İbrahim Küçük/Vuslat Dergisi(Arşiv)
Tevhid, Namaz ve İnfak İlişkisi
Acaba hangi sebepler ve hikmetler namaz farziyetini "dinin direği" olma makamına erdirmiştir? Onca namaz kılan olmasına rağmen neden, dinin taşıyıcı kolonunu dikmek şöyle dursun, dinin bahçe çiti dahi çevrilememiş bir asrın şahitliğini yaşıyoruz? Namazın nasılları hakkında ilmihallerden tutun da ağır fıkıh kitaplarına kadar en ince detaylara inmek mümkünken, namazın niçinleri hakkında yeterli gündemin oluşamaması baştaki iki sorunun kısmen cevap kapısı olsa gerek. Tevhidî şuurun henüz yozlaşmadığı dönemlerde insanlar namazın şuuruna kısmen ya da kemalen vakıf olabilirken, namazın nasılları üzerinde durmak evveliyat arz etmiş olabilir. Ama bugün Tevhidî şuurun yozlaştığı inkar edilemez bir yaradır. İşte bu bağlamda namazın nasıllarıyla birlikte niçinler inin de gerekliliği hissedilir durumdadır.
Namaz, İslam dini içerisindeki tüm emir ve nehyleri bünyesinde barındıran bir bahçe gibidir. Ya da küçük bir atom çekirdeğine sıkıştırılmış milyonlarca tonluk akaryakıt enerjisi misalidir. Namazın nasıllarıyla birlikte niçinleri de tahkik edilirse ve bu tahkik, fıkhın terazisi altında olmak kaydıyla, sufi bir açıdan olursa karşımıza engin bir ufuk çıkacaktır. Böylelikle namaz günde beş vakit öğretmenimiz, rehberimiz ve "gözümüzün nuru" olacaktır.
İslam dini hakkında olumlu ya da olumsuz tüm ön yargı sahipleri namazın henüz başında niçinlere girildiği an yargılarını gözden geçirecektir. Karl Marx'ın "Din Afyondur" iddiası komik bir saçmalamaya dönüşecek, güneş karşısında eriyen bir kar tanesi kadar aciz kalacaktır. Ön yargıların ilk eridiği ve ezildiği yer mihrabtır. Malumdur ki Mihrab; kıble istikametine yönelip iftitah ya da tahrime tekbirinin alınarak namaza durulan yerdir. Bu mahallin ismi niçin mihrabtır? Mihrab: Harp aracı, savaş meydanı manalarına gelmekte. Bu isimlendirme cidden ilginçtir. Neden namaz mahalli değil, neden secde, rüku, kıyam, kıraat mahalli-aracı değil de harp aracı/mahalli? Neden dua aracı/mahalli değil, neden teslim olma mahalli değil, neden direk mahalli değil de harp aracı/mahalli? Oysa aklen bu isimlerin hepsi bu mahallin ismi olabilirdi. Namazla savaşın ne gibi bir ilgisi olabilir. Hele şu karışık ortamda namazla savaşı ilişkilendirmek kimilerine tehlikeli bile gelecektir!
Harp aracı/mahallinde yerini almış, saflarını düzeltmiş, imamın emirleri doğrultusunda talim ve terbiyeye hazır "abdest silahıyla" silahlanmış er kişi bu harp mahallinde "yetmiş şeytan gücündeki nefsi" ile şeytan ve dostları ile savaşmayı göze almışlığını ilan edecektir. Bu ilanı yaparken Rabbini büyükleyerek yapacaktır. Allahu Ekber diyerek Allah'ın dışındaki tüm otoriteleri elinin tersiyle itecek, tüm sahte melik ve ilahları arkasına atacaktır. Alemlerin kanun koyucusuna tüm benliği, ruhu ve azalarıyla yönelecektir. İşte bu hal; Lailaheillallah'ın sanki La hallini oluşturacaktır. Allahu Teala'nın dışındaki her şeye La denerek İllallah'a varıncaya kadar harp ameliyesi devam edecektir. Hz. Mevlana'nın dediği gibi: "La süpürgesiyle yollar süpürülmeden İllallah sarayına varılmaz."
Büyük Şeytan ve Dostları İslam topraklarında müminin izzeti ile oynarken, mihrabta namaza duran mümin; büyük, orta ve küçük şeytanlarla mukatele ve mücadele etmeyi göze aldığını ifade etmiyorsa, Allahu Teala'nın dışındaki kısıtlı sahte otoritelerden korkuyorsa daha mihrapta nefsine yenik düşmüştür. Bu mağlup kişi Tevhid ve namaz ilişkisini kuramamıştır. Namazı sadece bireysel bir tapınma ya da toplumsal bir tapınma olarak algılayanlar dini afyonlaştıranlardır. Namaz ibadetinin yanında namaz siyasetinin şuuruna eremeyenler bu afyonun zerreleri olmaktan kurtulamayacaktır. Belki dindar olmak Hıristiyanlıkta afyonlu olmak anlamına gelebilir. Ancak İslam'da muttaki bir kul olmak afyonlanmak şöyle dursun afyonlanmış insanlara panzehir olmaktır. Çünkü Namazlı bir mü' min iftitah tekbiri ile Fethe başlayacak önce küçük toprak parçası olan kendi bedenini temizleyecek ki büyük toprak parçasında "fitne kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar savaşacaktır". Tesbih ve Tahmid ile başladığı namazında surei Fatiha ile nice ahidleri sonunda amin diyerek imzalayacaktır. Alemlerin terbiye edicisinden, kanun koyucusundan başka hiç kimsenin övgüye layık olmadığını tüm övgü ve senanın sadece Allahu Teala'ya mahsus olduğunu söyleyecektir. Gözetici ve bağışlayıcının sadece Allahu Teâlâ olduğunu iman ederek söyleyecektir. Böylelikle Allahu Teâlâ'nın alemlerin rabbi olduğu halde niçin sokağın rabbi olmadığını kavrayacak ve bu kavrama ile kavram kargaşasını çözecektir. Din gününün sahibi madem Rahman ve Rahim Allah'tır o halde ben hangi sözde ilah ve şefaatçilerden fayda umayım ki diyecek, o halde ben ancak Allahu Teala'ya kulluk edeyim ancak O (c.c)'den yardım dileyim diyecektir. Allahu Teâlâ'ya da kulluk ederim değil ancak Allahu Teâlâ'ya kulluk ederim diyecektir. Hidayet yolunu, dünya ve ahiretteki tüm kurtuluş yollarını Rabbinden dileyecektir. İmanî, ameli, iktisadî ve ictimaî alandaki tüm istikametli yolları niyaz edecektir. Bunlardan biri eksik olursa bu eksikliğin hemencecik kulluğun tüm alanlarında yozlaşmaya sebebiyet vereceğini bilecektir. "Nimet sahibi tüm peygamberler, sıddıklar, şehidler, ve salihler" yolunu isteyecektir. Bu yolun dikenli bir yol olduğunun farkında olarak, bu yolun saltanat ve refah yolu olmadığını bilerek, bu yolda başlar verilip kanlar akıtıldığını, eşlerin, evlatların, malların birer imtihan vesilesi olduğunu bilerek hareket edecektir. Ve bunları isterken de aşırıya kaçmaktan korkacak bidat ve hurafelere saparak ruhbanlaşmış Hıristiyanlar gibi olmaktan, bilgiyi, kulluğa götüren bir araç olmaktan çok kulluktan kurtaran bir araç olarak kullanan Yahudiler gibi olmaktan imtina ederek delalet ve gazap ehlinin yolunda olmamak için dua edecektir. Dinin ılımlısının ve çalımlısının olmayacağını dinin Allah katında sadece İslam mutlak değeriyle tanımlandığının şuuru ile bu yoğun dua demetine amin diyecektir.
Namazın kıraati ile kah coşacak kah ağlayacaktır. Bazen bir dua ayeti ile kulluğun hazzını tadacak, bazen müjde ayeti ile ümid edecek bazen de korkutucu bir ayetle tüyleri ürperip tahiyyata varıncaya kadar diz bağlarını toplayamayacaktır. Fil sûresi ile ebabil adaylığını ilan ederek namazda kıyamın hayatta da kıyam olduğunun şuuruna erecektir. Ve yahut Kafirun sûresinin vakti gelmeden nasrullahın ve fethin olmayacağını idrak edecektir. Kur'ân'daki her harfin ve her dizimin bir hikmeti olacağı şuuru ile sûrei İhlas'ın önünde surei Lehebin yer almasını tefekkür edip anlayacak ki; edepsizlik ihlasa engeldir. Sonra lailaheillallah'ın lailahe halli ile rukü emrini yerine getirecektir. Ama bu eğilme hali eğilmeyi öğrenmek için değil bilakis Allahu Teâlâ'dan başkasına eğilmemeyi öğrenmek ve ilan etmek içindir. Rukü Allahu Teâlâ'ya boyun eğmenin bedensel görüntüsü olmakla birlikte ruhsal kabulüdür. Rukü ile sadece Rahman'a boyun eğerek özgürlüğün tadına varan kul, ruküdan sonra kavvame ile özgürlüğün dik duruş gerektirdiğini anlar. "Yukarılardan, aşağıların aşağısına" çekilenlerden olmamak için en şerefli uzuv olan yüzünü ayakların bastığı en zelil yere sadece Rabbi için tevazu ile secdeye kapanır işte bu hal lailaheillallah'ın illallah halidir. Çünkü bir nefis sahibi ancak tesbih ve takdis ettiği bir varlık için bu hacimde küçülebilir. Secde bedenen ve ruhen Rahman'ın karşısında bir küçülme ve küçüklenme hallidir. Şeytanın yapmaktan imtina ettiği bu hal kul tarafından iki kere yapılır. Tekbir üzerine tekbir alarak şeytani nefse rağmen secde edilir. Topraktan yaratılmış bedenin toprak ile buluşmasıdır. Topraktan yaratılmış Ademden gelmişliğin ve geri toprağa dönüşün bir kabulüdür secde hali. Yine bu hal; Allahu Teâlâ'nın indinden gelen tüm emir ve nehiylerin imanlı bir kabulüdür. Ve tahiyyat sanki lailaheillallah'ın hemen akabinde tevhid için zaruri olan Muhammedurrasulullah gibidir. Rahman'a övgüden sonra Resulullah(s.a.v) efendimize Selat ve Selam okunarak tüm nebi ve salihlere selam edilerek son bir kere daha şehadetle tüm söylenilen ve kabullenilen ifadelerin ağzı mühürlenir. Bu mübarek duâdan sonra Tevhidin babası Hz. İbrahim (a.s)' de unutulmayarak anılır. Hz. İbrahim(a.s)'a verilmiş şereflik ve bereket gibi Hz. Muhammed (s.a.v)'in ve ailesininde şeref ve bereketinin artması için dua edilir. Tevhid üzerine tevhid kokan bu mübarek dualarla dünya ve ahiret dengesini öğreten anaya, babaya ve tüm mü'minlere rahmet dilenir. Sonra sağdaki ve soldaki meleklere mü'min cin ve insanlara selam verilerek, sağdan soldan medet ummadan selamın ve bereketin ancak Allahu Teâlâ'dan geleceğini ifade ederek mü'min ehli tevhid olarak namazını pratik hayata aktarmak üzere mihrabtan ayrılır. Sıra, dışarıda tekbir, kıyam, kıraat, rukü, secde, tahiyyat ve selam hali için sayy etme zamanına gelmiştir. İşte şimdi namaz dinin taşıyıcısı olabilecektir. Yoksa "vay o namaz kılanların haline" (Maun/ 5) ayeti ile muhatap olmak Allah muhafaza etsin her an mümkündür.
Başta da belirttiğimiz gibi namazın niçinlerine bakıldığı zaman hikmeti daha iyi anlaşılacak ve diğer farzlarla, emir ve nehiylerle bağlantısı daha net anlaşılacak, direkliği yerine oturacaktır. Namazın şuuruna erildiği an atom tesiri yapıp diğer amellerle tesir gücü artıp büyük bir inkişaf ve inkılab haline dönüşecektir. Namazda yeme ve içmenin haramlığı oruçta yeme ve içmenin haramlığına ilişiktir. Namazın vakit şartı yine orucun vakit şartı ile ilişiktir. İlişik öğretiler zinciri mü'mine haramlardan uzaklaşabilme tekamülüne vardırdığı gibi yeri geldiğinde helallerden dahi uzak kalıp israf batağına girmemeyi de öğretecektir. Namaz başlarken aldığı tahrim tekbiri ile, tavafta Hacerül Esved'i istilam tekbirini hatırlayacak ve namazını Kabe'nin yanı başında bir hacı adayı huşusu ile kılacaktır. Tahrim tekbiri ile ihramlı olduğunu hatırlayacak namazda ve namaz dışında bir ihramlı gibi hareket edercesine Rabbi'nin haramlarından uzak duracaktır.
Yine namazıyla birlikte kıraat ettiği Kitabı Kerim de namazla peş peşe sıkça vurgulanan "namazı kılın zekatı verin" emri ilahisi mü'minde hep yaşanır olacaktır. Namazla değerlendirdiği vaktinin sanki 24 saatin kırkta birini ödüyormuş tefekkürü ile huşusuna huşu katacaktır. Kitap'ta ve Sünnet'te namaz ile zekat üzerinde niçin bu kadar durulduğunu tefekkür edecek namaz ve zekatın birbirine yakınlığını keşfetmeye çalışacaktır. Zekatın Kur'ân'da kimi alimlere göre Bakara sûresinin başında namazın hemen yanında infak adı altında zikredildiğini görecek, Kur'ân'ın ortalarında "namazı kılın, zekatı verin" ayetlerini kıraat edecek ve Kur'ân'ın son kısımlarında hayret verici bir başlık altında Maun sûresinde görecektir. " 1- Dini yalanlayanı gördün mü? 2- İşte o, öksüzü iter, kakar. 3- Yoksulu doyurmaya önayak olmaz. 4- Vay haline o namaz kılanların ki, 5- kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler. 6- Gösteriş yaparlar onlar, 7- ve maunu sakınırlar (zekatı, sadakayı ve ihtiyaç maddesini vermezler)."
Maun sûresinde namaz, tevhid ve infak yoğun bir şekilde yan yana zikredilmiştir. Namazın tevhid'î, ibadî, siyasî, ahlaki, içtimaî şuuruna eremeyenlerin namaz kıldığı halde din gününü yalanlayanlardan ahlakî olarak uzaklaşamadığını açıkça beyan eden ayetler ahiret korkusu taşıyan mü'minlerde endişe doğuracaktır. Namazın dinin direği olduğu gibi zekat, sadaka ve nafakanın da toplumun direği olduğuna işaret edilerek dini yalanlayan kafirle, dini yalanlamayan gözüküp, üstüne üstlük namaz dahi kılanın yine de kurtuluşa eremeyeceğini ifade eden bu sure, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir sûredir. Tevafuk-u ilahi neticesinde avamın "namaz sûreleri" arasında yer almasına rağmen halk nezdinde mana ve tefsir olarak bihaber olunan Maun sûresini tanıyıp bilmeye bu günlerde ne kadarda muhtacız. Ehli tevhid ve ehli namaz olmanın üçüncü sac ayağını ehli infâk olmaya bağlayan Maun sûresi ayetleri mü'minlere çokça mesaj vericidir. Hem Mü' min olacaksın hem namaz kılacaksın hem de ahlak ve akaid olarak bir kafirden farkın olmayacak! İnsanların fakir ve cahil bırakılmasına göz yumacaksın, yetime merhamet etmeyeceksin en ufak bir ihtiyaç maddesini dahi esirgeyeceksin hem de tevhidin bedenî ve ruhî yansıması namazı kılacaksın, namazın sonunda sağındaki ve solundakilere esenlik, selamet dileyeceksin sonra burnunun dibindeki yetimi, yoksulu, ihtiyaç sahibi insanı görmeyeceksin öyle mi? işçinin emeğini alınterini sömüreceksin, firavunlardan tek farkın hanımının "tesettür mayoyla(!)" denize girmesi olacak, Filistin, Irak, Çeçenistan'ı deniz kenarındaki otelin terasından seyredeceksin, sevgili arabanı garajına koymadan rahat uyuyamayacaksın, ama işin gereği bir resmi daireye giderken imanını sokağa bırakıp gireceksin sonrada transparan takkenle mihraba durduğunun farkında olmadan, ne olduğunu ne yaptığını bilmeden aç, sefil, miskin, mazlum insanların yaşadığı coğrafyanın üzerinden uçarak bilmem kaçıncı umrene gidip zühd ve takvanın imamı Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)'i güya ziyaret edeceksin. Zenci ama özgür Hacer annemizin ayaklarının yanarak sayy ettiği beldede istilam tekbirleriyle tahrime tekbirlerini peşi sıra alacaksın ve bu tutarsızlıkların adını din koyacaksın öyle mi? Rükusunda ve secdesinde kalbindeki imanın basıncını beynine kadar hisseden bir mü'min nasıl olurda merhamet damarlarının tıkandığını anlayamaz. Nasıl olurda müsrif kafirlerin hayatına benzer bir hayat yaşayabilir. Nijer'deki Bilali Habeşi torunlarına duyarsız kalabilir. Namazda iftitah tekbirinde Rabbi'ni büyükleyerek, rükusu ve secdesinde tevhidini oluşturamayanlar, tahiyyatında önder olarak Hz. Muhammed (s.a.v)'i benimsemeyenler selamda sağa sola boş boş bakmaktan başka bir şey yapmayacaktır. İnsanların maddî ihtiyaçlarını zekat, sadaka ve nafâka gibi değerlerle kapatamayacaklardır. Yine insanların manevî ihtiyaçlarını ilimlerinden, irfanlarından bir kısmını harcayarak gideremeyeceklerdir. Bu tipler dini afyonlaştıran ve afyonlaştırmaya çalışan tiplerdir. Sözde dindar kimliği firavunların çarkını döndürmekten başka bir işe yaramayan namazlı namazsızların ve varlıklı infaksızların vay haline!