Şeb-i Yeldâ’nın, yılın en uzun gecesinin yaşandığı bugünlerde, arka arkaya yaşanan saldırı ve cinayetlerle dolu çok uzuuuun bir haftayı geride bıraktık..
Önce, İstanbul’da 45 polisin; sonra Kayseri’de, 15 askerin hayatını kaybettiği kanlı saldırı.. En sonunda da, Rusya’nın Türkiye’deki B.elçisi Karlov’un gerçekten de alçakça katledilişi..
***
Her üç hadisede de maalesef, güvenlik zaafları sırıtıyor..
İstanbul’da polis otobüsüne saldırıdan sonra kaçmakta olan bir kişiyi kovalayan polislerin onu taa yakınlarına kadar sokulup kuşatmaları ve o kişinin de kendisini patlatmasıyla, 6-7 polisi de parçalaması, hangi yönden bakılsa aklen izah edilemeyecek bir eğitimsizlik ve tedbirsizlik örneği..
Kayseri’de bir otobüs dolusu askerin korumasız olarak ve silahsız olarak şehre gönderilmesi de öyle.. (Hatırlayalım, 1993’de de bir otobüs dolusu asker silahsız, korumasız olarak Elazığ - Bingöl yolunda pusuya düşürülmüştü.)
Ya da, üstelik de polis olan bir saldırganın, Rusya Büyükelçisinin sanki onun korumasıimiş gibi arkasına kadar sokulup, sonra da arkadan vurması..
Elçi, ‘korumasız’ gezermiş.. Öyle bile olsa, devletin onu korumasız bırakmaması gerekirdi.
Bu gibi tedbirsizliklerin bedelini ödemesi gerekenler olmalıdır, sorumluları her kim ise..
Bütün bu saldırıların dünyaya verdiği mesaj, ‘Türkiye iç güvenliğini sağlamakta zorlanıyor..’ Hattâ‘diplomatları bile koruyamıyor!’ görüntüsü..
***
Terör saldırılarını kesinkes bertaraf edecek bir yöntem bulunamamıştır, henüz.. Çünkü terörizmin üniformasız askerleri, tek kişi veya küçük gruplar halinde ve halk içinde sıradan kimseler olarak yaşarken, müsait bir pozisyon yakalayınca nerede, nasıl, niçin ve hangi silahla saldıracağı kestirilemeyen bir fedaî konumundadır. Kendi ideolojisi, inancı, muhabbet veya nefreti artık o derecededir ki, kendi hayatlarını da fedâ edebilirler. Bir kişinin gerçekleştirdiği bir saldırı eylemiyle bozulan kamu düzenini iade etmek için yüzlerce güvenlik gücü bile yetmeyebilir.
Tedbir için vazifelendirilen güvenlik güçlerinin durumu da bir ayrı konudur, hele de büyük merkezlerde.. Aynı yerde onbinlerce insanı gözetlemek durumunda kalan güvenlik personelinin dikkatlerinin hele de 4 saat sonra iyice zayıfladığı anlaşılmalıdır.
***
Bunu İstanbul’da metroların ve hele de Marmaray gibi muazzam bir tesisin giriş-çıkışındaki güvenlik personelinin durumlarında bile gözlemlemek mümkün.. Çoğu, göstermelik bir kontrol yapıyorlar.
Buna bir de üstlerinin, çantalarının aranmasını kendilerine yediremeyenleri ekleyiniz. (Bir süre önce Ankara’da, Sıhhiye’deki Adliye Sarayı’na girişte, çantasını açması istenen bir kişi, ‘Ben avukatım.. Kanûnen, beni aramak yetkiniz yok!..’ diye bas-bas bağırıyordu.) Halbuki bu gibi avantajların kötüye kullanılmasından meydana geliyor nice beklenmedik hadiseler de..
***
Nitekim, Rusya B. Elçisi’ni öldüren kişi, elçinin gezmek için gittiği resim sergisinin güvenliğinden sorumlu olan Çankaya Belediyesi’nin açıklamasına göre, X-Ray cihazından geçmemiş, oradaki güvenlikçiler ikaz edince ‘Polis’ kimliğini gösterip geçmiş.. Ve sonuç ortada..
O kişi, diyelim ki, ağır bombardımanlarla Halep’i daha bir virâneye çeviren Rusya’ya duyduğu hınçla sıktı o kurşunu B. Elçi’ye.. Ama o kurşun gerçekte halkımızın haysiyet ve şerefine sıkılmıştır. Çünkü katledilen elçi, adı üstünde elçi idi ve bizim örfümüzde ‘Elçiye zeval yoktur’. Kaldı ki, o saldırgan kişi bir de, devletin silahlı güvenlik gücüne bağlı..
Hatırlayalım, Birinci Dünya Savaşı, Avusturya- Macaristan İmp. Veliahdi Arş-ı Dük Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da 28 Haziran 1914’de bir suikast sonunda katledilmesiyle patlak vermişti.
***
Böylesine düşüncesiz veya beyni yıkanmış tipler polis- asker üniforması veya kimliğiyle en üst dereceli ülke yöneticilerine de sıkamaz mı o kurşunları.. Kime nasıl güvenilecektir? Bu gibi daha niceleri de yok mudur? Onları böylesine kuklalaştıran veya akıllarını iptal eden nedir?
stargazete