İnsanlarımızın en büyük açmazlarından biri de kavram kargaşası yaşıyor olmalarıdır. (Çoğu kişi bunun farkında bile değil.)
Kelime ve kavramların yerli yerinde kullanılması adab-ı muaşeret ve adab-ı lisandan öte bir insanlık ödevidir. Konuşmak Allah Teâlâ'nın insanoğluna bahşettiği en büyük nimetlerdendir. "Hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşır" diye bir atasözü var. Konuşmanın adabı ise kelimeleri tutarlı bir şekilde yerli yerinde kullanmaktır. İnsan meramını kelimelerle, terimlerle anlatır. İnsan duygularını, sevgisini, nefretini ve aidiyet değerlerini kelimelerle dile getirir.
Öyle söz vardır ayrıştırır/ötekileştirir ve kardeş toplulukların içine nifak ve ayrılık tohumları eker. Öyle sözler var ki, kin ve düşmanlığa davetiye çıkarır. Bir de öyle söz var ki, dost ve kardeşiliği pekiştirir.
Yunus Emre ne güzel söylemiş:
"Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz."
Bir antropolog gibi araştıracak olursak, kadim tarihlerden bu yana yeryüzünde yaşanan savaşların zeminini/alt yapısını hazırlayan sözlü ithamlar olduğunu görürüz. Özellikle geçmiş tarihlerde bir takım krallar/tiranlar yaptıkları sözlü nutuk ve propagandalarla tahakküm ettikleri halkları kin ve düşmanlığa tahrik edip savaşlara sürerlermiş. "Firavun, (söylem ve manipülatif yönlendirmelerle) halkını fırkalara ayırdı." (Kasas: 4)
Yakın tarhimizden de birçok misal verebiliriz. Biz Hitler'i örnek vermekle yetinelim. Hatırlayınız, halkına nasıl bir üslupla hitap ediyordu? Kin ve nefreti körükleyici bir üslupla Almanya halkının büyük bir kesimini etrafında toplayarak İkinci Dünya Harbi'ni başlatıp Avrupa'yı kan gölüne çevirmişti. Hitler "sürü psikolojisi" modelini çok etkin bir şekilde kullandı ve halkı kendi fikirlerine modifiye etti, yönlendirdi. İnsanların ırk üzerinden etnosantrik duygularını galeyana getirdi ve bu şekilde, şiddete teşne cahil halk yığınlarını harekete geçirmiş oldu. Ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir üslupla "biz ve ötekiler - biz ve düşmanlarımız" diyordu. (Allah Teâlâ her insana ontolojik olarak şiddete teşne bir temayül (reaksiyon) vermiştir, ancak bu duygu aile ve müntesibi bulunduğu toplumun dış saldırılara karşı müdafaası içindir. İnsanları ırk ve mezhep üzerinden ötekileştirmek için değil. Allah Teâlâ'nın bahşettiği "güç" olması gereken yerde değil ilâhî rızanın olmadığı alanlarda kullanılmaktadır.)
Maatteessüf ki, günümüzde çok muhterem hocaefendi (!) diye anılan bir takım zevat Hitler üslubuyla "ayrıştırıcı mezhep dili"ni kullanarak müntesiplerine kin ve nefret aşılamaya çalışıyor.
Sadede gelip açık bir şekilde ifade edecek olursak "İngiliz Şiîleri" ve "Amerikancı Sünnîler" olarak tanımlanan cenah bu işi yapmaktadır. Her iki taraf birbirlerini küfürle itham etmektedir. Bu sefer cahil müntesipler de boş durmuyor, onlar da kümelendikleri her mecliste, her fırsatta çok muhterem (!) hocalarının sözlerini tekrarlayarak Müslüman halkımız arasında husumetlere sebebiyet vermektedirler. Fıkhî terim olarak dile getirilmesi gereken Sunnî ve Şiî kavramları maatteessüf ki negatif bir tanımla ayrışma aracı olarak kullanılmaktadır. Elbette Şiî de Müslüman, Sünnî de Müslüman. Fakat bu kavramlar üzerinden ayrıştırma, ötekileştirme ve düşmanlık üretilmektedir. Oysa biz iddia ediyoruz ki, bir Müslüman hem Sünnî hem Şiî olmak zorundadır. "Nasıl yani?" der gibisiniz! Konumuz fıkhî ekollerin birleştirilmesi değil, o ayrı konu! İzah etmeden önce tekrar vurgulayalım.
Her Müslüman hem Şiîdir, hem Sünnîdir. Kelime ve kavramları ayetler muvacehesinde yerli yerinde kullanarak kastımızı izah edelim. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Ey Resulüm de ki, 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân: 31) "Allah'ın Resulü sizin için 'usvetun hasene' (güzel örnek/rol-model) dir." (Ahzab:21) "Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya mümin bir kadın için başka bir muhayyerlik/seçenek yoktur. Allah’ın ve Resulü'nün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır." (Ahzab:36) Ayetlerden de anlaşıldığı üzere Sevgili Peygamberimiz'e tabi olmak imanî bir vecibedir. Peki terminolojik olarak Sünnî kelimesi ne anlama gelmektedir? "Peygamberimiz'in sünnetine uyan" demektir. Şu halde her Müslümanın Allah Resulü'nün sünnetine uyması imânî bir vecibe olduğuna göre, her Müslüman imânının gereği olarak Sünnî'dir ve Sünnî olmak zorundadır. Şia kavramına gelince. "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ul'ûl emre itaat edin." (Nisâ: 59) Tefsir ve kaynaklarda geçtiği üzere ayette geçen "ul'ûl emr"den kasıt Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Yukarıda söz konusu ettiğimiz pek muhterem (!) tezviratçılar şayet bunu kabul etmezse o hâlde şu ayeti aktaralım: "Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûra: 23) Bildiğiniz üzere, ayette geçen "meveddet" kelimesi Arapça sevgi, saygı, ihtiram, bağlılık ve itaat anlamlarına gelmektedir. Kavram olarak Şiî kelimesi "taraftar" demektir. Istılahî olarak ise "Ehl-i Beyt taraftarı, Ehl-i Beyt muhibbi, Ehl-i Beyt'i seven, Ehl-i Beyt'e tabi olan anlamına gelmektedir. Bu gerçeklikten yola çıkarak sormuş olalım: Bir Müslüman "ben Ehl-i Beyt'e muhabbet beslemiyorum, ben onların yolundan gitmem" diyebilir mi?
Ayetlerden anlaşıldığı üzere her Müslüman imânının gereği olarak Ehl-i Beyt'i sevmek ve Ehl-i Beyt'e tabi olmak ve onların yolundan gitmek ödevindedir. Zira onların yolu Sünnet-i Seniye'ye giden en kestirme yoldur. Sevgili Peygamberimiz, "Ben ilinin şehriyşm, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin" demiyor mu? Bu hakikate ek olarak Alevî sözcüğü de "Ehl-i Beyt taraftarı" demektir. Şu hâlde her Müslüman terminolojik ve ıstılahî anlamlarıyla hem Sünnî, hem Şiî ve hem Alevî'dir. Çünkü bir Müslüman için Allah Rusulü'ne uymak nasıl farz ise, Allah Resulü'nün vasîleri olan Ehl-i Beyt imâmlarına uymak, onlara sevgi, ihtiram ve bağlılık göstermek, onların yolundan gitmek de (ayet ve hadis-i şerif ile sabit olduğu üzere) farzdır. Ayrıca az önce aktardığımızın haricinde Ehl-i Beyt'in velâyeti ile ilgili o kadar çok hadis-i şerif var ki, bunların her biri bağlayıcılık arzetmektedir. İki tane örnek verecek olursak mesele daha iyi anlaşılır. "Benden sonra dalalete düşmeyesiniz/yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Biri Allah Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı olan îtretim/Ehl-i Beyt'im. Bunlara uyarsanız necat bulursunuz."
"Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Bu gemiye sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk olur."
Ayet ve hadis açıklamalarından sonra biz diyoruz ki, bu kavramlar (fıkıh haricinde) ayrı olgular değil, aksine birbirlerinin mütemmimidirler. Bir Müslüman imâna taallûk eden bu sözcüklerin hilafına (fıkhî tanım hariç) ben "Sünnî değilim," "ben Şiî değilim," "ben Alevî değilim" derse hafazanAllah (Allah muhafaza buyursun) dinden çıkar. Mezhep bağlamında, "ben şuyum, ben buyum" denmesi ise ayrı bir husustur. Mezhep kişinin kendi tercihidir ve kendisini bağlar. Dinde baskı olmadığı gibi bu hususta da zorlama yoktur. (İslâm'ın müesses nizam içerisindeki hukuk normları ayrı konu.) Mezhep kişisel tercih olmakla birlikte bu olgu ayrıştırma amacıyla dile getirilirse bu da kişiyi küfre sokar. Zira Rabbimiz buyuruyor ki: "Biliniz ki, sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Onun için yolumdan çıkmaktan sakının.
Ama insanlar, aralarındaki inanç bağlarını keserek gruplara ayrıldılar. Her kesim kendi fırkasını beğenmektedir."
(Mü'minûn: 52-53)
"Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir." (En'âm: 159)
Ayetler gayet açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır. Mezhep üzerinden hiç kimsenin "bir tek" olan ümmeti bölmeye/fırkalara/gruplara ayırmaya hakkı yok. Biz bir tek ümmetiz. Bundan ötesi var mı? Fakat maatteessüf ki, 57 ulus devlete bölündüğümüz gibi değişik isimler altında çeşit çeşit fırkalar hâlindeyiz. Bu durum sosyal şirkten başka bir şey değildir.
Rabbimiz buyur ki, "Size Müslüman ismini verdim." (Hac:78)
Sayın Erdoğan ne demişti? "Benim mezhebim ne Şiîlik ne Sünnilik, benim mezhebim, benim dinim İslâm." Bir başka demecinde ise, "Eğer Ali'yi sevmek Alevilik'se ben Aleviyim." ifadesini kullanmıştı. (Sevgili Peygamberimiz, "Ali'yi ancak münafık olan sevmez." diye buyuruyor mu?) Bizim aidiyetimiz (Sünnîlik, Şiîlik ve Alevîlik olarak) her üç kavramda içkindir/mündemiçtir. Şu hâlde, Allah Teâlâ'nın tanımladığı üzere bizim Müslüman kimliğimizi kullanmamız en uygun olan kavramdır. Kavramları yerli yerinde kullanmalıyız. Söz konusu ettiğimiz veya söz konusu etmediğimiz bir takım isim ve kavramlar (mezhep ve meşrepler) dinin önüne asla geçirilmemeli. Mehmet Akif Ersoy, "Küfrolur başka değil, kavmini sürmek ileri" dediği gibi sadece kavmiyetçilik değil, her türlü hizipçiliğin/ mezhepçiliğin öne sürülmesi ("bir tek ümmet" tanımlanmasına mugayir olarak) bölünmüşlüğü ve küfrü beraberinde getirir. "Allah’a çağıran, din ve dünya için yararlı iş yapan ve 'Ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır?" (Fussilet: 33)
Sonuç olarak şunu ifade edecek olursak, mahşer günü hangi mezhepten olup olmadığımızla ilgili değil, Müslüman olup olmadığımızdan hesaba çekileceğiz. Elbette Müslüman olmamızın gereği olarak Kûr'ân'a, Peygamberimiz'e ve Ehl-i Beyt'ine bağlı olup olmadığımız da bize sorulacak. Kûr'ân-ı Kerim, Peygamberimiz ve Ehl-i Beyt bizim için Allah Teâlâ'nın lütfu ve nimetidir. Zira yeryüzünde ontolojik varlığımız, yani kulluk misyonumuz bu nimetlerle ilintili, bu nimetlerle kaimdir. Biz ancak bu nimetlerin rehberliği ve rol-modelliğinde Rabbimize kulluk sunabiliriz. Bu nimetler bizim yol göstericilerimizdir, bizim öğretmenlerimizdir. Rabbimiz buyuruyor ki: "O gün siz her nimetten hesaba çekileceksiniz." (Tekâsür: 8)
Bize bahşedilen hayat serüveni boyunca rehberlerimize uyup uymadığımızla ilgili olarak bütün yapıp ettiklerimizden ve yapıp etmekle mükellef olduğumuz halde yapmayıp terk ettiklerimizden sorguya çekileceğiz. Kısacası Müslümanlığımızdan hesabe çekileceğiz. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle dua etmemizi istemektedir: "Ey Rabbimiz! (Bizi Müslüman olarak huzuruna al.) Canımızı Müslüman olarak al!” (A'raf: 126)
Müslüman olmak, Kûr'ân'a, Peygamber'e ve Ehl-i Beyt'e tabi olmakla olur. Zira Allah Teâlâ'nın buyrukları bu minvâl üzere. (Al-i İmrân: 31, Ahzab: 21, Ahzab: 36, Şûra: 23) (Hazım Koral)