Bir defa, şu hususu baştan tekrarlıyalım; mâlumu ilâm kabilinden de olsa..
Her bir müslüman için, en ideal örnek, Hz. Peygamber (S)’in hayat tarzıdır. Müslüman kültüründe Asr-ı Saadet diye isimlendirilen zaman dilimi..
Yani, hayalî, felsefi, ütopik bir dünyadan değil, yaşanmış bir örnekten söz ediyoruz müslümanlar olarak.. ‘Yaşanmış bir örnek olduğuna göre, Kur’an’ın ışığında o örnek esas alınara, dünya hayatının aynı yönde tekrarlanması hedef edinilebilir’ inancı...
*
Ama, sonrasında, ilk dört halifeden, son üçünün, özellikle Hz. Ali’nin katledilmesinden sonra müslüman toplumların hayatını tanzim eden güç de, sulta gücü, zer ve zor gücü olmuş, kuvvetli kılıçlar dönemi başlamış ve mensub olduğumuz İslam Milleti’nin / ümmetinin 13 asrı aşan tarihi, yazık ki, sulta güçlerinin, saltanat sistemlerinin, güce ve servete dayalı güçlerin pençesinde geçmiştir. Yani, konunun bugün daha iyi anlaşılabilmesi için, beşerî hukuk diliyle söylemek gerekirse, ortaya ’de facto’ (fiilî duruma göre şekillenen bir hukukî yapı anlayışı) tablosu çıkmıştır.
Halbuki ideal olan, ’de jure’ (hayatın fiilî durumlara göre değil, hak ve adâlet ölçüsü kabul edilen çerçeveye göre şekillenmesi) durumudur.
Bu ’de jure’ idealinden tabiatiyle ve tarif gereği de uzak olan ’de facto’ durumu büyük çapta henüz de devam etmektedir. Böyle olunca da, haklı olmanın genel kriteri olarak, güçlü-kuvvetli olmak şeklinde esas alınmış; kimin kılıcı veya gücü hâkim olmuşsa, Allah’ın takdirinin o yönde olduğu anlayışına göre bir tarihî sosyo-politik kültür gelişmiştir.
Kerbelâ’da kesilip bir sırığa takılarak Şâm Sarayı’nda Yezid’in önüne götürülen Hz. Huseyn’in başı karşısında Yezid, kimin haklı olduğuna delil olarak o tabloyu göstermişti. Çünkü, de facto / fiilî ve zâhirî ölçülere göre o galib gelmişti.
Müslümanların yönetimi de artık ’de jure’ ilkesine göre değil, ’de facto’ şartlarına göre belirmeye başlamıştı.
Bugünkü durumumuz da gerçekte, 1300 yılı bulan tarihimizden özü itibariyle daha farklı değildir. Belki vasıtalar değişti, ama, iktidarın ele geçiriliş ve terkediliş şeklinde bir takım yeni yöntemler geliştirildi..
Hani, meşhur sözdür.. Bir sultan demiş ki: ’Cemiyetler / toplumlar iki yolla idare edilir: Birisi ilimledir, diğeri zulümle..’ Ve sonra mütevazî bir şekilde kendi durumunu beyan ve itiraf etmiş: ’Benim ilmim yoktu!..’
Sadece geçmiş yüzyıllardaki yönetimler açıkça saltanat sistemleri halinde ortaya çıkarken, bugün, halkın temsilciliği adına, halkın irade ve reyiyle ortaya çıktığını ilan eden sistemler de devreye girmiştir, ama, yığınla krallık, padişahlık, meliklik, şeflik vs. sistemler yanında..
Bu arada, müslüman halkların, ekseriyet halinde yaşadıkları coğrafyalarda, ferdî ve sosyal hayatlarını kesin doğru olduğuna inandıkları inanç ölçülerine göre düzenlemek yönündeki arzuları, emelleri sosyal şuûrlanmayı giderek daha bir yükseltti ve o şuûrlanma da, talebleri daha bir güçlü şekilde dile getirmenin yollarını zorlamaya başladı.
Ama, bir müslüman toplumun, doğruluğuna aklen ve kalben inandığı değerlerin sosyal hayata, sosyal hayatın yönetimine nasıl yansıyacağı, henüz de net olarak ortaya konulabilmiş değil.. En fazla gidebildiğimiz, tarihteki şanlı örnekler.. Ama, o şanlı örneklerden niceleri bile kan gölü üzerinde filizlenmiştir.
Bu hususta..
İlk örneğimiz dışında -mükemmel diyebileceğimiz- hemen hiçbir gelişmiş örneğimiz yoktu.. Karşılaşılan yönetim sistemleri, özü itibariyle, zer ve zor’a ya da ’de facto’ durumuna göre şekilleniyordu, bütün dünyada olduğu gibi.. Belki bu sistemlerin içinde, şahsî özellikleriyle, iyi yönetici simalar temayüz ediyordu. Ama, bu, o sistemlerin iyi olduğunu gösteremezdi.
Müslüman coğrafyalarında yaşanan durum, genel olarak böyle..
Arada bir, şiî müslümanların ekeseriyet halinde yaşadığı İran’da, 35 yıldır, halkın ekseriyetinini mezhebî inanç temellerindeki imkanlara göre, ’velayet-i faqih’ anlayışı tedvin edilmeye, geliştirilmeye çalışılıyor, onun nereye varabildiği bir ayrı konu; onun dışında diğer müslüman toplumlar, bu imkan ve ihtimalden de uzaklar..
*
Türkiye’deki duruma da genel hatlarıyla bu kriterden bakmanın gerekli olduğunu sanıyorum. Yani, , kötü, ve bozuk bir sistem iyi bir insanın başa geçmesiyle düzelmiş olmaz. Baştan bozuk olan da, zamanla düzelmez.. Sadece, külüstür bir motoru olan bir araba bile, usta bir sürücünün elinde iş görebilir ya tersine, en mükemmel bir mekanizma bile, o mekanizmayı çalıştırmayı bilemiyen çolpa kimselerin elinde bir işe yaramaz.
Onun için, iyi insanların, o temeli taa baştan düzeltmeye yoğunlaşmaları gerekiyor. Ki, gelişmelerin o arayış ve niyet yönünde olduğunun işaretleri hissedilebilir bazılarınca..
*
Bu satırların sahibi, Tayyîb Erdoğan’ın Türkiye’deki ve müslüman toplumlarının büyük kesimindeki -rejimler değil- halklar nezdinde nasıl bir noktada olduğunu da bu açıdan görüyor ve onun, nasıl ağır bir yükü omuzlamaya çalıştığının farkında olduğunu da.. Bu yüzden, ’Allah hayırlı işlerde yardımcısı olsun..’ diye dua ediyor.
Ve bugün bulunulan noktayı ideal görenlerin yanlış düşündüğünü ve sadece mevcud sistem ve şartlar açısından, şu an itibariyle, geçmişte düşünülmesi tasavvur bile edilemiyen olumlu bir noktaya doğru ilerlenmekte olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Bazıları ise.. Sanki, o en yukarıya ulaşmakla, her şeyin düzelmişliği veya düzelebileceği hayaline kapılıyor. Halbuki, o, başka değerler sisteminin ve kadroların döşediği raylar üzerinde ilerlemekte olan ve yol haritası /anayasasına göre hareket etmek zorunda olan bir lokomotifin şef treni durumunda.. Elbette bu haliyle bile, o, bu sistemi geçmişte görülmemiş ve halkı rahatlatacak şekilde çalıştırmasını bildi, biliyor. Halkın yüzde 50’sinden fazlasının ona her seçimde giderek daha da bir artan desteğiyle bunca yıl destek vermesi, bunun için..
O, halkın en aziz kesimi olan müslüman kitlelerin içinde yetişmiş ve içinden çıktığı halkla yabancılaşmamış bir isim olarak, halk kitlelerine böylesine bir itimad telkın ederek, bugünkü konumuna geldi.
Böyleyken.. Bazı müslüman isimler, kalemler, kendilerine ve liderlerine söz ettirmezken, sanki, Tayyîb Bey, Asr-ı Saaddet’te bir vezir de, yanlışlar yapıyormuş gibi, ağır ve acımasız eleştiriler yazıyorlar, söylüyorlar.
Hele, Kur’an meâlleri bile yazan A. Ü. gibi bazı isimler var ki, kendi şeyhlerini yüceltmek için, Tayyib Bey’in ölümünü, bizzat onun için hayırlı olacağı düşüncesiyle yazıya dökmekten bile çekinmiyorlar.
Hele bazıları da, diğer müslüman coğrafyalarında her şey ideal de, sadece Türkiye’de harab imiş gibi eleştiri furyasına katılmaktan kendilerini alamıyorlar.
Bir kısım kimseler ise, dünyada müslümanlardan herhangi bir grubun, hangi metod üzere geliştirdiklerini bile bilemedikleri bir takım direniş haberlerini duyunca heyecanlanıyorlar, ’Haydi aslanlarımız..’ diye sevinç çığlığı atarak onlara destek verirken, sıra Tayyîb Erdoğan’a gelince.. Onun tâgûtî bir sistemin metod ve araçlarıyla iktidara geldiğini ileri sürerek, bazı selefî grupların yaptıkları gibi, tekfir mekanizmasından meded umuyorlar. Hani, her şeyiyle inancımızın temel ölçülerine göre iktidar makamlarına gelip, o metodu sağlıklı bir şekilde tatbik edebilen örnekler varmış gibi..
*
İllâ da, değerlerimize yabancı olanlarca mı yönetilmemiz gerekiyor, hep?..
Hele müslüman bazı tip ve taifeler bir taife var ki, Tayyib Bey’i, kemalist-laik- solcu, masonik kesimler tarafından sık sık ileri sürüldüğü üzere, kültürel derinliği olmayan birisi olarak gibi nitelemek entelliğinden kendilerini kurtaramıyorlar.
Kemalist-laikler ve diğerleri için, kültür deyince, tiyatro, konser, kokteyl partileri, gece eğlenceleri vs. anlaşıldığına göre, evet, Tayyîb Bey bu özelliklere itibar etmiyen birisi, ama, halkımızın inanç değerleri etrafında oluşmuş ortak kültüre âşina olmak açısından, şu son 100 yıl içinde, onun geldiği makamlardan, ona denk kaç kişi gösterilebilir?
Ama, Anadolu’da bir halk deyimi vardır, ’Kapının danası kağnıya- sabana koşulamaz..’ diye.. İllâ, başka yerden getirmek gerekir mânâsında..
Bu gibilerin yöneticileri illâ başka yerden, başka dünyalardan getirmek gerektiği gibi bir saplantıları varsa.. O noktada söylenecek fazla bir söz bulunamaz.
Tabiî, bunları söylerken, fırsatçıların, dökülen pekmeze üşüşen sinekler misali, başka şeylerin peşinden bir acaib ordu oluşturduğu, olabileceği ihtimali de gözardı edilemez. Hele de 80 milyona yaklaşan ve giderek zenginleşen bir ülkede.. Böyleyken, bazıları da, sanki, yönetimin başında bulunanlar bizzat yapıyorlarmış gibi, bir takım yolsuzluk iddialarını ikide bir temcid pilavı gibi ileri sürüp duruyorlar, Penssylvania Şeyhi misali.. O da, sanki bu yolsuzluk iddiaları 10 yıldır istifade edip palazlandığı dönemde yoktu da, son 1-2 yıl içinde ortaya çıkmış gibi ve de sistemin içine yerleştirmiş olduğu veya kendisine cezbettiği ve kendi ajanı durumuna düşürdüğü kimseler eliyle tezgahlattırdığı operasyonları sonunda ortaya saçılan iddialarda yükseltilen, ama, şer’an da, mevcud hukuk düzeni açısından da henüz belgelenememiş bu gibi iddiaların şer’î sorumluluklarından korkmadan ve de utanmadan, bu yolsuzluk iddialarını tekrarlamakla ve sanki bu iddialar bizzat en tepedeki tarafından gerçekleştiriliyormuş gibi, yeni beddualar üretmekle meşgul.. Yoksa, mes’elelerden az-çok haberdar olan herkes tahmin edebilir ki, bütün ülkeyi soyup soğana çevirdiği bilinen yolsuzlukların, hortumların yolunu kesip, ülkeyi korkunç bir dönemden çıkarıp bugünkü nisbeten daha sağlıklı yapıya kavuşturan ve geniş müslüman halk kitlelerinin daha rahat nefes almalarına ön-ayak olan Tayyîb Bey ve arkadaşlarıdır.
Biliyorum, bazıları da, bu satırlardan rahatsız olacaktır. Bazıları da, ’sanat ve düşünce erbabı olanlar muhalif olmak zorundadırlar’ gibi bir lafa takılıp, her durumda muhalif kalmanın gereğinden sözedeceklerdir. Muhalif olmak illâ da matah bir şey ise; bu gibiler, her ne yapılırsa yapılsın aleyhte konuşmayı şiar edindiklerine göre, bu satırları da kendilerine yönelik bir muhaliflik tepkisi olarak değerlendirebilirler.
Ancak, bu satırların sahibi, doğru olduğuna inandığı ve müslümanların faydasına olduğuna inandığı adımları ve çabaları, gereksiz ve yersiz ümidlere kapılmadan desteklemeyi ve tarafını açıkça ifade etmeyi de kendisi için bir vecibe telakki etmektedir.
*
Tayyîb Erdoğan, toplumumuzda da, bütün müslüman toplumlarda da daha çok tartışılacağa benziyor.. Emperyalist dünyaların ve onların propagandalarından etkilenenlerin, Erdoğan’ın daha da güçlenerek ilerlemesinden, onun şahsının değil, temsil ettiği siyasî görüşlerin ve cereyanın güçleneceği endişesiyle, nasıl rahatsız oldukları ise, ortada.. Görmeyenler, görmek istemiyenler ne kadar direnirse dirensin, bu konu güneş kadar açık..
Erdoğan’ın, yükselmesinde büyük pay sahibi olduğu hareketinin başına bir halef seçerken, hem geniş bir istişareye başvurması ve hem de dâvâsının geleceğini ve itibarını her şeyin önünde tutup, bayrağın, Davudoğlu’na verilmesi için, AK Parti’nin 27 Ağustos günü yapılacak olan olağanüstü büyük kongresine onu tek aday olarak teklif etmek kararı aldırması, onun uzun vâdeli planlarını takib ettiğinin ve dâvâsını her şeyin önünde tutmakta ne kadar titiz ve dikkatli yaptığının bir diğer örneği..
Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları, en mükemmel olmayabilirler, ama, mevcud siyasî sahnedeki öteki liderlere bakıldığında, ’ideali iste, realiteyi görmezlikten gelme..’ anlayışından da uzak düşmemek gerekiyor, herhalde..
Bu vesileyle, Ahmed Davudoğlu’na da başarılar diliyorum. Dünya siyaset sahnesinde bilinen ve yakından takib olunan ve müslüman halkımızın değerlerinin içinden yetişmiş güçlü bir sima olarak büyük hizmetler sunmak imkanına kavuşmuştur. Bugüne kadar, fazla teşkilatçı olmaması ve tek kişilik bir ordu gibi çalışması, bir noksan ise de, onu da yakın çalışma arkadaşları herhalde gidereceklerdir.
*
Ahh, bu siyasî ihtiraslar.. Hiç umulmayanlardan bile..
Klasik politik manevralardan meded umanlara gelince.. Bu gibiler, elbette AK Parti içinde de vardı, bundan sonra da var olacaktır. Nitekim, ’Eğer ortada kalırsa, başbakanlığa hayır demem..’ diye kendisini adres olarak göstermeye çalışan, kendi özgül ağırlığını sözkonusu etmek ya da, aynı hareketin içindeki daha genç nesilleri ’yeni yetmeler..’ diye küçük görmeye çalışan bir B. A. gibi ünlü siyasetçilerin, kendilerinin de daha on sene öncelerde, başkalarınca, ’ağızlarında süt kokuyor, çoluk-çocuk, ne anlarlar devlet idaresinden..’ gibi değerlendirmelere mâruz kaldıklarını hatırlamamaları ilginçtir.
Tayyîb Erdoğan, 2007 yılında kendisini seçtirebilecekken, büyük bir vefa ve özveri sergileyerek cumhurbaşkanlığına seçtirdiği ve 28 Ağustos günü, cumhurbaşkanlığını Tayyîb Erdoğan’a devredecek olan Abdullah Gül’ün genelde sergilediği performans, normalin üstündedir, denilebilir.. Onu, son aylarda parti içindeki hesabları için, kendilerine siper yapmaya kalkışanların manevralarına fazla itibar etmemesi de, takdirle karşılanacak tavırlarından..
Ama, eşi hanımefendinin, kendilerine ’28 Şubat’ı bile geride bırakacak tarzda çok büyük haksızlıklar ve saygısızlıklar yapılmış olduğu’ndan yakınması ve bunları Abdullah Bey’in yanında dile getirmesi, esef edilecek bir durumdur.
Belki kendilerine de bazı eleştiriler gelmiş olabilir.. ’Deveye binen, çalının arkasına gizlenemez..’ Gözler önündeydiler.. Ama, o, bununla, AK Parti içinden ya da Tayyîb Bey veya yakın çevresinden kendilerine biri haksızlık yapıldığını ihsas ettirecek şekilde açıklamakla yapmakla, kemalist-laik-solcu medyaya bol malzeme vermekten dolayı memnun mudur şimdi? Ki, kızlarıyla oğullarıyla, eşiyle ve hattâ vefat eden annesiyle bile 12 yıl boyunca, asıl saldırıya uğrayan Tayyîb Bey’in maruz kaldığı saldırıların yüzde biri bile kendilerine yöneltilmemiş iken..
Hele, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne son olarak yerleştirdiğini söylediği ’8-10 san’at eseri tablonun yerlerinden kaldırılması halinde, beni karşılarında bulurlar..’ diye çiğin de çiği laflar etmesi, ondan çok, Abdullah Gül’e darbe vurmuştur.
Halbuki, ’Mahkeme kadıya mülk değlidir..’ lafını hatırlasaydı, böyle laflar etmezdi.
Gücünü makamından alan değil, bulunduğu makama güç veren kimselerden olmak, herkese nasib olmuyor demek ki..
haksöz