Müslüman coğrafyalarında yaşananları kendilerine dert edinmiş bir grup ‘ehl-i dert müslüman’ 22 Ağustos öğleden sonra, Cağaloğlu Yokuşu’nda, Beyan Yayınları’nın merkezinde, İslam Milleti’nin ve özellikle de müslüman kürd halkının karşı karşıya bulunduğu durum ve tehlikeler etrafında saatlerce süren bir sohbete oturdular.
Beyan Yayınları’ndan Ali Kemal’in ev sahibliğinde ve yine o mekanın hizmet ehlinden Tevfik Ekiz kardeşimizin özel ikramlarının olduğu ve Bayram Karaçor beyin de başkanlığını deruhde ettiği; Prof. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Adnan Demircan, İhsan Arslan, Abdurrahman Aslan, Nevzad Çiçek ve diğer kardeşlerin katıldığı bu toplantıda Vahdeddin İnce bey, Kürdistan ve kürd halkı etrafındaki son gelişmeler etrafında bir sunumda bulundu.
*
Ancak, bu sohbete geçmeden önce, daha sonraki bir diğer proğrama değinmeliyim, kısaca..
O akşam, bir arkadaşın, Hâlis Ay’ın oğlunun düğününe davetliydim, Kanlıca’da, Hidiv Kasrı’nda..
Hidiv Kasrı’nın adını duyardım, ama gitmişliğim yoktu, Boğaz’da olduğunu tahmin etmekle birlikte, Boğaz’ın hangi yakasında ve nerede olduğunu da bilmiyordum. Bu gibi mekanlara 35-40 sene öncelerde gitmemiz ise, zâten mümkün de değildi.. Çünkü bu gibi yerler, belli bir mutlu-putlu azlığın tekelinde idi.. Bu açıdan bu gibi mekanların şimdiki halini ve müslümanların Hidiv Kasrı ve diğer yerlerde yaptıkları düğünlerin nasıl olduğunu merak ediyordum; bazı dostlarca sosyal çürüme tablolarından çokça yakınıldığından dolayı..
Kardeşim E. Emir Hoca ile birlikte nerede olduğunu sora-sora, Üsküdar’dan,bir belediye otobüsü ile yola çıktık akşam 20.00 sularında ve İkinci Boğaz Köprüsü’nün Asya tarafındaki ayağına yaya yüyüşle 45-50 dakikalık bir yerde yamaçta, Boğaz’ı yukarıdan süzen Hidiv Kasrı’na vardık. Burası, isminden de anlaşılacağı üzere, Mısır’daki Osmanlı yöneticilerine verilen bir isimdeki Hidiv‘lerden birinin yaptırdığı bir qasr- kasr, köşk..
Bu mekan şimdi İst. Belediyesi’nce çalıştırılan sosyal tesislerindenmiş.. Tayyîb Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan bu yana, o mütegallibe çetelerinin elinden nice yargı mücadeleleleriyle güçbela alınıp, halkın hizmet ve istifadesine sunulmuş bir mekan..
İstanbul’da meydana gelen büyük değişikliklerden birisi de, bu gibi mekanların, bir avuç mutlu azlığın tasallutundan kurtarılmış olması.. Çeyrek yüzyıl öncelerde, Çamlıca’da veya tabiî güzellikleriyle bilinen diğer tarihî mekanlar, saraylar, kasr’lar, köşkler sadece o mutlu azlığın hizmetindeydi.. Oralara gitseniz bile duramazdınız; çünkü herşeyden önce içkili mekanlardı buralar ve ailelerin buralara yaklaşması düşünülemezdi.
‘Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde..’
O mekanı görmekten memnun oldum.. Çünkü, kelimenin tam mânâsıyla halka açılmıştı.. Düğünler için de belli yerler kiralanabiliyormuş.. Oldukça geniş bir bahçesi var.. Halkın çeşitli kesimleri, o kocaman alanda, istirahat ediyorlar, boş vakitlerini tabiatın güzellikleriyle değerlendirmee çalışıyorlardı. Çiğ kahkahaların, nâraların yükselmediği, herkesin herkese saygılı olduğunun hissedildiği bir mekan..
Düğünün yapıldığı bölüme geçtiğimizde, bir yığın dostlarla karşılaştım.. Necati Ceylan, Necib Kibar, Şeref Dursun gibi seçkin hukukçu arkadaşlar, Sefer Turan gibi medyadan tanıdığım ve Cumhurbaşkanlığı bürokrasisine geçmiş kardeşler.. Giresun’un STK.nın en önde gelen isimlerinden Hasan Turan ve diğerleri..
Dahası, proğramları dolayısiyle yurt dışına geldiğinde sık sık görüşme imkanı bulduğum Ömer Karaoğlu kardeşimle burada karşılaşmak, daha bir sürpriz idi..
(Ömer’i, refikası hanımefendi tarafından kolundan tutarak yönlendirilmesi dikkatimi çekti.. Meğer, kornea tabakasındaki bir rahatsızlık dolasıyla gözlerinden 15 kadar ameliyat geçirmiş, son yıllarda.. Son olarak bir kornea nakli yapılmış.. Görmekte, henüz de biraz zorlanıyor, ama bu durumu inşaallah metanetiyle daha kolay aşacak.. Sakarya Üni’deki öğretim üyeliğine devam eden Ömer kardeşimizin sağlığına en kısa zamanda kavuşması ümidiyle Allah’u Tealâ’dan şifalar niyaz ediyorum.)
Dostlar ayaküstü de olsa, hal-hatır sorma imkanı bulup sohbet ederken, proğram nefis bir Kur’an-ı Kerîm tilavetiyle başladı ve türkçesi de verilen bir duayla devam etti.. Arkasından resmî evlilik muamelesinin kanunî gerekleri getirildi.. Ve sonra da oldukça sade düğün yemeği ikramı başladı..
Derken.. Arkasından da, hava raporlarına göre, geleceği günlerdir beklenen bir yağmur..
Geçmişte sadece kodamanlara tahsis edilen bu mekanların halkın hizmetine açılmasında emeği geçenlere teşekkürler..
*
‘HİDİV KASRI’NDAN YİNE DÖNELİM ‘BEYAN’A..
Biz tekrar dönelim, Beyan Yayınları’nın merkezindeki toplantıya..
-Benim biraz gecikmeli olarak katılabildiğim- toplantıda, dinlediğim kısım itibariyle, Kürdistan coğrafyasından yetişmiş ve o o bölgeyi iyi bilen Vahdeddin İnce’nin, İslamî kaygularını merkeze alarak yaptığı sunum ve değerlendirme önemliydi. Müslüman kürd halkının hangi tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu, hangi yanlışların yapıldığı, müslüman kürd halkının, emperyalist güçlerin de entrikalarıyla, geleneklerinden inanç ve kültüründen, geleneklerinden koparılıp, markist-laik- materyalist bir çerçevede yapılmış bir sosyal düzenleme adına teslim alınmak istendiği ve hattâ bu planlarla Irak Kürdistanı’nda da, Barzanî’nin safdışı edilmeye çalışıldığı gibi konuları etraflıca anlattı.
Vahdeddin Bey, IŞİD’e karşı mücadele eden bazı kürd gençlerinin, o bayrakta yazılı olan Kelime-i Şehadet’i bile bilmeyip, o bayrağı çiğnediği gibi acı sahnelerin varlığını; ama, IŞİD bayrağındaki ‘Kelime-i Şehadet’ yazısını dikkatle kesip, bayrağın gerisini yakanların olduğundan da söz etti. Ama, bu hassasiyetin giderek tükendiğini de ekliyerek..
İhsan Arslan da, AK Parti’de m.vekilliği yapmış birisi olarak, yapmayı düşündükleri bir çok düzenlemeleri yapamadıklarını ve bunda çeşitli etkenlerin rolünün bulunduğunu, bu açıdan bölgede bir hayal kırıklığının da yaşandığını, bölgenin kendi özel şartları açısından, gelinen noktanın elbette ki, her bir müslümanın içini sızlatacak bir duruma gelindiğini;Devlet refleksinin sergilenmesi sırasında sosyal gerçeklerin çok dikkatli gözetlenmesi gerektiğini anlattı.
Nevzat Çiçek de, bölgedeki gözlemlerinden ilginç tesbitler aktardı; seçimin tekrarlanması durumunda bölgede çok fazla şeyin değişip değişmiyeceği üzerinde tahminlerde bulundu.
Abdurrahman Aslan ise, problemin bir kürd-türk-arab, vs.. mes’elesi olmadığını, ümmet problemi olarak ele alınması gerektiğini vurguladı.. Aynı inanç potasındaki insanların, kendi ana dilleri ve diğer tabiî haklarıyla mücehhez olmakta hürriyetlerinin kısıtlanamıyacağını vurguladı. Ve emperyalistlerin hazırladığı düşünce kalıpları içinden çıkılamadığından, müslümanların kendilerine özgün çareler üretemediğini dile getirdi. Ve her türlü ırkçı- coğrafyacı cereyanlara karşı, müslüman imanı ve aklıyla çarelere üretemediğimiz takdirde, ‘İslamcılık bitti..’ diyenlerin ekmeğine daha fazla yağ sürmek durumunda kalınacağını ifade etti, zengin örneklerle..
Söz, aslında dinlemeyi tercih eden bu satırların sahibine gelince.. Genelde Abdurrahman Aslan’ın dile getirdiği görüşler istikametinde konuşacağını belirterek -özetle- şunları söyledi:
‘… 100 yıl öncesine kadar kavmî temellere dayalı bir devlet yapısı yoktu, müslümanların.. Herhangi bir kutsal coğrafya ve vatan anlayışımız da sözkonusu değildi.. Namık Kemal gibi birisinin yazısında bile vatan, ‘merkezinde Kâbe bulunan geniiiş coğrafyalar’ olarak belirtiliyordu.. Osmanlı‘nın belki en güçlü tarafı, tebaı arasında ırk ve dile dayalı bir ayırım yapmamasıydı. Ve gayrimuslim tebaın inançlarına da bir baskı sözdeğildi.. Çünkü, bu, İslam’ın gereğiydi.
Ama son 100 yıla gelince.. Emperyalistlerin tadlı hayallerine aldananların müslüman kavimlerin içinde, aydın, münevver, vs. olarak yaldızlanıp öne sürülünce.. Önce müslüman arnavudlar arasında başlatılan kavmiyetçi-nasyonalist düşünceler türkçülüğü de tetikledi.. Bunu arabcı, kürdçü, vs. kavmiyetçi cereyanlar takib etti.. Ve Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesiyle, ortaya yığınla devletler çıktı.. Arab devleti adına düzinelerce rejimler.. Halkları türkçe konuştuğu için türk devleti sayılan devletlerin sayısı da yarım düzeniyi aşkın..
Halbuki, Osmanlı’nın yıkılışından sonra bile müslüman halk, ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaa-y’ı Hukuk Cemiyetleri’ etrafında teşkilatlanırken, bu teşkilatların isminde olduğu gibi, hedefinde de asla bir kavim, ırk sözkonusu edilmemişti, ‘Ahali-y’i İslam’a yapılan mezalime son vermek..’ hedef olarak belirlenmişti..
Ama, birkaç sene sonrasında, bu hedef unutuldu, yerine türkçülük yerleştirildi..
Siz, kavim adına, etnik yapı temeline dayalı bir devlet kurdunuz mu, bu, başkalarının da benzer taleblerde bulunmasına haklılık kazandırır..
Biz bugün fikrî temel olarak, etnik temele dayalı olmayan ve İslam Milleti’nin tamanını hangi ırk ve kavim temelinden olursa olsun, kucaklayacak ve herhangi bir ırkı, kavmi, dili, coğrafyayı kutsamıyacak ve dışlamıyacak, üstün veya noksan saymıyacak bir insanlık ve kardeşlik anlayışıyla bir dünya düzeni kurmayı kurmayı hedef edinmeliyiz.
Bunun zorluğu ortada.. Asr-ı Saadet’ten hemen sonraki dönemlerden beri, maalesef, sağlıklı bir devlet modeli geliştiremedik, hayatımız, güçlü olanların haklı sayıldığı, kılıcı kuvvetli olanların meşru’ kabul edildiği ‘de facto’ anlayışına göre şekillendi..
Halbuki, biz Müslümanız, toprağa, ne havaya, suya, çamura, ya da bayrak diye uydurulmuş kutsallara tapmamakla mükellefiz..
Bugün temel mes’elemiz beynimizi, ırk, vatan, bayrak, dil, coğrafya gibi kendi icad ettiğimiz sun’i, yapmacık kutsallardan temizlememizdir..
Bugün, müslüman halkların bunca devletleri varken, pratik olarak bunlara fiilen karşı çıkmak yerine, mevcud şartlarda bunların bir eyalet sistemi veya federasyon veyakonfederasyon halinde, belirlenecek temel İslamî çerçeve içinde iç işlerinde serbest, uluslararası planda, dışsiyaset, savunma ve para birimi açısından ise, tek bir yapıya kavuşturulmaları esas alınabilir. Bu gibi fikirleri, önce kendi beynimizde tartışıp, aklî doğruları yeşertmeliyiz..
Bunlar hayal gibi gelir ama, 100 yıl öncelerde müslümanların parça-bölük hale gelebileceği bir hayal gibi gözüküyordu ve amma, maalesef oldu..
Beyinlerimizi sağlıklı düşünce temelinde inancımızın emrine verirsek, fikirlerimizi bu yönde geliştirirek, niye olmasın ve tarihte gerçekleştirilmiş olanlar yeniden niye tekrarlanmasın?
Hiç bir kavim diğerinden üstün veya alçak değildir. Hiçbir dil veya coğrafya diğerinden üstün veya düşkün değildir.. Bizim kendimizi insanlığa tanıtmamızın tek temel ölçüsü, ‘Lailaheillallah, Muhammed’un Resulullah’tır.
Bu mânâ, bütün zaman ve mekanları içine alan ve bütün insanlara hitabeden bir özgürlük manifestomuz hükmündedir.’
*
dirilişpostası