biniyorlardı.
Ama şimdi, Taksim Câmii, bütün ihtişamıyla ve o meydana asıl mührü, hangi inanç, kültür ve medeniyet değerlerinin vurmakta olduğunun sembolü olarak yükseliyor.
***
Avrupa’nın en medenî (!) ülkelerinden diye takdim olunan İsveç’te ‘İslâm düşmanı’ bir grup, üzerinde, ‘Bölgendeki câmiyi yak!’ yazılı tişörtler bastırmış. İsveç-Uppsala Uni.’nin hazırladığı rapora göre 2018'de 38 câmi saldırıya uğramış.
Onlar bizim câmilerimizi yakıp yıksalar bile, biz onların mâbedlerine, bir lûtuf değil, inancımızın gereği olarak asla dokunmayacağız.