Her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor. Dün de öyleydi, bugün de aynen öyle oluyor. Aynı şekilde, hayretlere gark olarak, “nasıl olabilir yahu” diyerek ama her seferinde de ancak kahrederek, lanet okuyarak ama bir yönüyle de kabullenerek…
Ortadoğu’nun bağrına saplanan paslı hançer, İsrail, ne kadar tanımadığımızı açıklasak da, ne kadar beddua etsek de, ne kadar protesto etsek de, aynı barbarlıkla, aynı pervasızlıkla ve aynı insanlık dışılıkla bildiğini okumayı sürdürüyor. Gerçi devlet olarak tanımaktayız ve ikili ilişkilerimiz de bu dönemde daha da ivmelenmiş durumdadır. Çünkü, artık herkesin her soruya verecek cevabı vardır ve “neden İsrail’le ilişkiyi kesmiyorsunuz?” sorusuna da kırk türlü kılıf bulunabilmektedir.
Dün de hayret ediyorduk, bu İsrail denen “şey”, nasıl bu kadar insanlıkdışı olabiliyor, nasıl bu kadar barbarlaşabiliyor, nasıl bu kadar gaddar ve zalimleşebiliyor diye… 80’li yıllarda Sabra ve Şatila katliamları kadar haber bültenlerinde görüntülerini izlediğimiz bir başka kare daha fazla hafızalara kazınmıştı. Elindeki silahın dipçiğiyle savunmasız Filistinlilerin kolunu bacağını kıran İsrail askerleri! Kendisi dışındaki insanları “insan” olarak bile görmeyen bir acayip, bir baş belası, bir gaddar kafanın yeryüzündeki temsilcileri! Gözlerimizin önünde oldu ve oluyor her şey ve “tükürükle boğulacak” kadar az olan bir grubun zulümlerine, katliamlarına sadece seyirci kalıyoruz.
Terör ve tedhiş eylemleriyle Ortadoğu’nun bağrına zorla yerleşen, tam tabiriyle bölgenin ırzına geçen bu baş belası, korunup kollanmasının sağladığı özgüven kadar “ümmetin suskunluğu” olarak formüle edilen “utanç verici atalet”ten de almıyor mu bu cesaretini? Daha doğrusu patavatsızlığını, cüretini… Çünkü zalimler korkak olur, cesaret değil de olsa olsa patavatsızlıktır bu. Biz sustukça, ses etmedikçe ve daha da önemlisi “sadece güçten anlayan” barbara haddini bildirmedikçe daha da dünyanın başına bela oldu, oluyor işte.
Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren bölgeye musallat bu hastalıklı hücre, 1948’de devlet olarak ortaya çıktıktan sonra hiç mevzi kaybetti mi, hiç geri adım attı mı? İslam ülkeleri, zahmet buyurup da bir toplantı bile icra edemedikçe, herhangi dişe dokunur bir karar alamadıkça, hiçbir elle tutulur somut adım atamadıkça, bu hastalıklı hücre de geri adım atmıyor işte. Ne yapsa yanına kar kalıyor, ne yapıp edip kendisini zor durumlardan kurtarıyor. Neden? Çünkü 2 milyarlık İslam ülkeleri ve onların yetersiz yöneticileri, üstlerine düşeni yapmıyor, yapamıyor. Bütün hayatını, bir dönem alay edilmeyi bile göze alarak İsrail belasına karşı uyarıyla geçiren Erbakan Hoca’yı hariç tutarsak tabi.
Yakın zamanlardaki katliamları da yanına kar kalmadı mı sanki? Gazze’yi 1 ay boyunca dünyaya kapatıp okul, hastane, ev ayırt etmeden bombalayan bir insafsız, bir ahlaksız, bir baş belası var karşımızda. İslam ülkeleri hangi anlamlı ve etkili tepkiyi koydu da İsrail geri adım attı? 2010’daki Mavi Marmara olayının ardından Türkiye ile İsrail arasında “kamuoyu önünde gerilen ilişkiler”, nedense ekonomik sahaya yansımadı mesela. İsrail’le ticaret ona cansuyu olmak değildi herhalde.
Hele ki, Mavi Marmara’da Türk vatandaşlarını katleden İsrailli askerlerin, 20 milyon tazminat karşılığında ve de Meclis marifetiyle gece yarısı apar topar affedilmesi, kimin vicdanını rahatsız etti peki? İsrail’le “normalleşme” anlaşmasını bile içine sindirebilen kitlelerin bugünkü lanet okumaları, bedduaları, kınamaları da ancak zalimi daha da şevklendirecektir.
Her seçim dönemi öncesi rutin olarak gerçekleşen “İsrail’e sallama” seanslarını bile içine sindirebilen kitleler oldukça, elbette ki İsrail zulmünde daha da sabit kadem olacaktır. İsrail’e nefes aldıran “normalleşme” anlaşmasını bile “daha o kadar güçlü değiliz” vs türünden saçma sapan gerekçelerle içine sindirebilen ve savunanlar oldukça, somut adımlar ve tedbirler yerine sadece laflarla içimizi soğutmaya devam ederiz.
Bir gün, maazallah, Mescid-i Aksa’ya musallat olacak olsa, yine tel’in ve tepki ile karşılamaz inşaallah 2 milyarlık İslam alemi.