Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça'da “müdâhene” kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir. Kur’an tâbiri olarak “hakka bâtılı karıştırmak”, “müdâhene”, “tâviz” ve “uzlaşma” kavramları aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İkiyüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılığı önemsememek ve İslâm dışı düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları; mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü'minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.
Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid'at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah'ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenab-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan ve âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir (26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.).
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!
Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm'ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah'a gerektiği gibi kulluk yapmak, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm'ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
Kur'an'ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
Kur'an'da Allah, İslâmî tebliğ ve faâliyetin güçlenmeye başladığı dönemlerde müşriklerin mü'minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm'ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur'an, Rasûlullah'ın şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır. "(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).” (68/Kalem, 8-16). Müşriklerin, Rasûlullah’tan tevhid mücâdelesinde tâviz verip uzlaşma içinde olması yönünde istekleriyle ilgili olarak bu âyetler nâzil olmuştur. Etkili çevreler siyasal güçlerini kullanarak, yetkili güçler egemenliklerini perçinlemek için, para babaları paralarıyla her şeyi satın alabileceklerini düşünerek ve bu sınıfların tümü müstaz’af halkın kanına ve canına yapışan saldırgan pençelerinin koparılacağını düşündüklerinden hak dâvâ eri tevhid önderlerine ya baskı yapmış veya uzlaşmaya zorlamışlardır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 9)
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” (4/Nisâ, 89); “(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsrâ. 73-75); “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (18/Kehf, 28); “De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/kulluk edecek değilim. Evet, siz de benim ibâdet ettiğime kulluk yapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” (109/Kâfirûn, 1-6); “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) Bize kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azâbından korkarım.” (10/Yûnus, 15).
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din icat edenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; Kıyâmete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme veya onları tâviz pazarlığına koyma yetkisi yoktur.
Ve Birkaç Hadis-i Şerif: "Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360); "Benden sonra, yakında birtakım sultanlar/yöneticiler peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler." (Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars'dan-); "Ben bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim, hadis no: 151); "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab: 48, bab 52).
Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıt/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibâdet edenleriz." (2/Bakara, 138)
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfığın karakteridir.
Müslümanın, sadece Kendisinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz (2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175), bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, Kendisinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerinden yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurdun yemesinden korkarım” (12/Yusuf, 13) demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurdun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı (12/Yusuf, 17-18).
İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İslâm'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir." (2/Bakara, 256)
İslâm, "lâ (hayır)" kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için "lâ" ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm'ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah'ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah'ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.
Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
Rasûlullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm'a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber'in deli, şâir, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasûlünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasûl'ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru'n-Nedve'ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.
Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında "dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim" teklifi de vardı. Ama Rasûlullah bu tekliflerin tümüne Kur'an'dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler "bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt" diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü "biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız." (28/Kasas, 57) diyorlardı. Zaten Rasûl'ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.
Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibâdet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebû Süfyan, Velid bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek Hz. Peygamber'i şikâyet edip şöyle demişlerdi: "Ey Ebû Tâlib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız." Ebû Tâlib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz'e anlatınca Rasûl-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: "Amca, vallahi, bu dâvâdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücâdeleden geri kalmam." (İbn İshak, Siyer, Akabe Y. s. 257-263)
Hz. Hamza'nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz'in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: "Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tâyin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız." Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur: "Hâ Mîm. (Kur'an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız’. De ki: 'Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!" (41/Fussılet, 1-6)
Bir gün Peygamberimiz Kâbe'yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: "Yâ Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasülü'nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: "Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!" (109/Kâfirûn, 1-6)
İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman İslâm'ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke'de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü'minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur'an'ı ve Allah'ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O'na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.
Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz (33/Ahzâb, 21) önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir'e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasûl-i Ekrem'in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber Efendimiz, "Ben bir müşrikten yardım almam!" diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ediyorum" deyince "o halde yürü!" diye orduya kattı (S. Müslim, hadis no: 151).
Rasûlullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Hâlbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücâdelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm'ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.
İslâm adına verilen mücâdele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasûlullah'ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasûlullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâi, Kitab 48, bab 52) diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.
Uzlaşma, Yozlaşmadır; Uzlaşma Kur’an İlkelerinden Uzaklaşmadır
İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun'lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?
Peygamberimiz'e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm'ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm'ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O'nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah'a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius'un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle "ısırıcı krallık" rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah'ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din'e nice bid'at ve hurâfeler girmiştir. Müslümanlık, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden çıkarılarak sapmalarla, nihayet T.C.’nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığına dönüştürülmüştür. Gelinen noktanın Osmanlı'dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm'ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar'ı geçmektedir.
Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah'a aittir. O, dilediğini güçlü kılar (3/Âli İmran, 126). Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, hallüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah'a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O'nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmelidirler ki, "Allah'ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (2/Bakara, 249). Allah'a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki manada güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü'min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah'ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah'ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.
Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.
Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü'minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelizmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir (Hâlbuki Kur'an'dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü'minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır). Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelizm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek "hizmet ediyoruz" derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek; ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızasını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.
Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten Ihvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din'i kuşa benzetmektir. Hak Din'in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm'ı, bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:
a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. "Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol vermez." (4/Nisâ, 141). "İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah'ındır, Rasülü'nün ve mü'minlerindir." (63/Münâfikûn, 8). Ayrıca, tevhid kelimesinin "lâ" ile tanrılık iddia eden Allah'ın dışındakilere "hayır!" la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve "müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız" gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.
b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm'ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm'ın dışına çıkar. İslâm'a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm'ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Hz. Ebûbekir'in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. ("Dinimizde 'İslâm devleti' diye bir kavram yoktur", "en güzel demokrasi İslâm'dır" diye vecizeler(!) döktüren, "başörtüsü teferruattır" diyen ve diploma için kızların başını açması câizdir, diye fetvâ verenlerin kulakları çınlasın.)
c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülmesinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Hz. Âdem'e cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi (20/Tâhâ, 120-121). Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gayet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah'ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiçbir tâviz, Allah'ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah'ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.
d- Ya korktuğu için tâviz verir. "Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü'minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (9/Tevbe, 13) "İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 44)
e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. "O münâfıklar ki, mü'minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet/kudret Allah'ındır." (4/Nisâ, 139)
Evet... Uzlaşma ve tâviz, tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vurur. Ve uzlaşma, karşı çıkılamaz ve değiştirilemez bir kader değildir.
Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Amerikan saç modeli, Amerikan tipi daracık kot pantolonuyla, elindeki Marlboro veya Coca Cola'sıyla Amerika'ya karşı çıkıp kafa tutmak, teoride bile Amerika düşmanı olmak mümkün değildir. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.
Müslümanların nüfuslarının % 99'larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah'ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye, kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm'a hizmet için başını açmakta, nice müslüman genç İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah'a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...
Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla "uyuşma"yı red anlamına geldiği gibi, "uyuşukluğu" da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.
Savaşçı kimliğini kuşanmaktır uzlaşmayı reddetmek. Yakın çevreden başlayarak bütün dünyaya tavır almak, meydan okumaktır. Cihada en azından teorik olarak adım atmak, eylem bilincine ulaşmak, kıyam ateşini tutuşturmaktır. Gemileri yakmaktır. Arkaya bakmadan sırât-ı müstakim çizgisinde zafere ve/veya cennete doğru koşu için start vermek, yarışı başlatmaktır. Belki imanı tartışılabilecek takvâsız, sıradan bir müslüman olmaktan çıkıp yükselerek; dâvâ adamı, Allah eri, şehâdet âşığı fedâi bir mücâhid tavrı demektir. Onun için yürek ister; hem cesaret, hem de cesaretin beslendiği enerji olan iman ve takvâ anlamında yürek ister; mangal gibi yürek. Mangalda kül bırakmayacak şekilde nutuk atmak, sonra yan gelip yatmakla uzlaşma ve tâviz yolu reddedilmiş olmaz; Sadece ona buna çatılarak nefisler tatmin edilmiş olur. Uzlaşmayı red, köleliği reddir, rahatı terk etmektir, zenginliği reddetmektir, yatakta ölmeyi düşünmemektir. Eyleme, cihada, direnişe, sabra, takvâya, uykusuzluğa, açlığa, -tabii kahramanlığa ve şehidliğe- giden yola aşkla, sevdayla koyulmaktır.
Uzlaşmanın en uç noktasını, bir zamanlar T.C.'nin en üst noktasını işgal eden kişi dillendiriyordu: "230 civarındaki ahkâm âyetini laik anlayış çerçevesinde yorumlamanın yolu bulunmalı." Uzlaşmayı reddeden cephenin bu konudaki sözü ve tavrı sorgulanmalıdır bu sözü söyleyenden önce. Bu ahkâm âyetleri yok sayılamayacaksa ve laik anlayış doğrultusunda tahrif edilerek yorumlanamayacaksa, ya da ketm edilerek gündemden çıkarılamayacaksa... Evet, öyleyse...
Uzlaşmaya karşı çıkmak, hayalî düşmanla savaşan Donkişot'luk değil; put kıran İbrahim'liktir. İbrahim, "tek başına bir ümmetti." (16/Nahl, 120). Bugün İbrahim imanı ve gözü pekliğine sahip olmayanlar, "ümmetin tek İbrahim olması"na çalışmalılar. Allah’la beraber olana, O’nun yardım ettiği kimseye kim zarar verebilir ki?! Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Direniş; iman, cihad ve sabır gibi altyapıya gerek duyduğu kadar, fikir ve yardım desteğiyle teşkilât ve harekete, psikolojik ve dua desteğiyle ümmete de ihtiyaç duyar. "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3/Âl-i İmran, 104)
Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Mü'min nasıl olur da Kur'an'ın "neces (pislik)" (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü'min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A'râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir?
Mü'min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah'ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah'a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?
Evet... Her sistem tâviz verebilir, başka sistemlerle uzlaşabilir, ama İslâm asla! Her insan, dâvâsından tâviz verebilir, başka dâvâlarla uzlaşabilir, ama müslüman asla! Her bâtıl, başka bâtıllarla kaynaşabilir, uyuşabilir, ama hak vasfını kaybetmeden hak asla!
Şirkle “Uzlaşma”, “Yozlaşma”nın Ana Sebebidir
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgale uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Giderek belirginleşen toplumsal yozlaşma olgusunu ortaya çıkaran faktörleri ana hatlarıyla üçe ayırarak değerlendirebiliriz:
1- Tarihten gelen problemler. Miras alınan din anlayışında yer yer geleneksel sapma ve yozlaşmalardan dolayı, din adına sahip çıkılan değerler ve yaşanılan hayat, Kitap ve Sünnetin istediği İslâm’la her noktada çakışmadığından bu konuları hakkıyla araştırmayan müslümanların iyi niyetle de olsa bid’at, hurâfe ve hatta şirk unsurlarına İslâm diye sarılmaları…
2- Modernizmin ve modern hayatın problemleri. Çağdaş ideolojilerin ve müslümanları da çepeçevre kuşatan, bazı konularda dine müdâhale edip yönlendiren veya gerçek dinin sosyal hayata, kamusal alana yönelik yansımalarını yasaklayan devlet düzenlerinin problemi. Batı kafasıyla, müsteşrik zihniyetiyle İslâm’a bakan, geleneksel çizgiye karşı çıkarken yerine ondan daha beter tezler öneren biraz laik, biraz demokrat, biraz özgürlükçü, biraz düzenci, biraz kolaylaştırıcı, biraz diyalogçu, biraz pragmatist din anlayışı. Teknolojinin, medyanın, eğitim kurumlarının, israfa dayalı modern yaşama biçiminin, dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin, aşırı özgürlükçü yaklaşımın, bireyselliğin… müslümanlara sıçrattığı olumsuz etkiler.
3- Çok sağlam ve köklü bir imana sahip ol(a)mamanın etkisiyle, bedel isteyen konular başta olmak üzere dinden tâviz vermek, görevlerini ihmal etmek, ibâdetlere gevşek davranmak, ahlâkî dejenerasyondan kurtulamamak, cemaatleşememek, ümmet bilincinden uzak olmak, cihad ruhunu kaybetmek gibi müslümanların dâhilî problemleri.
Bütün bu üç problemin özünde, dinin özü olan tevhidin geri planlara itilmesi sorunu göze çarpmaktadır. O öz kaybolunca veya en azından gölgelenip ihmal edilince ondan boşalan yeri bu üç maddedeki olumsuzlukların tümü ya da bir kısmının doldurması hiç de sürpriz olmayacaktır. O öz kaybolduğu için “Kitabım!” dediği Kur’an’la ilişkisini sıfıra yaklaştıran ve Kur’an’dan daha fazla başka kitapların veya Kitap’sızların yönlendirmesine râzı olan bir müslüman tipi oluşmuş, haramlardan, hatta şirkten daha fazla yasal yasaktan veya ayıptan korkan, ama “elhamdü lillâh müslümanım” demeye devam eden bir karakter ortaya çıkmıştır.
Toplumu yozlaştıran farklı faktörlerin en önemlisi, tevhidî anlayışın bozulması, yozlaşması ve şirk kültürleriyle sentezlenmesidir. Bazı Müslümanımsı tipler de birlikte oldukları müşriklerden yararlanabilmek için akılları sıra “takıyye” yapmaktadırlar(!) Düşmanlarını kazanamadıkları gibi, gerçek dostlarını da kaybeden bu tipler, Kur’an’ın cevaz verdiği takıyye ile tâviz ve uzlaşmayı ayır(a)mamış ve netice olarak hak ile bâtılı birbirine karıştırmışlardır.
Bugünkü yozlaşmada en önemli etken, siyasî zulümdür. Tâğûtî zihniyetler, tarih boyunca hak dini kendi çıkarlarına düşman gördüklerinden onunla ya savaşarak veya onu içten etkisizleştirerek kendi egemenliklerini sürdürmek istemişlerdir. Her çeşit inkârcı ve müşrikler tâğut yolunda savaşırlarken, mü’minlerin Allah yolunda savaşma görevinden (bak. 4/Nisâ, 76) uzaklaşması bugünkü zillet ve yozlaşmayı neticelendirmiştir. Bir örnek verirsek, vahyi reddederek Allah’ı bilime karıştırmayan günümüz câhiliye eğitim sistemleri, bilimi putlaştırmış ve câhil/müşrik insan yetiştirmeyi ana hedef görmüştür. Bugün okullarda öğretilen mecburî Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ile ve câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan anlayışla resmî ve sahte bir din dayatılmak isteniyor. Bu sahte dinle, insanlar ancak gerçek dine, tevhide düşman olabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi tâğutların, bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak, terörize etmek. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek. Bu amaca büyük oranda ulaşılmadı demek zor.
Bilindiği gibi “laiklik”, Batı kökenli bir kelime… Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok Batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda… Laikliği Batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 1923’den beri bunun yolu aranıyor. Laiklik, çok dinlilik demektir. Dünyayı Allah’la yönetici arasında paylaştırmak; Sezar’ın (Sezer’in de diyebilirsiniz) Allah’ın hakkı gibi hakka sahip olduğunu kabul edip iki ilah edinmektir. Allah’ın hakkı ile tâğut Sezar’ların hakkı çatışırsa, birinin yasak dediğini diğeri emrederse, Sezar’lara uymak demektir laiklik. Yani eski Arap müşrikleri, kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye puta taptıklarını söylerlerken (39/Zümer, 3), günümüz müşrikleri düzenlerini devam ettirmek için ve o oranda, yani putlarına yaklaştırsın, düzenleri zarar görmesin diye Allah’a inandıklarını söyleme durumundalar. Dini belirli bir mekâna (kiliseye, câmiye) ve belirli bir zaman dilimine (Pazar veya Cumaya, kandil/lamba gecelerine) ve belirli ritüellere (âyin ve namaz gibi) hapsederek onun toplumsal ve siyasal isteklerini reddetmek demektir laiklik. Allah’a (hâşâ): “Sen bizim sokağımıza, kıyafetimize, okulumuza, mahkememize, meclisimize, kanunlarımıza… karışamazsın. Sen sadece namaza, cenaze namazına, evlere ve düzene ters düşmemek kaydıyla camilere karışabilirsin!” demektir. Okullara zorunlu din dersi koyanların maksatları, Allah’ın dini İslâm’ı yaymak ve güçlendirmek değil; dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek, halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek ve kitabın sadece saygı duyulan ama anlaşılması için okunulmayan bir kitap haline getirmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Dinin tâğutî bir devlete uyması, ona yardımcı olması için kuşa benzetilmesi, tahrif edilmesi gerekiyordu. Bu da, geleneğin hurâfeci katkısı, rejimin resmî görevlileri ve düzenin ilke ve yasalarıyla yerine getirilmişti. Atmalar ve katmalarla din, Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu İslâm’ın özünden tümüyle farklı olsa da, halk için bu kadarı da yeter görülüyor, halkın çoğu, sofra duâsında bile “devâm-ı devlet” diye dua ediyor ve fırsat bulduğu her an, “Allah devlete zeval vermesin” diyordu. Bu duâların dışında, fiilî duâ olarak düzenin devamı için ne gerekiyorsa onu yapıyor; oy gerekiyorsa oy veriyor, kan ve can gerekiyorsa onu da vermekten kaçınmıyordu. Dilipak’ın da dediği gibi, Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi, hatta dinsiz gibi yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; ama yaşarken Sezar’lara, tâğut adlı sahte tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Müslümanlara gelince… Referans alınacak temel kaynakların, bu kaynaklara yaklaşım tarzının, örnek ve model şahsın, zannedilenin aksine hiç de aynı olmadığını görüyoruz. Bundan dolayı da, insanımızın sahih inançtan ve dolayısıyla her güzel şeyden tâviz vermesinin, yani yozlaşmasının birçok sebebi olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşadığımız Çağ, Bilgi Çağı Değil; Bilgi Kirliliği Çağıdır
Günümüzün Modern Yaşam Biçiminde İnsanların Beyni Çöp Kutusuna Döndü Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için de gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına -insan istemese bile- depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Beyinle kalp arasında sanıldığından fazla irtibat vardır. Kur’an, aklı kullanıp düşünmenin mekanik beyinle değil; İmanın yönlendirdiği kalple olabileceğini ısrarla vurgular. Bilinmesi gerekenlerin başında gelen “Allah”ı hakkıyla bilemeyen veya bildiğini sadece O’na kullukla isbat edemeyenlere düşünmeyen câhil der Kur’an. Ve bu câhillik; beyin, gönül ve diğer organların fıtrat istikametinde görevlerini yapmaması demektir.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
İslâm’ı birinci elden Kur’an’dan öğrenmeyen, Kur’an’ı mehcur bırakan halk, bid’at ve hurâfeleri din kabul edip en temel esas olan tevhidi, inanç ve yaşayışından uzaklaştırmıştır, bunun temel sebebi yine câhilliktir.
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaati ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.
Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36)
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
Bir taraftan geçim sıkıntısı ve bunu gidermeyi en önemli dert olarak görmenin; diğer yandan dünyevîleşme, lüks ve rahata düşkünlüğün de Müslümanların yozlaşmasında büyük katkısı vardır.
İlâhî emir ve yasakları önemsemeyiş, tekliflerden kaçınma, “nasıl olsa Allah bizi affeder; iman ayrı, amel ayrı; amelleri terk eden nasıl olsa kâfir olmaz” deyip modern mürcie anlayışını savunmak, ittiba şirkini fark etmemek.
Tasavvuf felsefesi, kabuğuna çekilip pasif tepki tarzında mistik yaşayış, eski Türk dinlerinin kalıntı ve mirası, câhilî örf ve âdetler, Kur’an kavramlarının zorlama tevillerle tahrif ve dejenere edilmesi de bu hususta hemen söylenebilecek problemler.
Mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
Çevre şartlarının bozukluğu. Görsel ve yazılı basın, resmî kurumlar ve özellikle okullar, özenti şeklinde yayılan kapitalistçe yaşam tarzı, kâfirleri sevmek, onlara dostluk ve Batıya hayranlık.
Ayrıca kimliksizlik ya da çok kimliklilik tarzında şahsiyet problemi. Aşağılık duygusu veya tam tersi kibir, gurur, istiğnâ hissi.
Bilgi kirliliği, gereksiz tartışmalar, gıybet ve mâlâyanilik sevgisi.
Her şeyden önemli problem olarak şirk koşmak, endâd edinmek, herhangi bir şeyi/kişiyi Allah’ı sever gibi sevmek ya da Allah’tan korkar gibi ondan korkmak.
Müzik, futbol vb. uyutucu ve uyuşturucuların tiryakisi olmak.
Tevhidi sadece rubûbiyet ya da siyasal boyutuyla kavrayıp diğer yansımalarını görmemek; ulûhiyet tevhidini, tevhidin bireysel, ahlâkî, sosyal, eğitim ve her çeşit hayatla bağlantısını yok saymak, tevhidi bile parçalamak.
Bütün bunlar, insanımızın yozlaşma faktörleri hakkında hemen sayabileceğimiz şeyler.
İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, tv. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse, tabii her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye dönüşecek; fitne de toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacak kimse bile kalmayacaktır.
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa isyan öne çıkmış olur. Bazı insanlar övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı, ibâdetleri ihmal gibi kötü alışkanlıkları açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.
Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı (2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36) gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Mutlak itaat edilecek mercî olarak, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
Allah’a İtaat, İmanın Test Edilmesidir
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur (4/Nisâ, 14). Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle “ısırıcı krallık” rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah’ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din’e nice bid’at ve hurâfeler girmiştir. Müslümanlık, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden çıkarılarak sapmalarla, nihayet T.C.’nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığına dönüştürülmüştür. Gelinen noktanın Osmanlı’dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm’ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” (2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini, “Din”i (Müslümanlığı) olmayanın da aklı yoktur. “…(Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” (10/Yûnus, 100)
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. Bu mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
Müslüman halkın ve özellikle onlara yön veren önderlerin, âlimlerin, değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir.
Kur’ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin birbirine çokça benzediğini söyleyebiliriz. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. Dinin aslını Kur’ân-ı Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin aslı” konumuna getirmişlerdir.
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat, hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir. Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atin kabul ve uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Tahrifin ve hurâfeciliğin yaygınlaşmasının bir sebebi de siyasal etkenlerdir. Bu da, yine bâtıl zihniyetlerin yönetim anlayışlarını aynen almak ve Allah’ın hükmü yerine, bâtıl yönetimin her çeşit kurallarına mutlak bir şekilde uymak şeklinde olmaktadır. Bâtıl yönetime ve zâlim tâğutlara itaat için hak din en önemli engel olduğu için din, uydurma te’villerle tahrif edilmeye çalışılacak veya hak gizlenecektir. Hakkın râzı olduğu din, halkın ve tâğutların râzı olacağı şekilde çarpıtılacaktır ki, bu da dine bid’at ve hurâfeler, hatta açıkça şirk unsurları katılsın. Bazı hakikatlerin örtbas edilip yok sayılması, bazı bâtıllara hak maskesi takılması Allah’tan çok başka güçleri memnun etmek ya da Allah’tan daha fazla başka güçlerden korkmak yüzünden yapılmaktadır. İşte dine bu müdâhele, atma ve katma, tahrif kavramıyla ilgilidir ve hak dine en büyük ihânettir.
Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyât değil; adı İsrâiliyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyâttır. İsrâiliyât, bizce “tahrif kültürü”nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, “İsrâiliyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin İsrâiliyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı.
Bugünün en tehlikeli İsrâiliyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Sosyalizm, kapitalizm ve Kemalizm birer İsrâiliyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden İsrâiliyâttır. Aslında sekreter seçimi olduğu halde, yöneticilerin halk tarafından seçildiği zannı verilen ve tâğutî düzeni yönetecek tâğutları işbaşına getirmek anlamında demokrasi de, en büyük İsrâiliyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde edilen yozlaşma ve tuğyanlardır. Bu gibi düşünce şirklerine fetvâ tedârik etmekle görevlendirilen resmî din adamları tâifesiyle Kur’an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdi din adamları arasında büyük bir benzerlik vardır.
Laisizm, son moda İsrâiliyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laiklik sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar. Laiklik felsefesi, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir “hıristiyanlaşma”dır.
Müslümanların gerileyişi, tarih yorumcuları tarafından birçok nedenlere bağlanır. Aslında bu nedenlerin arka planında bulunan birinci derecede temel neden; tevhidî anlayışın bozulması, yozlaşması ve şirk kültürleri ve tâğûtî yönetimle sentezlenmesidir.
Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek, dilin bir ucundan olur. Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar “müslümanım!” diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın (İran dışında) korkutmaya yetecek pek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa), diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları, en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurmaya çalışsanız bile, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Dinin Özü Tevhiddir; Başlangıç ve Son Noktamız Tevhidî İlkelerdir
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler…” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatında ve tebliğinde hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” (4/Nisâ, 136)
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici… olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bak. 33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!” (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan; inanç, düşünce, eylem, dâvet gibi her konuda daima tevhide muhtaçtır.
Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.
Tevhidden kopuk bu huzursuz, bilinçsiz, amaçsız yaşayışın tehlikeleri ve dehşetli sonuçları, ödül ve ceza yeri olan âhirette verileceği halde, avans cinsinden dünyada da görülüyor. Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şâhit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler, kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi… Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bir de tevhidle hiçbir bağı kalmamış bugünkü neslin elinde yetişecek yarınki nesli düşünün; bundan daha büyük dehşet mi olur? Bunca İslâm düşmanlığına ve şirkin egemenliğini tercih edenlere, alnı secde görmemiş milyonlara rağmen, bazıları zannediyor ki, toplumun % 99’u müslüman, ama amel etmeyen günahkâr müslüman! Acaba?
Bu korkunç gidişin kurbanı olmaktan kurtulmanın tek çaresi; tüm câhilî anlayışlardan, her türlü şirk sembollerinden, tâğutî yönetim biçimlerinden, kâfirâne yaklaşım ve düşüncelerden tamamen arınarak Tevhid’e dönmektir. Çünkü sağlam, sarsılmaz, köklü ve evrensel imanın temel taşı tevhiddir. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir (2/Bakara, 44). Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil (103/Asr, 1-3).
Nereden başlamalıyız? Kur’an’ın, Peygamber’in başladığı yerden başlamalıyız. Din “lâ” diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız. Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için kayıtsız şartsız Yaratıcıya itaatten başka çözüm yoktur.
Müslümanların, emredildikleri şekilde dosdoğru kulluk yapmaları, Müslüman gibi Müslüman olmaları için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. “Ey iman edenler iman edin…” (4/Nisâ, 136). İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (3/Âl-i İmrân, 102). Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız. Bu gayreti gösterenlere selâm olsun!