Türkiye’nin Tercihi Ve Terör Eylemlerine Cevabı:
Üç asırdan beri yönünü Batı’ya dönmüş ve yarım asırdan buyana ise Batı ittifakı içerisine girmiş bulunan Türkiye, “Batı destekli terör” hadisesiyle imtihan ediliyor. Kamuoyunun net bilgilenmesine fırsat verilmese de, “ABD-İsrail-AB mihveri ile Türkiye arasında örtülü bir savaşın yaşanmakta olduğu” hususunun ülkenin yönetim, istihbarat ve güvenlik birimlerinin bilgisinde olduğunu düşünüyorum. Bu zorlu dönemin geçiştirilerek atlatılması ve “stratejik ortaklarımız” pozisyonundaki mihver ülkelerinin yatıştırılması yönünde sürdürülen girişim ve çabaların artık işe yaramadığı gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin mutlaka yeni tercih ve yönelimler içerisine girmesi gerektiği “aklıselim” olan herkesin malumudur. Öyle ise, Türkiye’ye yapılan bunca yanlışlığa rağmen, mihver ülkeleriyle “stratejik ittifak ilişkisi” içerisinde olduğumuz varsayımı göz ardı edilmeden, mutlaka alternatif bir ya da birkaç tercihli ilişki sistemi geliştirilmelidir. Aslında, “dostumuz” mihver ülkelerinin tutmuş oldukları yanlış yoldan dönmeleri için, alternatif açılım yoluna sapılması zorunluluk arz etmektedir.
Türkiye, yarım asırdan buyana “reform dayatmaları, iktisadi operasyonlar ve kardeş kavgaları” vasıtasıyla “kabuğunu kırarak alternatif bir güç olmasın” diye Batılı ülkeler tarafından meşgul edilen nadir ülkelerden birisidir. Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılı zarfında, “emperyalist hedeflerine ulaşmak” için, oynadıkları ayak oyunları ise hem işin cabası ve hem de tarihin ibretlik vesikasıdır. Türkiye, yaşanılan bunca acılı, tiksindirici ve cepheleştirici gelişmeleri hiçe sayarak Batılılarla olan ilişkilerine sürdürme azim ve kararlılığı içerisinde olmasına rağmen, Batılı ülkelerin sinsi hamleleriyle yüzleşmekten kurtulamamaktadır. Mesela Doğu Bloğu’nun dağılması ve Sovyetler Birliği tehdidinin ortadan kalkmasını müteakip, mihver ülkelerinin politikalarında ortaya çıkan değişimin Türkiye’ye yansıması geçmişi aratmayacak bir biçimde “sinsi ve örtülü hamle” şeklinde yeniden kendini göstermeye başlamıştır. Dolayısıyla PKK terör örgütünün çeyrek asırdan beri bu mihver tarafından beslenerek Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılması, Türkiye’ye bakış ve yaklaşımlarıyla ilgili bir kanaat oluşturmaya yetmektedir.
Türkiye’nin İsrail devleti’ne yapmış olduğu çok sayıda iyilik ve hatta Osmanlı Devleti tarafından dünya Yahudilerinin sahiplenilmesi hususunda göstermiş olduğu samimiyete rağmen; İsrail’in yönlendirmesiyle Türkiye üzerinde oynanan oyunlar, mihverin düşmanca tavırlarına daha anlamlı bir yapı kazandırmaktadır. Zira, görüldüğü üzere İsrail, “Büyük İsrail” hayaline kapılarak, kuşatılmışlık psikozundan kurtulmasına kesintisiz bir şekilde destek vermiş olan Türkiye’yi arkadan hançerlemenin peşinde koşmaktadır. Böylece, Batılı ülkelerin sinsi hedefleriyle aynı noktada buluşmanın verdiği cesaretle, bölgede yaşayan Kürtleri, “İkinci İsrail” şemsiyesi altında Türkiye ve diğer bölge ülkelerine karşı kullanmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, Batılı ülkeler ile İsrail’in oluşturmuş olduğu üçlü mihver, Büyük Ortadoğu Projesi’nin merkezine Türkiye’yi yerleştiren oyunlarını sahnelemeye koyulmuşlardır. Şöyle ki; soğuk savaş sonrası neoliberal küresel sistemin dengeleri ve belirleyici aktörleri oluşturulurken, hedef kesim konumundaki İslam dünyasının “lider ülkelerinden birincisi” rolüne sahip Türkiye’nin “güdük ve güdümlü” konuma düşürülmesi, üçlü mihverin çıkarları için olmazsa olmaz derecede önemli ve gerekli olmuştur. Türkiye’nin hâlihazırda yaşamakta olduğu yıpratıcı terör ortamı, mihver ülkelerince benimsenmiş oldukları yıpratıcı, ufalayıcı ve gerekirse yok edici yeni politikanın bir sonucudur.
Türkiye, içine sürüklenmekte olduğu darboğaz ve açmazlar sebebiyle zorlu ve zorunlu bir tercih aşamasına getirilmek istenmektedir. Sinirlerin gergin, duyguların taşkın ve aklın köreltilmiş olduğu böyle karmaşık bir dönemde ve ortamda Türkiye’nin önüne “neticesi mutlak kan ve gözyaşı olan” saçma tercihlerin sürülmesi oldukça düşündürücüdür. Her şeyden önce siyasi mülahazalarla, Türkiye’yi hedef alan terör eylemlerinin arkasında bulunan mihver ülkelerinin düşmanca tavırları gerekçe gösterilerek, mihver ülkeleriyle restleşme ve hesaplaşma ortamı oluşturulmaya çalışılması kesinlikle tasvip edilmemelidir. Öyle ise, olabildiğince dikkatli davranılarak, hem Türkiye’nin asırlara dayanan kazanımlarının bir çırpıda heba edilmesine, hem Batı’yla olan ittifak ilişkilerimiz nedeniyle küresel düzeyde yakalamış olduğumuz ayrıcalıklı konumun ortadan kaldırılmasına ve hem de gelişmiş silahlara sahip mihver ülkelerinin güdümündeki yerel güçlerin Türkiye’nin karşısına çıkarılarak ülkemizin parçalanmasına vasıta kılınmalarına müsaade edilmemelidir.
Yaşanan terör hadiselerinde onlarca insanımızın hayatını kaybetmesi “vatanı, milleti ve değerlerine bağlı” herkesi derinden yaralamaktadır. Ama sadece hislerimize tercüman olsun diye, Türkiye’nin savaşa girdirilmesini, parçalanmasını, küresel aktör haline gelme yönündeki ilerleyişinin engellenmesini, Büyük Ortadoğu Projesi’nin aleyhimize işletilmesini amaçlayan bu tarz provokasyonlara alet olmak kesinlikle doğru bir tercih olmayacaktır. Hatırlayacak olursak; 1974 yılında gerçekleştirilen kısa süreli Kıbrıs harekâtı sebebiyle Türkiye, sadece ekonomik yönden değil, “siyasi ve askeri” açılardan “uzun yıllar boyunca kurtulamayacağı” açmazlar içerisine düşmüştü. Benzer biçimde, savaşa giren ülkelerin ne derece ciddi sorunlar içerisine sürüklendiklerinin onlarca canlı örneği önümüzde dururken; Türkiye’nin savaşa sürüklenmesini amaçlayan tahrikler karşısında “soğukkanlı, sağduyulu, bilinçli, hesaplı ve pragmatik davranmanın ötesine geçmek” bu ülke ve millete yapılacak olan en büyük kötülüklerden birisidir. Şu halde, onlarca şehit sebebiyle “yüz milyonlarca insandan müteşekkil Türklük alemi ile milyarlarca insandan oluşan İslam aleminin büyük ümitler beslemekte oldukları bu ülkeyi” mihverin oyunlarına alet olarak savaşa ve ateşe atmak akıl işi değildir.
Açıklıkla ifade edeyim ki; son zamanlarda Türkiye’ye karşı dozajı artırılarak sürdürülmekte olan terör eylemlerinin tek sorumlusu PKK değildir. Geçmişte ASALA terör örgütünü kullanan hâkim güçler, şimdilerde PKK terör örgütünü kullanmaktadırlar. Aslında Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin lider kadrosu konumundaki Barzani ve onların hizmetindeki Irak Cumhurbaşkanı Talabani de, “hiç istememelerine rağmen” kendilerinin Türkiye’ye karşı kullanılmakta olduklarının farkındalar. Kuşkusuz Barzani ile Talabani, Türkiye’nin yıpratılarak parçalanmasını en çok arzu eden odakların başında gelmektedirler; ama onlar istiyorlar ki, Türkiye ile mihver ülkeleri doğrudan karşılaşarak savaşsınlar ve Türkiye’nin gücü zayıflatılarak kendilerinin hesaplarına hizmet eder konuma düşürülsün. O halde, her ne kadar birlik ve ortaklık görüntüleri vermeyi sürdürseler de, Türkiye üzerinde oynanmakta olan terör oyunu sebebiyle, Barzani-Talabani ikilisi ile ABD-İsrail-AB mihveri arasında da kıyasıya bir pazarlık yaşanıyor. Öyle ise, gereksiz atışmalara girme yerine, söz konusu yerel ve küresel aktörler arasında yaşanmakta olan “asimetrik pazarlık” ortamı çok iyi değerlendirilerek, doğrudan çatışmaya girmeden, ilgili güçleri birbirlerine karşı kullanma amaçlı hamleler gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır.
Hakikaten eğer çok hesaplı davranılabilirse; kriz-fırsat döngüsünden hareketle, alternatif açılım yapmak ve süreci yönlendirmek üzere, Türkiye’ye yöneltilmiş olan terör eylemleri rahatlıkla fırsata dönüştürülebilir. Şöyle ki; Türkiye’nin Irak’a yönelik doğrudan bir harekât düzenlemesi halinde, ister istemez, Irak’taki egemen güç konumundaki ABD’yle karşı karşıya gelmek zorunda kalacaktır. Halbuki Türkiye ile doğrudan karşılaşmayı doğru bulmayacak olan ABD ise, “gelişmiş silahlarla donattığı” elindeki Peşmerge ve Irak ordusu maşaları vasıtasıyla Türkiye’yi gerçek anlamda büyük bir savaşın içerisine çekmiş olacaktır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, Türkiye’nin Irak’ta savaşa sokulması halinde bile ABD, savaşın dışındaymış gibi bir tavır sergileyerek, Türkiye’nin parçalanmasına giden yolun açılmasını Türkiye’ye telkin ederek kabul ettirmeye çalışacaktır. O nedenle, Irak topraklarında “sıcak takip” yapma yerine; İran ve Suriye ile yapılacak gizli anlaşmalar çerçevesinde, ortak bir şekilde “antiterör timleri” oluşturularak, hem PKK terör örgütü, hem Barzani yönetimi ve hem de Irak’taki mihver kuvvetleriyle örtülü savaşa girişilmelidir. “Kılıcı kınına kılıç koyar” atasözü bağlamında yaklaşırsak; Türkiye-İran-Suriye gizli mihverinin destekleyeceği gerilla hareketleri ile yönlendirecekleri antiterör timleri sadece bölgedeki terörü değil, aynı zamanda bölgedeki ABD-İsrail-AB mihverinin hâkimiyetini de bitireceklerdir. O halde, Türkiye’yi doğrudan savaşa itecek tarzdaki önerilerin hiçbirisine itibar edilmemelidir derim vesselam.
Dr. Sıddık Arslan (drsiddikarslan@hotmail.com)
AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Siyaset Bilimi Doktoru