Başbakan Ahmed Davudoğlu bir akademisyen olarak siyasette yenidir. Şunun şurasında 5 yılı geçmez, politikada aktif rol alışı.. Onun için de siyaset dilini henüz tam olarak özümleyememiş olması normal karşılanmalıdır. Davudoğlu, kapalı mekanlarda, daha sınırlı dinleyiciler karşısında, öğrencilerine ders anlatan bir akademisyen havasında ve dolu dolu konuşurken, kitleler huzurunda daha çok hamâset diline ağırlık veriyor.
Ama, bu hamâset dilini iyi ayarladığı söylenemez.
Çünkü, bu konuşmalar sırasında gittiği her yerde, hitab ettiği her toplum kesimine ve o mıntıkanın, o şehrin, o coğrafyanın tarihî, kültürel ve manevî dinamiklerine işaret etmek dikkatini bazan, o hamâsetin kaçınılmaz gereği olarak abartılı ve ilgisiz alanlara taşırıyor ve ses tonunu bile ayarlayamadığı için, Devlet Bahçeli’nin konuşmalarında hiç gereksiz yerde yüksek sesle ve bağırarak konuşması gibi bir ilginçlik sergiliyor.
Konya’ya gidiyor, -haydi orası anlaşılabilir-, hemşehrilik duygularına ağırlık veriyor.
Kırşehir’e gidiyor, esnaf teşkilatlarının Ahi Evran Şenlikleri’ne törenlerine katılıyor, ’Türkiye Cumhuriyeti bir âhilik devletidir..’ diyor. Bu bir temenni olarak dile getirilebilir, ama, bugünkü mevcud durumun Ahi Evran geleneğiyle örtüşen ne gibi bir gerçekliği vardır?
Öte yandan, Davudoğlu, iki yıl önce vefat eden türkücü Neşet Ertaş’a övgülerde bulunurken de övgü diline ağırlık veriyordu.
Davudoğlu’nun hele de Samsun’a gittikten sonra, ’Samsun’da yakılan meş’aleyi anlamayan bizi anlayamaz..’ diye nutuk irad etmesi ve bir yanlış anlama olmaması için olmalı, bu meş’alenin M. Kemal’in tutuşturduğu meş’ale olduğuna dikkati çekmesi hiçbir tarihî gerçeği olmayan, 90 yıllık resmî tarihe paralel bir hamâset edebiyatının yeni bir ürünü idi.. Başbakan, bu konudaki beyanlarını kitle karşısında üç-dört kez de tekrarladı. Umulur ki, bir daha böyle populist, halkın hoşuna gideceği düşünülen, içi boş tavırlar sergilemez..
Üstelik, bizzat Davudoğlu da bilir ki, M. Kemal’in Samsun’a gönderilişi, tamamiyle Sultan Vahdeddin’in bir tasarrufu idi ve yine bizzat kendisinin de belirttiği üzere, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Saray’da Padişah’la görüşür ve Padişah ona, ’Paşa istersen memleketi kurtarabilirsin..’ der ve o da, gereken münasib cevabı verir elbette.. Yine, hatırlanmalı ki, 1922 yılı’ndaki Sakarya Savaşı’nın son demlerine kadar, M. Kemal, ’Hilafetpenahi hazretlerine ve saltanat-ı seniyyeye en kalbî bağlılıklarını’ yeminle dile getiren ve sonra o yemin beyanlarını bir kenara atan kimsedir.
Dahası, bizzat M. Kemal bile, Samsun’a gönderilişini, 1936 yılında, bir akşam sofrasında, ’Yarın nedir, bilin bakalım..’ cinsinden sözkonusu eder sofrasındakilere ve kimse bilemez. O da, Samsun’a gidişinin 17. yıldönümü olduğunun söyler ve hemen o anda, dönemin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya, Şef’ine minnet borcu olarak, hemen ertesi günü bayram ilan eder.. Yani, 17 yıl sonra.. Ve hâlen de sür-git, devam eder bu resmî bayram..
*
Davudoğlu, Kırşehir ve Samsun konuşmalarında ’Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin birbirini takib eden tarih dönemleri olduğunu’ da vurguluyordu. Allah aşkına, Cuimhuriyet’le geçmiş tarih dönemleri arasında ne gibi bir bağ vardı? Cumhuriyet zihniyetinin baş ismi, Osmanlı, Selçuklu ve diğer İslamî geçmişimizi bütünüyle reddeden ve Hititlere, Sümerlere, Moğollara, Hunlara dayanan bir tuhaf tarih teorisi geliştiren kişi değil midir? Yani, Davudoğlu tarih dönemleri arasında bir barışıklık tesis etmek isterken, M. Kemal’in yaptığının tersine, yeni bir tarih teorisi geliştirmeye mecbur mu hissediyor kendisini..
Umulur ki, bu gibi konularda Davudoğlu’na yakınları gereken hatırlatmayı yaparlar ve o da, akademik konuşmalarında olduğu gibi toplum kitleleri karşısındaki konuşmalarında da dolu dolu konuşmaya ağırlık verir.
*
Erdoğan, alışılmış cumhurbaşkanı profillerine, evet, uymuyor.
Tabiatiyle, Davudoğlu veya herhangi birisinin Tayyîb Erdoğan’ın halefi olarak işbaşına gelmesi bir avantajdan ziyade dezavantajdır. Bu bakımdan ondan veya bir başkasından Tayyîb Erdoğan gibi bir hitabet ve belagat kudreti sergilemesi beklenemez. Hattâ, muhalifleri bile kabul ediyor ki, Erdoğan iyi bir hatibdir ve hitab ettiği kitlelerin nabzını iyi tutmayı bilmektedir. Bu bakımdan Davudoğlu’nun onun yerine gelmesiyle siyasî hayatta bir boşluk hissi meydana geleceği beklentisi vardı. Ancak, bu da gerçekleşmedi. Çünkü, makamların el değiştirmesi, ustalıkla ve herhangi bir iç çatışmaya mahal vermeden gerçekleşti. Ayrıca, alışılmış cumhurbaşkanları tiplerinden farklı olacağını söyleyen Tayyîb Erdoğan’ın, yeni makamında henüz bir ay’ı bile dolmamışken, o sözünü gerçekleştirmeye başladığı da görülüyor ve siyaset sahnesinde, Tayyîb Erdoğan, artık uzlete çekilmiş klasik bir cumhurbaşkanı konumunda değil, iç siyaset polemiklerinden biraz uzaklaşmış olsa bile, hemen her konuda görüşlerini açıklayan bir isim olarak devamlı yine sahnede.. Bu durum, halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı olması hasebiyle, tabiî de karşılanmalıdır.
Ama, Erdoğan, bu arada iç siyasette de sert açıklamalar yapmaktan da geri durmuyor.
Nitekim, IŞİD Mes’elesi üzerine, daha bir hafta önce, ’Biz de IŞİD’e karşı oluşturulan uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmeliyiz..’ diyen ve ama, son anda bu görüşünden çark eden CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun bu tutarsızlığına Tayyîb Erdoğan açıkça eleştiri getirmekten de kaçınmadı, haklı olarak..
Keza, Suriye’nin kuzeyindeki Kobani şehri ve civarındaki kürd halkından, bir hafta içinde 170 bine yakın insan perişan vaziyette Türkiye’ye sığınırken, sınırda güvenlik sağlamaya çalışan askerlerin üzerine taş atarak, böylece, çözüm sürecinin aleyhlerine işlemekte olmasından kaynaklanan rahatsızlıklarını topluma yansıtıp yeni gerilim odakları oluşturmak peşinde olduğunu hissettirmeye çalışan HDP m.vekili Aysel Tuğluk gibi isimleri, Erdoğan sert şekilde dile eleştirip, bu hareketi densizlik olarak nitelemekten geri durmadı.
*
Tayyîb Erdoğan, 29 Eylûl günü Yeşilay Cemiyeti’nin düzenlediği Uluslararası Uyuşturucu Politikaları ve Halk Sağlığı Sempozyumu’nda konuşurken, halk arasında, kendi çocuklarını uyuşturuculara kaptırmış nice ailelerin acılarını, ızdırablarını derinden hissettiklerini belirtip, -özet olarak- ’fizik, kimya, tarih gibi derslerin mecburi olarak okutulmasına karşı çıkan yoktur, ama, din kültürü ve ahlâk dersinin okutulmasına karşı çıkılmaktadır. Halbuki, insanın manevî değerlerini maddî varlığının üstüne yerleştirmeyenlerin, uyuşturucu kullanımından yakınmamaları gerekir.. Zorunlu din dersini tartışmaya açarsanız uyuşturucu onun yerini doldurur. Uyuşturucu çetelerinin gençlerimizi ellerimizden almasına özgürlük deyip sessiz mi kalacağız? Kesinlikle hayır.. Gençlerin yasadışı maddeleri kullanmasını tek bir sebeble açıklamak mümkün değil. Ruhî ve maddî sebebler olabiliyor. Dünyanın her yerinde vicdana aid değerlerin tek tek yok olduğunu, bunların yerine paranın konulduğunu görüyoruz. Zengin olmak, insanın mutlu olmasını tek başına sağlamıyor.’’ derken de haklıydı ve halkın diliyle konuşuyordu.
*
Tayyîb Erdoğan’ın dışsiyasetteki tavırları da, protokol icabı olmanın ötesinde..
Nitekim, IŞİD karşısında takınılacak tavır konusunda, Erdoğan’ın sözleri Türkiye’ye geniş bir manevra alanı açmış durumda..
Tabiîdir ki, dünyanın en uzak köşelerinden bir takım güç merkezleri, devletler Ortadoğu’da, müslüman coğrafyalarında cirit atarken ve bölgenin diğer ülkeleri de devredeyken, Türkiye’nin kenarda durması beklenemezdi. Esasen, şimdiden 1 milyon 300 bine yakın Suriye’li sığınmacının Türkiye’de yaşamak zorunda kaldığı bir buhranla ilgili olarak, Türkiye de bir görüş ve tavır sahibi olmalıydı.
Bu bakımdan, Erdoğan bu konuda, BM. Genel Kurulu çalışmaları sırasında, hem Genel Kurul’da yaptığı konuşmada ve hem de Amerikan yetkilileri başta olmak üzere, çeşitli ülkelerin yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde, manevra alanını geniş tutacak bir siyaset izlemiş ve onlara kendi görüşlerini net olarak söylemiş ve onları kendi mantıkları açısından zorda bırakacak sualler sormuştur.
Erdoğan’ın, bu konuda, ’dikleşmeden dik durmak’ prensibini gözetlediği söylenebilir.
Çünkü, IŞİD militanlarının elindeki ve son derece gelişmiş ağır ve etkili silahların bizzat bugün IŞID’a karşı tavır geliştirmeye çalışan Amerika ve diğer devletlerin silah sistematiği olup olmadığını sormuş ve onlar bu durumu kabul etmek veya sessizce geçiştirmek zorunda kalmışlardır.
Erdoğan ayrıca, Türkiye’nin IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyon içinde yer almaya ’Hayır!’ demezken, bir takım ilginç şartlar ileri sürmesi, Amerikan ve ingiliz makamlarını şaşırtmış bulunuyor. Çünkü, Erdoğan’ın ileri sürdüğü şartların kendi gündemlerinde bulunmadığını, ama, onları değerlendirmeye aldıklarını ifade ediyorlar.
Bu arada, Tayyîb Erdoğan, Avrupa ülkelerini "PKK'ya ses çıkarmayıp IŞİD'e, adında İslam var diye savaş açmakla" suçlarken de, diplomatik dilin kurnazlıklarına pek itibar etmiyor ve "Benim ülkemde 32 yıldır devam eden bir PKK terör örgütü vardı. Peki benim ülkemdeki PKK'dan Avrupalı dostlar niçin rahatsız olmadılar? Çünkü PKK isminin önünde İslam yoktu, IŞİD'in vardı.
Bunların derdi başka!
Irak'tan ve Suriye'den Türkiye'ye bir buçuk milyon mülteci müsafirimiz. Bizim medeniyetimiz, bizim inancımız asla buna müsaade etmez. Ey Avrupa senin şefkat kolların yok mu? Sen ne zaman kucak açacaksın bu mazlumlara... Ama, sadece silah göndermesini biliyorsun.’ derken de ilginç bir tavır ortaya koyuyordu.
Evet, Suriye’de üç seneyi aşkın bir süredir, 200 bini aşkın insanın öldürüldüğü ve milyonların göçetmek zorunda kaldığı bir zaman diliminde, Suriye rejiminin cinayetlerine, zulmüne seyirci kalanların, şimdi IŞİD karşısında bir anda hışımla harekete geçmeleri üzerine dikkati çekerken de, haklı değil mi, Erdoğan?
*
’1853-56 /Kırım Savaşı’ günlerinden bir uyarıcı tarihî vak’a ve ’Türkiye, size ihtiyacımız var..’ övgüsü..
Burada hatırlanması gereken bir tarihî vak’a vardır.
1853-56 arasındaki üç yıllık Kırım Savaşı öncesinde, İngiltere ve Fransa, Rusya’ya karşı savaşa hazırlanıyorlar, ama, bu savaşta Osmanlı’nın da kendi yanlarında olmasını çok zarurî görmektedirler.
Osmanlı da Garb’ın Duvel-i Muazzama’sıyla, Büyük Devletler’iyle birlikte hareket etmek gerektiğine karar vermenin eşiğindedir.
O günlerde, Londra’daki Osmanlı sefirinin / elçisinin faytonu caddelerde görülür görülmez, ingiliz gençleri, faytonun atlarının kenara çekerler ve Osmanlı sefirini o fayton içinde, Londra sokaklarında, kendileri saatlerce sevgi gösterileriyle dolaştırırlar.
Kırım Savaşı patladığında ise.. Osmanlı, Rusya’ya karşı savaşır, ama, 20 sene sonra da Rusya, rövanşı almak için, (1293/ 1877-78’deki ) ’93 Harbi’ diye bilinen ve Osmanlı’nın çok ağır yenilgisiyle neticelenen Rus Saldırısı’yla karşı karşıya kalır.
Ama, dış siyasette de Erdoğan dobra dobra konuşurken, ona karşı emperyalist kültür ve siyasetin pîri olan ingilizlerin de ona göre yeni bir tavır geliştirmeleri ve gaz verme çabaları düşündürücüdür. Nitekim, ingiliz Independent gazetesi, ’Irak Şam İslam Devleti' (IŞİD) isimli silahlı mücadele örgütüne yönelik başlatılan operasyonla ilgili olarak 26 Eylûl günü, "Türkiye, sana ihtiyacımız var" (Turkey we need you..) başlığı ve hemen devamındaki, ’artık IŞİD konusunda kaçamak cevablara yer yok’ (There can be no further prevaricating over ISIS) ara-cümlesiyle yayımladığı başyazı üzerinde bu açıdan da bilhassa durulmalıdır.
Çünkü, bu ifade tarzı, küstah bir tavır, emrediyor.. Yani, ’düne kadar rehineleri bahane ediyordun, şimdi o da halloldu, haydi fedaîliğe..’ denilmek isteniyor..
Yazı şöyle devam ediyordu: "Eğer Türkiye operasyona, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bahsettiği siyasî ve askerî desteği verirse, cihadçı örgütü yenme şansı büyük ölçüde artar. Türkiye'nin USA-Arab ittifakına katılmaktaki isteksizliğini anlamak kolay ve Türkiye hükümetini radikallerin gizli sempatizanı olarak göstermek de büyük bir yanlış yorumlama olur. Suriye'deki iç- savaş yüzünden Esed hükümetine duyduğu düşmanlık nedeniyle, Ankara 2011'den bu yana rejim karşıtlarına yardım sağladı. Kaçıp Türkiye'ye sığınan bir milyondan fazla Suriyeli içinde IŞİD'i destekleyenler de var. Bu nedenle Türkiye içinde fiili bir IŞİD varlığı bulunuyor.’
Yazıda, NATO'nun ikinci büyük ordusu olan TSK’nın operasyona katılması halinde, askerî dengenin büyük ölçüde değişeceği, ancak bunun IŞİD'in Türkiye içinde ’kanlı saldırılar’ düzenleme riskini beraberinde getirebileceği de belirtiliyor ve şöyle deniliyor: ’Yine de IŞİD'in ortadan kaldırılması açıkça Türkiye'nin çıkarına olur. Hiçbir ülke vahşeti sınır tanımayan, Ankara gibi laik rejimleri yok etmek isteyen bir örgütün komşusu olmak istemez. IŞİD'in Haziran ayında Musul'daki Türkiye Konsolosluğu'ndan kaçırdığı 49 rehineyi -muhtemelen bir 'esir takası' ile- serbest bırakmasının ardından Erdoğan'ın elleri artık daha özgür.. Şimdi onun için ülkesinin ağırlığını, Türkiye'ye ve tüm bölgeye karşı tehdit oluşturan IŞİD'e karşı verilen mücadeleye koyma zamanı..’
Evet, Suriye’de, bunca yıldır Esed rejiminin diktatörlüğüne karşı verilen savaşta yüzbinler hayatını kaybederken ve yarım asırlık diktatörlüğün korunması için, bütün bir Suriye ülkesi baştan başa harabelere dönüşürken ve de Irak’da yıllardır bitmeyen patlamalarda onbinler can verirken, kılları kıpırdamayanlar şimdi IŞİD sözkonusu olunca niye hemen hışımlandılar?
Çünkü, Amerikan Başkanı Obama’nın ve İng. Başbakanı Cameron’un açık beyanlarıyla, ’kendi ulusal menfaatleri gerektirmediği müddetçe, silah kullanmayacaklardır.’
Tayyîb Erdoğan’ın tarihteki o gibi pohpohlama ve gaz verme oyunlarına gelmiyeceği umulur.
Nitekim, B. Amerika, İngiltere, Fransa ve hattâ Almanya, Türkiye’ye rol biçerken, o, daha şimdiden, şartlarını ileri sürmekte ve ’Türkiye- Suriye sınırında ve gerekirse, Irak sınırında da tampon bölge oluşturulmasını, uçuşa yasak bölgeler ilân edilmesini ve IŞİD ve Suriye rejimine karşı savaşan güçlere eğitim verilmesini’ şart koşmakta.. Ve ancak kendisine saldırılması halinde silah kullanacağını, bunun dışında askerini silahlı çatışmalara sürmeyeceğini belirtmektedir.
Sözkonusu devletler ise, daha çok, Irak Kürdistanı’ndaki Barzanî Yönetimi’nin peşmergelerini ve PKK güçlerini silahlandırmakla meşguller.. Bu da, açıktır ki, ileride Türkiye’yi de vurabilecek gelişmeleri beraberinde getirebilir.
*
Obama'dan, ’IŞİD'i hafife aldık’ itirafı
Bu arada, Amerikan Başkanı Barack Obama’nın 29 Eylûl günü, CBS televizyonunda yayınlanan "60 Minutes" programına verdiği mülâkatta, bir soru üzerine, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper'ın, ABD'nin "Suriye'de olanları hafife aldığı" yönündeki sözlerine katıldığını belirtmesi ilginçti.
Obama, ’Bir yandan Suriye'de Beşşar Esed rejimine karşı çıkarken, diğer yandan da Esed rejimine cebhe alan IŞİD militanlarıyla savaşmanın çelişkisinin de farkında olduğu’ mesajını da veriyor ve "Çelişkili bir karada ve çelişkili bir koşuldaki çelişkinin farkındayım. (Korkunç katliamlar yapan) Esed yönetimi altında Suriye'de istikrar sağlayamayız. Suriye'nin birleşik kalabilmesi için, Esed'in tüm bu süreci yönetmesi mümkün değil. Diğer taraftan, ABD'ye yönelik acil tehditler açısından, IŞİD, Horasan örgütü, bunlar Amerikalıları öldürebilir.’ diyor ve Amerikan ulusal menfaatleri açısından önceliğin Esed rejimi değil, IŞİD olduğunu belirtiyordu.
Obama, sunucunun, ’Yani bu durumda, onların (IŞİD'in) Esed'den daha önemli olduğunu mu söylüyorsunuz’ sorusuna ise, ’Söylediğim şu; bunların hepsi birbiriyle bağlantılı, ancak uğraşılması gereken daha acil bir tehdit var.’ diye karşılık veriyor ve Amerika’nın, Irak ve Afganistan'da olduğu gibi karada büyük çapta bir askerî varlık bulundurmayacağını da bir kez tekrarlıyarak, ’Kendi topraklarında, kendi askerleriyle olan çok ciddî bir savaşta Irak'a yardımcı oluyoruz. Bu, 'IŞİD'e karşı Amerika' durumu değil.. Bu, güvenlik ortaklığımızın olduğu bir ülkeye yardım etmek için Amerika'nın uluslararası camiaya liderlik etmesi..’ diyordu.
IŞİD'in sadece bir terör şebekesi değil, toprak arzuları ve ordulara mahsus bazı strateji ve taktiklerin bir karışımını temsil ettiğini de anlatan Obama, Irak eski Başbakanı Mâlikî’yi, "kendi Şii tabanını güçlendirmeye çok daha fazla ilgi duymakla suçluyor ve eldeki imkanların onun tarafından harcandığını" söylüyor ve yeni Irak Başbakanı Haydar el-İbadî'nin ise şu ana kadar "doğru sinyaller" verdiğini ifade ediyor ve ’Bölgede siyasî uyum ve hoşgörü ruhunun tesis edilmesinin bir gecede olmayacağını, bunun nesiller alacağını’ belirtiyor ve ’o bölgedeki gençlerin iyi bir eğitim alıp almadıkları ya da iş sahibi olup olmadıklarından ziyade, Şiî mi, Sünnî mi oldukları konusuyla meşgul oldukları bir ortamın bulunduğunu’ dile getiriyordu.
Obama, "İslam'la savaşta olmadıklarını" yineleyerek, "İslam, barışı öğütleyen bir din ve Müslümanların büyük çoğunluğu barışçı.. Ancak şu anda Müslüman dünyasında, farklı bir Tanrı'ya ibadet eden masum insanların öldürülmesinin kabul edilebilir olduğunu öne süren, çok uzun süredir büyüyen bir kanser var" değerlendirmesinde bulunuyordu.
Bütün bunlar, Obama’nın ne kadar yufka yürekli, müslümanlar hakkında iyi niyetli olduğunu gösteriyor; eğer müslümanlar bu timsah gözyaşlarına aldanır, bu kurnazlıkları yerlerse! Müslümanlara, yemeleri için havuç gösteren oObama, müslüman halkları kitleler altında bombardımanlar altında ezmenin ve müslüman coğrafyalarının bütün zenginliklerini yerle bir etmenin dünya çapındaki liderliğini kimseye bırakmıyor.. Onun İslam hakkındaki sözlerinin bir savaş hilesinden, propagandadan öteye hiç bir değeri yoktur..
Ancak, yine de Obama’nın, "Bu tür aşırıcılık maalesef, farklı ülkelerde, özellikle de mezhepsel gerilimlerin olduğu, güçlü devlet güvenlik düzeneklerinin bulunmadığı nisbeten kırılgan ülkelerde radikal grupların türeyebilmesi ihtimalini bir süre daha göreceğimiz anlamına geliyor. Bu nedenle de yapmamız gereken şey, 'köstebek avlama' ve bunlar nerede oluyorsa oraya ABD askerleri göndermek yerine, güçlü ortaklıklar inşa etmek, uluslararası toplumun bu sorunun farkına varmasını sağlamak. Arab ve Müslüman liderlerin, 'bunlar bizi temsil etmiyor, İslam dinini temsil etmiyorlar' demelerini ve onlara karşı güçlü tepkiler ortaya koymalarını sağlamalıyız." şeklindeki sözleri üzerinde de durmak gerekiyor.
Bu sözlere bakıp, ’Mâdem ki, Obama böyle diyor, o halde biz de IŞİD’i destekleyelim..’ demek de, ’Obama istediği için IŞİD’i lanetlemek’ten daha az bir hafiflik değildir, herhalde..
Onlar kendi maslahat ve menfaatlerine göre nasıl düşünüyorlarsa, müslümanlar da kendi maslahat ve menfaatlerini, hakkaniyet ölçüleri içinde daha da hassas şekilde ölçüp biçmelidirler.
*
Bu konuda, Tayyîb Erdoğan’ın da 29 Eylûl günü yaptığı konuşmadaki, ’IŞİD’in İslam’la alâkası yoktur..’ sözlerinin de daha ölçülü kullanılması gerekirdi. Çünkü, IŞİD’ın yaptıklarının İslam açısından, -aralarında bu satırların sahibinin de bulunduğu- nice müslümanlarca kabul edilemez olduğunun görülmesi bir ayrı bir konudur; IŞİD’in bütünüyle İslam’la bir alâkasının olmadığını söylemek ise, daha bir ayrı konu..
haksöz