27 Nisan günü, TRT Haber’de ‘55 Günün Hikayesi’ isimli bir proğram yayımlandı.
1911-13 arasındaki Balkan Savaşı yenilgilerinden sonra, elden çıkan ve müslümanların 500 seneyi aşkın bir süre yaşadığı Balkan coğrafyasının küçük bir bölümünde, yerli müslüman halk tarafından kurulan Batı Trakya Cumhuriyeti’nin ‘55 günlük’ ömrü anlatılıyordu.
Hüzünlü, acı bir hatırlatma proğramıydı..
Avrupa’lı devletlerin Bulgar, Yunan, Sırbistan gibi ülkelere vargücüyle destek vermesi dolayısiyle Osmanlı Hükûmeti, aldığı ağır yenilgiyi takiben güçlerini Meriç nehrinin doğusuna çekmek zorunda kalıyor, güçlerini Meriç’in batısına geçirmiyeceğine söz veriyordu,
Emperyalist dünya, yakaladığı o zayıf ânı iyi değerlendirmiş, Osmanlı’yı sıkboğaz ediyordu.
Ama, müslümanların 500 küsur yıldır yaşadıkları topraklardan çıkarılmalarına karşı, Enver Bey (daha sonraları, Enver Paşa) ve Kuşcubaşı Eşref Bey gibi fedakâr Osmanlı subaylarının çabasıyla teşkilatlanan bir avuç insan bu durumu kabul edemiyorlar ve İskeçe, Gümülcine, Drama, Karaağaç, Kırcali ve Rodoplar’a kadar uzanan ve bugün Türkiye’nin Trakya bölgesinin büyüklüğüne yakın bir bölgede bulgar ve diğer gayrimuslim milis güçlerini etkisiz hale getirip hâkimiyet sağlıyorlardı.
Ancak, İstanbul Hükûmeti, daha birkaç hafta öncesine kadar ve 500 küsur senedir kendisinin olan toprakları, emperyalistlerin dayatmaları yüzünden, artık, kendi toprağı olarak kabul sahiblenemiyor ve bu yüzden, Osmanlı ordusuyla irtibatı kesilen ve o yörede müslüman halkın desteğiyle ayakta kalabilen başıboş askerî unsurlar da, fiilen hâkim oldukları topraklarda bir müstakil cumhuriyet kurduklarını ilan ile, kendi yönetimlerinin Osmanlı’yı ilzam etmiyeceğini, bağlamıyacağını ileri sürüyorlardı.
Aylarca Bulgar ordusunun kuşatması altında kalan Edirne’yi kurtarmış olan Enver Bey (Paşa) de, Edirne’den o bölgeye, gizlice silah, mühimmat ve gıda yardımı ile bu mahallî hükûmeti ayakta tutmaya çalıyışordu.
Bu durum, ilk planda iyi bir taktik çare olarak gibi gözüküyordu.
Ancak, Osmanlı’yı sahneden atmak üzere pusuda bekleyen -o zamanki deyimle Duvel-i Muazzama / Büyük devletler denilen güç odakları bu durumu da kabul etmiyor; bu fiilî devleti perde gerisinden desteklediğine inandıkları Osmanlı’yı daha bir ağır baskı altında tutuyorlar ve nihayet, bu cumhuriyet rejimi, tesisinin 55. gününde hayatına vedâ ediyor; o bölgedeki yerli müslüman ahali, bulgar milislerinin saldırıları karşısında asırlardır atayurtları olan topraklarda devletsiz, sahibsiz, korunmasız, başıboş kalıyor; her türlü saldırıya uğruyor, katlediliyor veya yüzbinler halinde perişan vaziyette İstanbul’a, Anadolu’ya doğru kaçıyorlardı.
*
O proğramı izlerken, insan, ister istemez, bugün Ukrayna’da ortaya çıkan ve uluslararası siyaset açısından nereye varacağı pek kestirilemiyen karmaşık tabloyu hatırılıyordu. Çünkü, Ukrayna’da seçimle işbaşına gelmiş olan Janukowitz Yönetimi’nin sokak gösterileriyle devrilmesi ve sokak göstericilerinin yönetim mekanizmasının başına geçmesiyle ortaya çıkan karmaşa ve otorite boşluğu, bugün, Batı Trakya’da 100 yıl önceki durumu hatırlatacak bir tablo oluşturuyor.
Önce, özerk bir yönetim yapısına sahib olan Kırım yarımadasındaki halk, Kiev’de iktidarı işgal eden sokak göstericilerinden oluşan yeni yönetimi kabul etmediğini ve arkasından da, bağımsızlığını ilân etmek için referendum yapılacağını açıkladı. Kiev’deki yeni yönetim ve destekçisi olan Batı dünyası, referandumun kanûnî olmadığını ve sonuçlarının kabul edilemiyeceğini açıklasa da, referendum yapıldı ve yüzde 93 gibi bir yüksek rakamla Kırım halkının bağımsızlığa ‘Evet..’ dediği ortaya çıktı. Hemen arkasından da, Kırım Özerk Cumhuriyet Meclisi, Rusya Federasyonu’na iltihak kararı aldı. Putin Rusyası ise, bir çok tehdidlere rağmen, bu iltihak kararını kabul etti; ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından 23 sene sonra Kırım yeniden Rusya coğrafyasının sınırları içine katıldı.
Sahi, 100 yıl önce de Osmanlı Hükûmeti, şimdi Putin Rusyası’nın yaptığı gibi, Batı dünyasının tehdidlerine dayanabilseydi, durum ne ve nasıl olurdu?
‘Eğer, meğer ve keşke..’lerle tarihin sonuçları değerlendirilebilir, ama, tarih, bu kelimelerle yapılmaz. Ayrıca hatırlatalım ki, Kırım, 23 yıl önceki dağılma sonunda Rusya’nın elinden alınırken, Rusya, 100 sene önceki Osmanlı’nın çaresizliği içindeydi ve şimdi kendisine geldi, toparlandı ve geçmişte yaşananları unutmadan, eline geçen her imkânı son derece dikkatli ve ve uluslararası oyunların gereklerine riayet ederek kullandı.
Ve Kırım’dana sonra..
Şimdi.. Ukrayna’yı kuzeyden güneye ikiye bölen Dnyeper nehrinin doğusunda, yani ülkenin neredeyse yarısına yakın, rusça konuşan halklar adına hareket ettiklerini söyleyen (ve Rusya tarafından techiz edildikleri, silahlarından üniformalarına kadar, ap-açık ortada olan) Rusya tarafdarı milis güçleri, şehirlerin yönetimini, kamu binalarını ardı ardına ele geçiriyorlar, şehir meclisleri Rusya’ya bağlanmak için referandum yapmak istediklerini açığa vuruyorlar ve Putin Rusyası ise, uluslararası hukuk kurallarına riayet ederek, hadiselerin kendi istediği mecraya doğru yönelmesini, sanki her şey kendiliğinden oluyormuş ve kendileri bu durumlarla ilgisiz imişcesine, gizli bir sevinçle, herşeyin kendi avucuna düşmesini gözlüyor-bekliyor. Ve diğer tarafdan da, Rus kökenli Ukrayna vatandaşlarına bir baskı yapılacak olursa, seyirci kalmıyacağını da ekliyerek..
*
B. Amerika, Avrupa Birliği ve Ukrayna’deki fiilî yönetim ise, ne yapacağını bilemiyen bir şaşkınlık içinde..
Söylenecek olanları Amerikan Başkanı Obama, bir ay önce açıkça söylemişti; ’Ukrayna’daki gelişmeler yüzünden Rusya’yla savaşacak değiliz. Bunu Ukrayna yetkilileri ve halkı da anlayışla karşılıyor..’ diye..
Bu kadar açık bir taahhüdden sonra.. Putin Rusyası niye çekinsin ki? (Hem, Putin Rusyası da, 6 ay kadar önce, Dışişleri Bakanı Lavrov’un ağzından, ’Suriye Buhranı’ndan dolayı, savaşacak değiliz..’ dememiş miydi.. Yani bir taht-ı revalli ki, şimdilik dengeli bir şekilde sürdürülüyor..)
Bugün, Ukrayna param-parça olmanın eşiğindeyken, Batı’lı emperyalist karar odakları, Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar uygulamakla netice alacaklarını umuyorlar; Ukrayna’ya Rusya’nın daha fazla müdahalesi olursa, Amerikan yaptırımlarının genişletileceği tehdidini de ekliyerek.. Ama, planladıkları hedefe varmaları herhalde çok zayıf bir ihtimal..
Elbette, hele Kırım müslümanları dolayısiyle Türkiye’yi de yakından ilgilendiren Ukrayna’da yaşananlardan alınacak çok dersler var.
Hele de 100 yıl öncelerde, Osmanlı’nın son demlerinde benzer acıları derinden yaşamış olanlarca.. Nitekim, tarihçi Prof. İlber Ortaylı da, 24 Nisan günü, "Rusya orayı bırakacak değil. Çok zamandan beri tesirleri görülüyor. Bizim de oradaki kendi azınlığımızı korumak için Avrupa Birliği’ni veya Obama'yı beklememiz şart değil. Doğrudan Putin ile temasa geçip tartışmamız, sorunları masaya yatırıp bir nevi pazarlığımızı yapmamız gerekiyor. Çünkü buna hakkımız var. Bizim protektoramız (himayemiz) altındaki bir azınlık. Bunun için Avrupa Birliği falan beklenmez..’ diyordu.
*
**
Mısır Kasabı bil ki; en büyük zulüm, adâlet adına yapılandır..
Mısır’da geçen Temmuz ayında yapılan askerî darbeyi protesto eden, çoğu İkhwan-ul’Muslimîyn Teşkilatı üyesi 529 kişi hakkında Minye mahkemesinde verilen idâm kararı, neredeyse sadece Türkiye müslümanlarınca protesto edilirken, 28 Nisan günü, o idâm kararları hakkında nihaî kararın verileceği haberleri geliyordu.
Ve o haberden önce, aynı mahkemeden yeni bir idâm dalgası daha geldi..
Önceki karar 20 dakika içinde alınmıştı.. Şimdi ise, 9 dakika içinde 683 kişi hakkında idâm kararı veriliyordu. Böylece son bir aay içinde idâm kararı verilenlerin sayısı 1200’ü geçmiş bulunuyor..
Bu idâm kararlarının da, askerî darbeyi destek veren Mısır Başmüftüsü’nce tasdik edilmesi gerekiyor.
Ama, o haberden hemen sonra, bu kez de önceki 529 kişi hakkındaki idâm kararından 492’sinin ağır hapis cezalarına çevrildiği, 37’sinin idâm kararının ise tasdik edildiği, onandığı haberi geldi.
Bu 37 idâm kararının, bir üst mahkemeye götürülmesi yolu da henüz açık.. Kitlelere gözdağı vermek için, onların hayatlarını bedel olarak kullanabilirler.
Ama, anlaşılıyor ki, Mısır’daki askerî diktatörlük, halkı idâmlarla, öldürmelerle korkutmaya çalışıyor.. Aslında ise, kendisinin korkusunu yansıtıyor bu, idâm kararları ve korktukça da daha çok idâm kararlarından meded umuyor. Fir’avun taktiği..
Türkiye’de, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni hatırlayanlar, Yassıada’daki düzmece mahkemede, başsavcı A. Ömer Egesel’in, her oturumda, onlarca kişinin idâmını istediğini bilirler. Memlekette terör havası estiriliyor ve böylece sukûnetin sağlanması hesab ediliyordu ve genelde başarısız da değildi, bu taktik.. Ve, o düzmece mahkemenin başkanı olan Sâlim Başol, ‘Türk Milleti adına...’ diyerek C. Başkanı Celâl Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ve Bakanlar ve diğer önde gelenlerden 15 kişiyi idâma mahkûm ediyor ve bunlardan üçü, (Menderes, Zorlu ve Polatkan) idâm olunuyor, diğerleri ağır hapis cezalarına dönüştürülüyor ve 4 sene sonra sonra ise, herkese serbest bırakılıyordu.. Ve halkımız bütün bu olup bitenleri kahırla ve de büyük ekonomik zorluklar ve günlük maişet telaşı içinde sessizce ve izliyordu.
Mısır halkı, zulme karşı ölüm sessizliğinden kurtulmuş ve ayaklanmanın tadına varmışcasına bu yapılanlara karşı sinmeyecek gibi işaretler veriyor.
Ama, Mısır’da olup bitenler karşısında, dünya genelde sessiz..
Çünkü, Mısır’da darbeyi yapanlar, emperyalist dünyanın kuklaları ve onların maslahat ve menfaatine uygun bir darbe yaptılar.. Ve onlar da bu darbeyi, demokrasinin kurulması çabası olarak nitelediler.. Şimdi de, idâmlar mı yapılacak, elbette, demokrasinin kurulması uğruna..
Ne de olsa, ezilenler, ülkelerinde kendi inançlarına göre bir toplum düzeni kurmak isteyen ve bu yolda askerî darbeye bile, pek alışılmamış şekilde, tepki ve direnç gösteren müslüman kitleler.. Öyleyse onların sindirilmesi için, bu gibi idâmlar gerekli olabilir.
Tıpkı, 1923’lerden sonra, Türkiye’de kemalist yöntemlerle yapılanlarda olduğu gibi..
(Sahi, kemalist diktatörlüğün İstiklal Mahkemeleri’nde yüzler-binler halinde dâr’a çekilen mazlumlardan hangimizin haberi var?)
O halde, emperyalist dünya bütün bunları anlayışla karşılayabilir, karşılamalıdır.. Nitekim, B. Amerika, AB ülkeleri ve Rusya gibi emperyalist güç odakları, Mısır’da kurulan bu insan mezbahası karşısında, sus-pus..
Çünkü, geçmişte, komünist ve kapitalist emperyalizm dünyaları arasında yarım asırdan fazla bir zaman sürdürülen Soğuk Savaş, şimdi İslâm’a ve müslümanlara karşı sergileniyor.
Hatırlayalım ki, İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in ’İslam’a ve İslamcılara karşı birlikte mücadele edelim’ çağrısı yaptığı haberi 23 Nisan günü, ing. gazetelerinden The Guardian’da yer alıyordu. Blair, konuşmasında, Rusya ve Çin'e de çağrı yapıyor ve "farklılıkları bir kenara bırakma ve radikalleşmiş ve siyasileşmiş İslam'a karşı birlikte mücadele etme" önerisinde bulunuyordu. Hatırlanacağı üzere, Blair, Mısır’da General Sisî’nin, halkın hür iradesiyle seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’ye karşı yaptığı darbeyi de alenen desteklemişti.
*
Ama, bu zulümler ve akıttıkları mazlum kanları, zâlimleri boğacaktır.
Mazlum kanının zâlim kılıçlarına galebe çaldığının tarihteki en çarpıcı örneği, Kerbela Faciası’dır.
Yezid’in kılıcı, Hz. Huseyn ve bir avuç yârânı’nı doğramıştır, ama, aradan 13 asır geçtikten sonra, geride mazlumiyetiyle ve hakkaniyetiyle anılan, kitleleri yine de harekete geçiren kimdir, ve zulmüyle bugün de lanetle anılanlar kimdir?
Bu bile, düşünüp ibret alacak olanlara çok şey anlatabilir.
Bu gelişmeler karşısında darbeci General -daha doğrusu, kendisine verdiği rütbe ile- Mareşal A. Fettah Sisî’nin muhatab kabul edilmesi bile gereksiz. Çünkü, o bir insan kasabı rolünde ve en büyük zulmün adâlet adına yapılan olduğunu idrakten çok uzak.. İktidarını ve canını kurtarmak ve bunu Mısır halkı adına yapıyormuş gibi göstermekten başka bir şey düşünemediği anlaşılıyor.
*
Bu vesileyle, 19 Nisan günü, Köln’de, Mısır’daki askerî darbeyi lanetlemek ve verilen idâm kararlarını protesto etmek için tertib olunan (ve Avusturya seyahatim dolayısiyle hazır bulunamadığım) bir protesto gösterisinde okunmak için hazırlanan bir metni burada tekrarlıyalım.
Bu metinde şunlar söyleniyordu:
*
’Arkadaşlar!. Dostlar!..
Beyninde emperyalizme ve emperyalistlere; diktatörlüklere, diktatörlere, zorbalıklara, zorbalara, zâlimlere, şeytanî güçlere, haksızlıklara ve haksızlara karşı olmak dikkati taşıyan, onlara kalbinde sempati duygusu beslemeyen herkes!.
*
Biz burada, Mısır’da en utanç verici ve alçakça usûllerle oynanan bir diktatörlük oyununa,
alçakça işlenen cinayetlere karşı olduğumuzu ve bu kirli entrikalar karşısında,
tarafımızı ilân etmek üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Bu eylemimiz, aynı zamanda, hangi dinden, hangi ırktan, hangi kavimden, hangi cinsten olursa olsun, bütün insanlara bir çağrı ve dünyanın her yerindeki benzer diktatörlükler, zorbalıklar, zulümler varsa, onların hepsine de karşı olduğumuzu ilan eylemidir.
Bu eylemimiz, 14 asır önce Hz. Muhammed’in dilinden yükselen, ’Ey insanlar, hepiniz Benî Âdem’siniz; Âdem’in çocuklarısınız,; Âdem ise, topraktandır..’ gerçeğinin ışığında, bütün insanlara, temelde kardeş olduklarını; hakk ve adâlet ölçüleri içinde yaşamak isteyenlerin birlikte olmaları gerektiğini hatırlatma çağrısıdır.
Yani, insanların hepsinin maddî aslı, cevheri aynıdır.
İnsanlar arasındaki tek üstünlük ise, ancak sahib olunan faziletler açısındandır. İnsanın insana tahakküm etmesi, zorla hâkim olmaya çalışması hakkı yoktur.
Hz. Ibrahîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ da bütün ilahi peygamberler de hep bu mesajı verdiler.
Onların hepsi de, insanın insana kul - köle olmamasını, hür olmalarının yolunu öğretmeye çalıştılar. Bu, özü itibariyle, ’Lailaheillallah.. Allah’dan başka tanrı yoktur..’ gerçeğinden ibaretti.
Çünkü, insanlığa gereçek özgürlüğün yolunu gösteren bu yüksek anlayış idrak olunmadıkça, insan insanın ya tanrısı, ya da kurdu olmaya çalışacaktır. Buna insanlık tarihi de tanıktır..
Bizim bu eylemimiz de, binlerce yıllık insanlık tarihinde, bütün ilahî peygamberlerin, Hz, İbrahîm’in, Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ’nın, Hz. Muhammed’in, bütün ilahî peygamberlerin insanlığa yaptıkları çağrıların; ’Hakikati düşünüp anlayalım, insanı esir ve köle haline getirmek isteyen her türlü zorbalıklara, zulümlere karşı çıkalım; insanlığın özgürlüğüne vurulan zincirleri kıralım’ çağrılarının tekrarlanması eylemidir..
Bu tavır alışta, herkes tarafını belli etmelidir. Taraf olmayan bertaraf olur.
*
Dostlar..
Hatırlayalım ki, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, birçok devletler yıkıldı.. Bir çok coğrafyalar parçalandı.. Onmilyonlarca, yüzmilyonlarca insan, o savaşın kan ve ateşi içinde erirken.. Hayatta kalanlar da bedenleriyle, beyinleriyle, ülkeleriyle zincirlere vuruldular.
Ortadoğu halkları bu mazlum halklar listesinin başında yer aldı.
Ve.. Aradan 20 yıl geçmeden patlayan İkinci Dünya Savaşı da yüzmilyonları yuttu.
Ve savaş sonunda, yeni bir dünya kurulmaya çalışıldı.
Ama, Ortadoğu halklarının boyunlarına geçirilen tasmalar, bedenlerine ve beyinlerine vurulan zincirler belli emperyalist güçlerce, hâlâ da sımsıkı korunuyor. Ortadoğu coğrafyaları hâlâ o zincirlerle bağlanmış durumda..
İşte Mısır, Suriye, Afganistan, Irak, Libya, Cezayir, vs..
*
Bu durum, gerçekte, bir insanlık tarihinin özetidir.. İnsanlık tarihi ile yaşıt..
Kendi zorbalıklarına güvenerek, başkalarını kul-köle etmek isteyenler hep olmuştur.
Nemrud’lar, Fir’avun’lar, her zaman ve mekanda hep oldular. Ama, tabiat boşluk kabul etmez..
Nerede bir Nemrud varsa, orada bir İbrahîm; nerede bir Fir’avun varsa, bir Mûsâ da olacaktı!
Ve müslüman halklar da özgürlüklerine erişebilmek için mücadele ediyorlar.
Ama, bu halklar ne zaman kurtulmak istese, özgür olmak için başını kaldırsa...
Dünyanın bütün emperyalist güç odakları, elbirliğiyle o özgür olmak isteyen, zincirlerini kırmak isteyen bu toplumlara vurdukları zincirleri, kelepçeleri daha bir güçlendiriyorlar.
*
Hatırlayalım ki, Mısır’da 1952’de krallık- saltanat rejiminin devrilmesinden sonra kurulan 60 yıllık bir Nâsır- Sedat ve Mubarek diktatörlüğü dönemi de, 2011 Baharı’nda halk kitlelerinin dev protestolarıyla sona erince..
Mısır halkı, ilk kez özgür olmanın, kendi temel doğrularına göre hak olduğuna inandığı ölçüler içinde zincirlerinden kurtulmanın sevincini yaşayacağını ummuştu. Ve bu ümid ile, Muhammed Mursî’yi yüzde 51 ile cumhurbaşkanlığına seçti., 2012 Haziranı’nda..
Bu 90 milyonluk ülkenin sosyal bünyesinde derin çatlaklar ve yoksulluklar vardı.. Bütün bu dertleri olumsuzlukları bir anda bertaraf etmek için, kimsenin elinde sihirli bir deynek yoktu.
Ama, halkı zincire vurulmuş vaziyette tutmayı kendi menfaatleri için şart gören emperyalist güçlerin korkusu vardı. O halde, Muhammed Mursî’nin ve halkın yolu kesilmeliydi.
Nitekim, Mısır Genelkurmay Başkanı General Abdulfettah Sisî, diktatörlük dönemi beslemelerinin tahrikleriyle sokaklara dökülen kalabalıkların sevinç çığlıkları arasında, 3 Temmuz 2013 akşamı, ekranlar önünde, askerî darbesini gerçekleştirdi ve halkın özgür iradesiyle seçilen ve vazifesi başında henüz 1 yılını doldurmakta olan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’yi iktidardan indirdi, onu ve yönetim kadrolarını zindanlara doldurdu.
Emperyalist dünya, bu durumu, ’askerî darbe’ olarak bile nitelendirmekten kaçındı ve hattâ, ’demokrasinin kurulması’ çabası olarak selamladı. Ve, onbinlerce- yüzbinlerce insan da zindanlara dolduruldu.. Bu darbeye karşı çıkan ve iradelerine, oylarına sahib çıkmak isteyen halk kitlelerini binler halinde öldürdü..
*
Ve bu zulümleri, diktatörlükleri, kendisini ’hür dünya’ diye niteleyen emperyalist dünyanın medya organları bile, dünyaya, ’demokrasinin yeniden kurulma sancıları’ olarak anlayışla karşıladılar. Birleşik Amerika, Mursî’nin devrilmesinden memnundu.. Suûdî rejimi başta olmak üzere, petro-dolar zengini krallar, melikler milyarlarca dolarlarıyla desteklediler General Sisî’yi.. Çünkü, güya demokrasi kuruluyordu..
Putin Rusyası da General Sisî’nin sırtını sıvazlıyordu..
Avrupa Birliği de, seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin zindana atılmasını seyirci kalırken, General Sisî’yi ’demokrasinin kurucusu’ olarak selâmlıyordu.
Ve bütün bunlar olurken, geçen ay, bir Mısır Mahkemesi, General (şimdi artık Mareşal rütbeli) Sisî’nin askerî yönetimine karşı protesto gösterilerine katılan 529 kişiye, bir saati bile bulmayan bir göstermelik yargılama sonunda, topluca îdâm cezası verdi ve bu idâm hükmünün tasdik edilmesi, onanması için, darbecilere destek veren Mısır Başmüftüsü’ne gönderdi.
Diktatörlük rejimi, kendi hayatını, başkalarına dâragaçları kurmakta, mazlum kanlarını içmekte görüyor..
Ve, emperyalist dünya ve emrindeki dünya medyası, yine sessiz.. Hattâ o kadar ki, Avrupa Birliği temsilcisi ing. Catherine Ashton geçen hafta Kahire’ye gidip, demokrasinin kurulması çabalarına desteğini verirken, bu nasıl bir demokrasi olacaksa, yüzlerce insanın o kadar düzmece bir mahkemede böylesine mahkûm edilmesi üzerinde hiç bir görüş belirtmedi.
*
Emperyalist odaklar hâlâ kendi maslahat ve menfaatlerini korumanın derdinde, sessizler..
Ve biz bugün ve yarınlarda zuhûr edecek bütün diktatörlüklere, zorbalara, bütün çağdaş fir’avunlara karşı olduğumuzu bir kez daha ilan ediyor; Mısır halkına, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın bütün mazlum, mustaz’af halklarına selam olsun diyor ve bütün emperyalistleri ve de, halklarının iradelerini, hayatlarını çalan bütün diktatörleri lanetliyor ve onlara, zulümlerinin karşılığını en dehşetli şekilde ve de adaletli olarak göreceklerini hatırlatmak istiyor; onlara İncil’de yer alan sözü hatırlatıyoruz: ’Kılıç tutanlar, kılıçla helâk olacaktır.’ (Matta, 26, 52)
*
Biz, Mısır’da, ’demokrasi’nin kurulması’ diye gösterilen bu çirkin ve kanlı oyuna ve Ortadoğu halklarının tepesine oturtulan emperyalist kuklalarına, diktatörlere karşı çıkıyor ve onlara, Ortadoğu’nun müslüman halkları olarak diyoruz ki:
’Allah’a kul olduk ’qaalubelâ’da,
Bu yolda verilmiş ikrarımız var;
Üç günlük ömür için fâni dünyada..
Kula kul olmamak kararımız var..’
Allah’u Ekber!
*
haksöz