Şûrânın olmazsa olmazlığına dair - 2

Hakan Albayrak

Sevgili Fatih Okumuş’la “İslam’da şûrâ prensibi” konulu mülâkatımıza dün kaldığımız yerden devam ediyoruz. 

*** 

SORU: 

Doktora tezinizde şûrâ prensibi konusunda net cümleler kuruyorsunuz. Diyorsunuz ki, mesela: “Allah’ın elçisi ve Müslümanların örneği Hz. Muhammed (sav) bir yönetici olarak hiçbir askeri, politik, ekonomik kararını istişaresiz almadığı gibi, her zaman istişarede tecelli eden ortak kanaate tabi olmuştur.” (Vahiyle sabit olan hususlar tabii ki ayrı.) Öyleyse, Resulullah’ın (sav) istişare neticesinde bazen çoğunluğun bazen azınlığın görüşünü tercih ederken bazen de istişare neticesine bakmaksızın kendi görüşü doğrultusunda hareket ettiği, dolayısıyla yerine göre bu üç yöntemin de uygulanması gerektiği iddiası nereden çıktı? 

CEVAP: 

Sünnet, Resulullah’ın (sav) yaşantısının ruhudur. İstişarenin ruhu da ortaya çıkan mutabakata uymak, bu doğrultuda gerekirse kendi doğru yaklaşımını bir kenara bırakabilmektir. İstişarenin amacı bir konudaki en doğru stratejiyi bulmak, en isabetli kararı vermek değildir. Şûrâdan murat mevzu ile ilgili kişilerin görüşünün açıkça ortaya çıkmasını sağlayarak azami müşterekte buluşabilmektir. İşin sırrı ve ruhu buradadır. Şûrâ bazen yanlış olduğunu bildiğin halde onu yapmak; doğru olduğunu bildiğin bir şeyi de bazen terk edebilmektir. 

Medine-i Münevvere’ye Mekke ordusu hücum ettiğinde doğru olan -Resulullah’în (sav) tercih ettiği- strateji kesinlikle savunma harbi yapmaktı. Şûrâdaki temayül aksi yönde çıkınca Resullullah (sav) hiç tereddüt etmeden zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve meydan muharebesine çıktı. … Komutanların serdârı Hz. Muhammed (sav) dâhiyane bir çözümle ordunun sırtını Uhut dağına vererek, katbekat üstün düşmanla dar bir hatta karşı karşıya gelmek suretiyle meydanda yine müdafaa taktiği uyguladı. Okçuların, başkomutanın kesin emrine rağmen, savaş kazanıldı zannederek mevzilerini terk etmeleri bir faciaya yol açtı. İçlerinde Hz. Hamza’nın da bulunduğu 70 sahabi o gün şehit düştü. 

Fakat bu hezimetten ders alan İslam toplumu; müşrikler bu kez müttefik ordularıyla çok daha güçlü olarak geldiklerinde hiç tereddütsüz oy birliği ile savunma harbi yapmaya karar verdi. Toplum, kendi hatasından ders almayı, deneyerek ve gerekirse yanılarak öğrenmeyi öğrendi. 

Sorunuza gelince: 

Her yönetim kendi meşruiyet teorisini oluşturmaya çalışır. 

Hz. Peygamber her zaman istişare etmiş; daima istişarenin neticesine tabi olmuştur. Şûrâ neticesi bazen Resulullah’ın (sav) görüşüne uygun tecelli etmiş, bazen aksi yönde tecelli etmiş; bazen şûrâ sırasında yepyeni bir görüş ortaya çıkmıştır. Kafa karışıklığının sebebi, Hz. Peygamber’in uygulamalarını belli bir geleneğin ve kültürün oluşturduğu ön yargı içinde okumaktır. Saltanatın gölgesinde fıkıh yapanlar ister istemez Kitap ve sünneti de kurulu düzeni koruyup kollayacak şekilde yorumluyorlar. Saltanat kendi hukukunu, ekonomisini, seçkinlerini, ulemasını üretir. 

Hz. Peygamber’in ashabına danıştığı, ancak yine de bildiğini okuduğunu öne sürmek “Ve şâvirhüm fi’l-emr” (Her işte onlara danış!) emr-i sübhânisini “by-pass” etmek demektir. Hile-i gayr-i şer’iyyedir. 

“Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159). 

Bu âyet-i celîlede Uhut harbinden önce, Peygamber’in (sav) görüşünün aksine, meydan muharebesi isteyen, sonra da savaş bitti zannıyla görev yerlerini terk eden ashâb-ı kirâmla istişareye devam emrolunmaktadır. Yani halk veya halkın temsilcisi meclis yanlış bir kanaate sahip olsa, başkan da inanmadığı halde bu yanlış kararı uygulamaya koysa; sonra da halkın bir bölümü bu kez sahada, uygulama sırasında da ihmalkârlık veya tecrübesizlik sonucu bir savaşın kaybedilmesine, birçok kişinin şehadetine yol açmış bulunsalar bile… Bu halde dahi, başta Peygamber bulunsa dahi, affetmek, istiğfar etmek ve yine aynı halk ve aynı meclis ile istişare ederek, onlara danışmaya devam ederek mesafe kat edilecektir. Kur’an-ı Kerim bunu söylüyor ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) bunu böyle anlamış, anlatmış ve yaşamıştır. 

Müslüman bir toplum her işini danışıkla çözer. Her yerde ve her zaman meşverete başvurur, şûrâ teşkil eder. Şûrâ neticesinde gelen hezimet bile zafer sayılır. İstibdatla gelen zenginlik ve zafer dahi hezimet hükmündedir. Şûrâda bereket, istibdatta zulmet vardır. Şûrâ hizmete, istibdat hezimete götürür. 

İstibdat hiç kimseye danışmadan, kendi bildiğini dikte ettirmek demek değildir. Tarihte hiçbir kral, hiçbir diktatör danışmadan iş yapmadı. Kimisi falcılara danışır, kimisi komutanlara… İstibdat, danıştıktan sonra bazen çoğunluğun görüşüne, bazen azınlığın görüşüne uymak, bazen de hiç birini beğenmeyip kendi kafasına göre hüküm ve karar vermektir. İnsanların en çok danışanı, en zarifi, en merhametlisi ve adaletlisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) böyle bir kusurdan ârî ve berîdir. 

*** 

EK:  

Tunus Nahda hareketi lideri Raşid Gannuşi’nin 1996`da Yeni Şafak’a verdiği mülâkattan: 

“Yönetimde meşruiyetin tek yolu, İslami ıstılahta bey`at ile ifade edilen halkın tercihidir. Bunun zamanımızın örfündeki pratiği ise söz konusu tercihin ifade edilebildiği, diyalogun gerçekleştirilebildiği, zulmün ve istibdadın önüne geçilebildiği basın özgürlüğü, çok partililik, seçim yoluyla iktidar değişimi, halk iradesine tercüman olan meclisler, özerk yargı ve diğer ilgili mekanizmalardır. Kitap ve Sünnet, bu demokratik mekanizmalarla ilgili tafsilatlı naslar ortaya koymamakla beraber -ki bu zaten onların yapmış olması gereken bir şey değil- adaleti, şûrâyı, bey`atı, içtihadı, cemaat olmayı, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmayı ve en iyiyi alıp en zararlıyı terk etmeyi emredip, zulmü, firavunlaşmayı ve görüşlerinde tek kalmayı nehyetmektedir. Bunlar demokrasinin özünde de var.”