Mutfaklarda yangın var, her gün gelen fiyat şoklarından insanların dünyası allak – bullak, kibrit çalsan tutuşacak bir ruh hali söz konusu…
Ama tasavvufu – tarikatları da yazmak lazım. Orası da Türkiye’nin hassas alanlarından birisi. Bir şeyh vefat etti, bir köyde defnedilen cenazesine yüzbinlerce insan katıldı ve o tarikatla ilgili bazı bilgiler kamuoyuna yansıdı, insanlar “Aaaa, böyle miymiş?” diye şaşkınlık yaşadılar.
Henüz yazamadım. Son günlerde “Okur yorumları” ile meşgulüz ya… Bir okurum aynen şöyle yazmış:
“Yıllarca Altınoluk dergisi tasavvuf konulu başyazılar yazan birisi olarak Menzildeki vefat sonrası ortaya çıkan durum hakkında niye tek kelime yazmıyorsunuz?
Tasavvufun temsilinin saltanata dönüşmesi sizi rahatsız etmiyor mu?
“Gavs-i sani” öldüğüne göre hangi oğul “Gavs-i salis” makamına geçecek ve hangi liyakat ile?
***
“Bunlar artık beni ilgilendirmiyor” derseniz o da tercihinizdir saygı duyarım ancak topluma karşı sorumluluğunuz var. Hiç değilse Altınoluk yazılarınızı okuyanlara. Selam’
Ne denebilir ki? Yazacak, yazılması gereken çok şey var tabii ki… 13 Haziran’da Karar’da “Bir “din politikası”na ihtiyaç var mı?” diye yazmışım. Tasavvufu, tarikatları, başka şeyleri ihtiva eden…
Evet, 33 yıl süreyle Altınoluk dergisinin yayın yönetmenliğini yaptım. Altınoluk tasavvuf ağırlıklı bir dergi idi, ama sırf tasavvuf değildi. Ben Altınoluk’u anlatırken hep şöyle dedim: “Altınoluk İslam – insan ilişkisini, İslam – Müslüman ilişkisini, İslam – toplum ilişkisini gözetleyen, ortaya çıkan açı farklarını gündemine alan bir dergidir.”
Bu tanımın Altınoluk’a, tasavvuf ekseninde eğitici bir muhteva kazandırdığı gibi, sosyolojik bir bünye kazandırdığı da bir gerçek.
Ben şahsen tasavvufu İslam’ın bir “Terbiye okulu” olarak gördüm. Tasavvufun yola Hazret-i Peygamber (s.a.)’in Mescid-i Nebi’deki “Ehl-i Suffe” (Suffe okulu)den yola çıkmış olmasını, kendisini disipline etme hassasiyeti açısından önemsedim.
İnsanın İslâm içinde kişilik eğitimi gibi bir mesele var mıydı, evet vardı. Kur’an’da da “Kalbin eğitimi” önemli bir mesele olarak zikrediliyordu. Bunun insanın ruh dünyasının terbiye edilmesi demek olduğu açıktı. Bunun için bir yol gösterici, eğitici olması tabii idi. Bunun çok çeşitli yöntemleri olabilirdi kuşkusuz. Tasavvuf ise buna “Mürşid” diyordu. “Mürşid-i kâmil” Yol gösterici olsun ama “kemal sahibi” birisi olsun. Yani önce o eğitilmiş olsun. O kendisi İslâm’ı güzel yaşasın, ama insanlara rehberlik edecek bir kalp kıvamında ve bilgi derinliğinde de olsun. Bunun için o da eğitim almış olsun. Tasavvuf, böyle bir liyakatin “İcazet” ile olacağını kurallaştırır. İcazet bir tür “kalbi yeterlilik diploması”dır.
Bahsettiğim şeyler, aslında son derece açık şeyler. Ama bütün bunlar, tasavvuf – tarikat dünyasında ne kadar bu netlikte gerçekleşiyor ona bakmak lazım. Yani mürşitlerin mürşit kıvamında olması, onun elinden tutan öğrencilerin (mürit denir buna tasavvufta) mürşitten ne beklediğini bilmesi lazım vs…
Altınoluk’ta iken o camianın Hocası Osman Efendi (Osman Nuri Topbaş) ile bir mülakat yapmıştım. Soru şu idi: “Efendim, bir kısım insanlar şeyhlerin ahirette kendilerini kurtaracağına inanıyorlar, ne dersiniz, böyle bir şey var mı?”
Cevap şu olmuştu: “Şeyh önce kendisini kurtarsın.”
Bence soru şu: Bunu kaç şeyh söylüyor Türkiye’de, ve şeyh böyle söylediğinde kaç mürit buna inanıyor? Buna inanıyor ya da “Şeyh bunu tevazuundan söylüyor, aslında eteğine tutunanı kurtarır şeyh” inancında devam ediyor… Burada şu çıkıyor: Şeyhte olağanüstülükler arayan bir kitle, sonra da olağanüstülüğü bu işlerin raconu haline getiren şeyhlik statüsü…Al gülüm ver gülüm, alan razı satan razı. Böyle bir piyasa var, tasavvuf – tarikat alanında…
Tamamı böyle demek insafa sığmaz. Ama akışların bu yöne götürdüğü gibi bir durumdan söz edilebilir. Diyelim tarikatların daha dergâh boyutunda olduğu eski zamanlarda, hakikaten kalbi kıvamı iyi donanmış bir rehber (mürşid-i kâmil) kalbini ona açan bir müritle kalp alış verişi yapar, bir eğitim gerçekleşir. Ama şimdi, müridin mürşidi rüyasında bile görmediği bir ilişkide kim ne alacak kim ne verecek?
İşte o zaman şeyhle ipe tutunup tövbe alma faslı devreye giriyor. “Gavs”lığı vesaireyi ben anlamadım, açık itiraf ediyorum. “Sâni”sini de “Evvel”ini de, başka gavslık iddiasında bulunanları da anlamadım. “Şeyh önce kendisini kurtarsın” sözünü hatırlarım ben hep bu “fevkaladelik” iddialarında. “Sen de herkes gibi Allah’ın kulusun kardeşim, gavslık ne ki…? Allah sana baktığında Kur’an’ın ifadesiyle ‘ Ni’mel abd - Ne güzel kul’ diyor mu?” işin özeti budur.
Olayın “Devlet açısından” bir “Din politikası” boyutu da var. Sadece devlet açısından da değil, doğrudan bu ülkenin Müslüman nüfusu açısından da… Çünkü “Din” üzerinden insanları etkileyip, kimi zaman akla sığmayan çarpıklıkları ya da tehlikeleri ihtiva eden yolların oluşma ihtimali açısından…
Ben “Mürşidlik” makamının, kolay taşınacak bir makam olmadığını, gerçekten inanan bir insan için büyük sorumluluk getirdiğini, onun için kolay taşınacak bir yük olmadığını düşünüyorum. Bir düğmeye bastığında yüzbinlerce insanın etkilendiği bir sorumluluk ve “Doğru düğmeye basabilme” liyakati, ne dersiniz, kolay edinilecek bir liyakat midir? “İcazet”ler de o hassasiyetle takdim ediliyor mudur? Ne dersiniz?
Yazı istiab haddini aştı, daha yazarız kısmet olursa…