The Economist dergisinin Avrupa editörü John Peet'in Türkiye izlenimleri:
İstanbul her bakımdan dünya klasmanında tarihi bir şehir. Önce Bizans, daha sonra Konstantinapol olarak, İstanbul Doğu'da daha uzun süre ayakta kalan Roma İmparatorluğu'nun başkentiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olunca Babıâli adını aldı ve İslam halifeliğinin merkezi haline geldi. Atatürk Havaalanı'ndan şehre girerken, görkemle masmavi denizin üzerinde yükselen minare ormanının içine dalmadan önce Konstantin'in kalın surlarının yanından geçiyorsunuz.
Buna rağmen İstanbul geçmişten kalma ölü bir şehir de değil. 10 milyonluk nüfusuyla Avrupa'nın en büyük ve en hızlı büyüyen kenti konumunda. Boğaz'a ve Haliç'e akan gürültülü, trafik yorgunu kalabalık sokaklarda inanılmaz bir hareketlilik var. Türkiye'yi içine çeken ve benim ziyaretime vesile olan son dönemdeki krizin izi yok denecek kadar az.
Kriz, Osmanlı hanedanlığını ve halifeliğini 1920'lerde ortadan kaldırarak başkenti Ankara'ya taşıyan modern Türkiye'nin babası Atatürk'ün laik mirası üzerinden patlak verdi. Türkler, laik mirası ordu tarafından kıskançlıkla korunan Atatürk'ü saygıyla anıyor. Bir ay önce, ordu, hükümetin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı adayı göstermesini eleştiren ve dolaylı askeri darbe tehdidi içeren bir bildiri yayımladı.
Demokrasiyle kumar oynuyorlar Ordu, İslami kökenlerinden dolayı Tayyip Erdoğan'ın liderliğini yaptığı AKP hükümetinden hiçbir zaman hoşlanmadı. Gül'ün en büyük kabahati, eşinin kamuya ait binalarda giyilmesi yasak olan türbanı takmasıydı. Bunu takip eden çatışmalar ve mahkeme kararları sürecinin ayrıntıları sıkıcı tartışma konuları, ama sürecin sonunda gelinen noktada bir cumhurbaşkanı seçilemedi ve Türkiye şimdi temmuzdaki genel seçimlere hazırlanıyor.
2002'deki büyük çoğunluğa ulaşamasa bile seçimleri yine AKP kazanacak gibi görünüyor. Parti seçimlerden sonra yeniden ılımlı İslamcı bir ismi cumhurbaşkanlığına getirmeyi deneyebilir. Yani olası bir ordu müdahalesi tehdidi uzun bir darbe tarihine sahip Türkiye'nin üzerinde hâlâ asılı duruyor.
Belki İstanbul'un dünyevi seçkinlerinin böyle beceriksiz askeri tehditlerden yakınmasını ve istikrarlı bir biçimde demokrasiyi desteklemesini ümit edebilirsiniz. Ancak, Galata'daki bir meslektaşın evinde düzenlenen mükellef akşam yemeğinde bir araya gelen gazeteci, eski diplomat ve bankacıların çoğunluğu böyle düşünmüyor. Aksine, açıkça orduya sempati duyuyorlar, Türkiye'de laikliği koruma endişesi içindeler ve AKP'nin ülkeyi yeni bir İran'a dönüştürmeyi amaçlayan gizli İslami bir gündeme sahip olduğundan şüpheleniyorlar.
Müslüman dünyada köktenciliğin nüfuzunu artırdığı bir dönemde, bu tür endişeler anlaşılabilir. Ancak Avrupai bir Batılı için bir askeri darbenin türban giyen bir kadının Ankara'daki cumhurbaşkanlığı konutuna çıkmasına tercih edilebilir olması düşüncesi epey tuhaf. Hakikat şu ki, Türkiye'de laiklik, demokrasiyle ve ülkenin AB'ye katılma ihtimali gibi değerleriyle kumar oynayan farklı bir köktencilik biçimine bürünmüş durumda.
Bu noktada refah ve kentleşmenin rolü söz konusu. Bütün bu çekişmenin ardında sınıf çatışması var. Elitlerin asıl karşı çıktığı, başörtüsü giyen Anadolulu Müslüman köylü kadınlarının İstanbul ve diğer kentlere akını. Ne var ki başka birçok ülkedeki gibi bu, onların birlikte yaşamayı öğrenmek zorunda kalacakları bir durum.
* * *
Ankara'da, Türkiye'nin cazibesiz başkentindeyim. Atatürk yeni başkente dönüştürmeden önce küçük bir kasaba olan bölge, bugün 3 milyondan fazla nüfusuyla tozlu bir metropol. Şehrin dışında parlak yeni bir havaalanı var, fakat hâlâ Londra, Paris veya ABD'den doğrudan sefer yapılmıyor.
Ankara'da siyasi atmosfer temmuz seçimi yaklaştıkça ısınıyor. Meclisin etrafındaki bölge televizyoncularla tıka basa dolu; içerideki vekiller daha geçenlerde yumruklaştı. Laiklik yanlısı bir siyasetçi ısrarla iktidardaki AKP'nin 'bittiğinden' ve seçmenlerin muhalefeti destekleyeceğinden söz edip duruyor.
Öyle mi acaba? Anketler AKP ve karizmatik başbakanı Tayyip Erdoğan'ın 2002'deki yüzde 34'lük oy oranını yüzde 40 civarına yükselttiğini gösteriyor.
Seçmenlerin Erdoğan'a vereceği anlaşılan desteğin bir nedeni, istisnai derecede başarılı beş yıllık bir dönem geçirmiş olmaları. 2002'den önce ülke laik partilerin değişken koalisyonlarıyla idare edilirken bir krizden diğerine koşuyordu. Enflasyon patlıyor, bankalar batıyor ve sık sık IMF'nin kapısına gidiliyordu.
Türkiye'nin ekonomik düzelmesinin temelini 2001'de maliye bakanı Kemal Derviş attı; fakat AKP o temele sıkı sıkıya sarıldı, enflasyon geriledi, tekrar büyüme sağlandı ve AB'den üyelik müzakerelerine başlama ödülü kazanıldı. Erdoğan'ın İslamcı eğilimlerinden ne kadar rahatsızlık duysalar da, en ateşli laiklik yanlıları bile ekonomik ve siyasi gidişatın çarpıcı olduğunu kabul ediyor.
'Laik dinin mabedi'
Laiklik yanlılarının en iyi hissedildiği yer, Atatürk'ün kentin yüksek bir tepesindeki mozolesi. Burada sadece büyük adamın tabutunu ve hayatına dair bir müzeyi değil, ona dair hatıra nesnelerini de bulmak mümkün: Arabaları, sigaraları, hatta üç tane leblebisi. Bir film Atatürk'ün ulusu nasıl kurtardığını, ardından şahsen eğitip modernleştirdiğini anlatıyor. Atmosfer şevki itibarıyla neredeyse dinsel: Mecazen söylersek, adeta laik dinin mabedi.
Modern Türkiye'nin Atatürk'e çok şey borçlu olduğu açık. O ortaya çıkmasaydı ülke 1918-1919'da müttefikler tarafından bir çırpıda parçalara ayrılacaktı. Ancak bugün Atatürk'ün ilişkilendirildiği kutsallıkta ürpertici bir şeyler var. En hafif tarafından anısına saygısızlık edilmesi suç sayılıyor. Laikler ve kamuoyunun büyük bölümü tarafından orduya kutsal bilge muamelesi yapılması da onun sayesinde.
Ancak Türk ordusunun insan haklarına saygılı olduğu pek söylenemez, keza demokrasiye de. Kürt asilere karşı uzun ve zorlu bir savaş yürütmesinin ötesinde ordunun kendisini eleştirenlere alışıldık tepkisi onları susturmaya çalışmak yönünde.
Yıllar boyunca generaller Türkiye'nin AB üyeliği hedefini destekledi, zira bunu Atatürk'ün hayalinin nihayet gerçekleşmesi olarak görüyorlardı.
Ne var ki şimdi bazıları başka kanıda gibi. AB ifade ve inanç özgürlüğünde, insan haklarında ve ordunun sivil denetim altına girmesinde ısrarın rahatsız edici bir vesilesi konumunda.
Ankara'da Türkiye'nin AB üyeliği arzusunun, Fransa, Avusturya ve Almanya'dan yükselen muhalefetten dolayı bitebileceğinden dem vuruluyor. Fakat bu noktada Atatürkçülükle ilgili bir başka paradoks söz konusu. Ordu kendisini Atatürk'ün mirasının muhafızı sayıyor. Fakat Türkiye AB'ye üye olarak gerçek modernleşmeye ulaşacaksa, ordunun özel statüsünü yitirmesi gerek. Ve bu yüzden de, laiklerin öne sürdüğünün aksine, benim vardığım sonuç şu: Son tahlilde doğru sonuç, bir başka AKP zaferi olacak. (30 Mayıs 2007)
Radikal