İlahiyatçı-yazar Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Karar gazetesindeki köşesinde "Ufukta 'seküler ahlak' mı görünüyor?" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Öztürk, merhum Akif Emre'nin bir yazısından hareketle Müslümanların ahlaki yozlaşmasını ele aldığı yazısında, gelinen noktada gayr-i ahlâkî hayat akışımızın yarattığı vicdan azabını din temalı belagat gargaralarıyla birazcık dindirelim ya da ahlâkî defolarımız ve foyalarımızı sükseli dinî nutuklarla kamufle edelim derken belki de farkında olmadan hırs, ihtiras, haset, gıybet, yalan, iftira, kavga gürültü şehveti, nefret dili gibi olanca kirimizi kutsala da bulaştırdığımızı böylelikle din referanslı ahlâkî değerler sistemini kendi ellerimizle bertaraf ederken dinî ahlak alanına seküler ahlakı davet ettiğimizi belirtti.
Yazının tamamı şu şekilde:
Merhum Akif Emre 2006 yılında yazdığı “Seküler Ahlak Mümkün mü?” başlıklı yazısının sonuna doğru, “Dinin yerine sekülerliği yerleştirmeye çalışan Türk seçkinleri, ruhunu boşalttığı insanımıza bir şey verememiştir. Din ile irtibatı kesilmiş bir ahlak sisteminin mümkün olmadığı, hele hele seküler ahlak gibi ucube modelin, kurgusal bir toplum fantezisinden ibaret olduğunu anlamak için gelinen noktaya bakmak yeterli...” demişti. Bugün artık “dinin yerine sekülerliği yerleştirmeye çalışan Türk seçkinleri”nin esamisi pek okunmuyor. Dahası bugün hemen herkes kendini dinî kavramlar, semboller, imgeler üzerinden tanıtıp tanımlama hususunda pek titizleniyor. Ayrıca dinin zinde güçler tarafından “irtica tehdidi” olarak kodlandığı, “28 Şubat bin yıl sürecek” gibi naralar atıldığı dönemlerin kötü hatıralar müzesine kaldırıldığı biliniyor.
Dindar kitlelerin dinî ahkâmın gereklerine göre yaşama ve bu yaşantıyı kamusal alana taşıma yönündeki taleplerinin önündeki hemen her engelin kalktığı bir döneme şahitlik ediyoruz ve bu büyük imkâna kavuşmanın şükrü mucip olduğunu biliyoruz. Fakat Allah’a iman, taat ve sadakat sözü veren herkes için dinin en temel unsurları arasında yer alan ve aynı zamanda erdemli toplum modeli üretmenin olmazsa olmazları arasında sayılan ahlâkî değerleri hayata taşımak söz konusu olduğunda kesinlikle çok kötü bir sınav veriyoruz. Üstelik bu alandaki performans karnemizin son derece berbat olduğuna gündelik hayat tecrübelerimizle de şahitlik ediyoruz.
Açıkçası din ve ahlak alanında kirlenmedik hiçbir şey bırakmamaya ant içmişçesine yuvarlanıp gidiyoruz. Gayr-i ahlâkî hayat akışımızın yarattığı vicdan azabını din temalı belagat gargaralarıyla birazcık dindirelim ya da ahlâkî defolarımız ve foyalarımızı sükseli dinî nutuklarla kamufle edelim derken belki de farkında olmadan hırs, ihtiras, haset, gıybet, yalan, iftira, kavga gürültü şehveti, nefret dili gibi olanca kirimizi kutsala da bulaştırıyoruz. Böylece kendi bataklığımıza dini de çekiyor, dinin insanlığa yönelik vaatlerini hoyratça tüketiyoruz.
Sonuçta din referanslı ahlâkî değerler sistemini kendi ellerimizle bertaraf ediyoruz. Böylece dinî ahlak alanına seküler ahlakı davet ediyoruz. Çünkü tabiatın boşluk kaldırmadığını, insanoğlunun da fıtrî olarak değerden bağımsız yaşayan bir varlık olmadığını biliyoruz. Bu noktada “Seküler ahlak mümkün mü değil mi? Seküler ahlakın fayda zarar analizi nedir? Böyle bir ahlak sisteminin getirisi götürüsü nedir?” gibi meseleler hakkında görüş belirtmeyi şimdilik gereksiz görüyoruz.
Çünkü biz burada seküler ahlakın mahiyetini tartışmıyor, aksine bugün geldiğimiz noktada, “Kötülüğü iyilik ve güzellikle sav” (Fussilet 41/34), “Her kim (maruz kaldığı kötülüğe karşı) kendini tutar ve bağışlayıcı davranırsa (bilsin ki) bu (her kişinin değil) er kişinin kârı olan işlerdendir” (Şûrâ 42/43) buyuran Allah’a gerçekten inandığını söyleyip O’nun buyruklarına sadakat sözü verdiğini iddia eden biz müslümanların özellikle genç kuşaklar ve gelecek jenerasyonlara dinî kimlikler, retorikler ve pratiklerle bezeli büyük bir ahlaksızlık mirası bırakacak olmamızın kuvvetle muhtemel sonuçları üzerine konuşuyoruz. Yani Mehmet Akif’in, “Aldanma insanların samimiyetine, menfaatleri gelir her şeyden önce… Vaat etmeseydi Allah cenneti, O’na bile etmezlerdi secde…” dizelerine konu olan trajedinin gönüllü kahramanları olmamızın yakın gelecekte bizzat dinin kendisine çıkaracağı ağır maliyete dikkat çekmeye çalışıyoruz.
İhtimal ki bu satırları okuyan birçok dindaşımız, öfkeyle kalkıp ‘nerde benim klavyem’ diyecek ve ardından, “Hep bardağın boş tarafını anlatıyorsunuz, hep bize taş atıyorsunuz” gibi yorumlar döşenecektir. Bu tarz alınganlıklar karşısında, “Yarası olan gocunur” demek istemiyorum, ama şunları söylemeden de edemiyorum: Sekülerist, adı üstünde sekülerist olduğundan, kendini ve kendi dünya görüşünü kutsal değerler sistemi üzerinden tanımlama ihtiyacı hissetmez, dolayısıyla kendisine daha mutlu ve konforlu yaşama imkânı sunacak bir dünya kurmaktan ötesini pek düşünmez. Hâliyle, tüm insanlık ailesine nizamat vermek gibi büyük ideallerle de pek ilgilenmez. Gelgelelim bize, biz müslümanlar din üzerinden hem kendimize hem de insanlık ailesine büyük sözler vermiş, nice güzellikler vaat etmiştik diye hatırlıyorum. Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada onca sözümüzden hangisini yerine getirdik, vaat ettiğimiz onca güzellikten hangisini insanlık ailesine armağan ettik diye adamakıllı düşünmemiz ve her şeyden önce kendi kendimize hesap vermemiz gerektiğine inanıyorum.