Viyana"ya başka türlü girmek, ve.. (Yolboyu notları) -4

Selâhaddin Çakırgil

(Yolboyu Notları"nın üçüncüsünde, Linz"den Viyana"ya giderken, yolda, "Hitler Almanyası"nda en çok da yahudilerin toplandığı mekanlardan birisi olan Mauthausen Toplama Kampı ve bu konu etrafındaki bazı bilgileri aktarmaya çalışmıştım..

Noktalamak üzere, gezimizi sürdürelim.. )

*

Mauthaussen"dan doğuya, Viyana"ya doğru ilerliyoruz..

Bir taraftan da bu yerlerin tarihî bir film şeriti gibi geçiyor zihnimden..

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kağıt üzerinde de olsa, aşağı yukarı Osmanlı ile yaşıt.. Çünkü 1285 -1918 arası hüküm sürmüş.. Aynı dönemde tarih sahnesine çıkmış, aynı savaşla birlikte tarih sahnesinden silinmiş.. Ama, Avrupa tarihini derinden etkilemiş... Uzun tarih dönemleri boyunca birçok ülkeleri yönetmiş.. Kimisini akrabalık yoluyla, kimisini askerî güç, siyasî entrika ve zenginlik yoluyla...

Bir broşürdeki tarihî geçmişe bakınca, Osmanlı"nın muasırı ve rakibi olan bir ilginç güç odağının resmi çıkıveriyor ortaya..

Çünkü Avusturya hükümdarlarının resmî unvanları ilginç bir tablo oluşturuyor:

Avusturya Hükümdarı, Kastilya Kralı, Aragon Kralı, İspanya Kralı, Macaristan Hükümdarı, Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru, Meksika İmparatoru Kurucu: II. Otto

Sonraki hanedan: Habsbourg-Lorraine Hanedanı

Bütün bu khanedanların hükmettiği tarih dönemlerine gelince..

-Mukaddes Roma- Germen İmparatorluğu, ( 1273- 1806)

-Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ( 1282- 1918)

-Almanya  Krallığı, ( 1273- 1806)

-Hırvatistan Krallığı, ( 1437- 1918)

-Macaristan Krallığı, ( 1437- 1918)

-İspanya Krallığı, ( 1516- 1700)

-Portekiz Krallığı, ( 1580- 1640)

-Bohemia (Çek) Krallığı, ( 1526- 1918)

-Erdel (Transilvania) Krallığı ( 1690- 1867)

Ayrca kısa süreli olarak yönettikleri ülkeler ise..

-Meksika İmparatorluğu, ( 1864- 1867)

-Toskana Granddüklüğü, ( 1790-1859)

-Parma Düklüğü, ( 1814- 1847)

-Modena Düklüğü, ( 1814- 1859)

*

Bölgenin Roma ordularınca fethini, (miladdan sonra) 4. ve 5. yüzyıllarda Germen ve Kelt kabilelerinin istilaları izlemiş.. Sonra,  Charlemagne yönetimindeki Frankların 8.yüzyıldaki hâkimiyeti..

*

Bu derin tarihi (800 – 1499 arasını)  ana hatlarıyla hatırlamakta fayda var..

800: Frank İmparatorluğu Kralı"na Büyük Karl, Papa III. Leo tarafından Roma İmparatoru tacı takılır. Daha sonra, 814"te Aachen"de ölen Karolenj soyundan gelen Kral, "Avrupa"nın Babası" ilan edilir

962: Büyük I. Otto"nun imparatorluk tâcı giymesiyle "Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu" (Heilige Römische Germanische Reich) tarihi başlıyor..

1278"de Orta Avrupa"daki mahallî bir feodal güç olan Habsbourg ailesinden Rudolf, Bohemia"yı ele geçirdikten sonra, Habsbourg Khanedanı"nı tesis eder ve asırlarca hükmedecek olan bir güç merkezinin çekirdeğini oluşturur ve bu khanedan, Avrupa"nın küçümsenmiyecek bir bölümünü ele geçirip İspanya, İtalya, Hollanda, Burgonia üzerindeki hâkimiyetlerden ayrı olarak, Amerika"da da geniş sömürgeler elde ederek, büyük bir imparatorluğa dönüşür.. 1278"den 1. Dünya Savaşı"nın sonuna kadar süren bu dönem, Habsbourg ailesine mensub arşidüklerin ve daha sonra imparatorların tarihinden ibarettir diye nitelense, yanlış olmaz...

Habsbourg Hanedanı"nın yükselişi, I. Maximilian"in 1493"de başlayan hükümdarlığı ile başlar.. "Mukaddes Roma - Cermen İmparatorluğu"nun imparatorlarının hemen tamamını ve 1504 -1700 arası İspanya"nın krallarını bu hanedan yetiştirmiştir.

Nitekim, Charles- Cinq ( Şarlken / 5. Karl) 1520-58 arasında,  40 yıl kadar süren hükümranlığı sırasında, "üzerinde güneşin hiç batmadığı bir imparatorluğu" yönetmekle övünürmüş.. Bu dönemde, Macaristan ve Bohemya"nın da Habsbourg topraklarına katıldığını ve  Kanûnî Sultan Süleyman"ın Viyana Kuşatması"nın (1529"daki Birinci Viyana Kuşatması"nın) püskürtüldüğünü de hatırlayabiliriz.

Ama, Katolik Avusturya, Otuz Yıl Savaşı"nın sonunda Alman Protestanlarına boyun eğmek zorunda kalınca, Avrupa"daki güç dengesinde, Fransa"nın gerisine düşer. Daha sonra 18.yüzyıl başlarında İspanya üzerindeki hâkimiyeti yitirmesine, Avusturya Veraset Savaşı"nda (1740-48) sarsılmasına ve 1763"te Prusya kuvvetlerine yenilmesine rağmen, Avrupa"daki geniş topraklarıyla önemli bir güç olarak varlığını sürdürdü..

Ne var ki, 1806"da Ulm- Austerlitz Muharebesi"nde Napoleon"un zafer kazanması, Avusturya"ya ağır bir darbe olur.. Napoleon, "Mukaddes Roma Germen İimparatorluğu" olan bu güç odağına son verir ve İmparator Franz, o tantanalı sıfatını terketmek ve sadece Avusturya İmparatoru I. Franz olarak anılmayı kabullenmek zorunda kalır..

Ama, Napoleon"un 1814"te yenilgiye uğramasıyla, Avusturya yeniden güçlenir.

1866-Avusturya-Prusya Savaşı"ndan sonra ise, Habsbourg Khanedanı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu"nu oluşturmayı başarır..

Ama, Bismarck"ın Alman Birliği"ni sağlama mücadelesinde, özellikle, Almanya"nın Fransa"yı Sedan"da ağır bir mağlubiyete uğratması ve bir-iki günlük savaşta 90 bin kişilik bir fransız ordusunu tamamen yok edip, Fransa İmparatoru III. Napoleon"u da esir almasıyla, Almanya gücünün zirvesine yükselince, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu yeniden geri çekilmek zorunda kalır..

Yine de, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bir büyük askerî güç olmayı sürdürür.. Nitekim, Osmanlı"nın hâkimiyetindeki Bosna-Hersek üzerinde zaman zaman hâkimiyet kurma çabaları olur ve bu kısa dönemli eldeğiştirmeler ve iç karışıklıklar sonunda Avusturya, Osmanlı"daki Meşrutiyet karışıklıklarından da istifade ederek Bosna-Hersek"i işgal eder, 1908"de.. Ama, bu  "kazanç", ona tarih sahnesinden silinmesiyle noktalanacak bir yığın felaketlerin başlangıcı da olur..

Çünkü, "Avusturya-Macaristan İmparatorluğu" tahtının vârisi, Arşiduk Ferdinand ve eşinin Saraybosna"da 28 Haziran 1914"da Prencip isimli bir sırb gencinin suikasdiyle öldürülmesi, sadece "Avusturya-Macaristan İmparatorluğu"nu etkilemekle kalmaz, Avrupa dengelerini de alt-üst eder ve gelişmeler Birinci Dünya Savaşı"nın patlak vermesiyle sonuçlanır..

Bu savaş, Rusya"daki 300 yıllık Romanoff"lar Khanedanı"nın yıkılmasına ve komünist bir rejimin kurulmasına zemin hazırladığı gibi, Almanya"da Hohenzollern Khanedanı"nın ve de Ortadoğu ve Balkanlar"ın  600 yıllık büyük gücü olan Osmanlı Khanedanı"nın ve de İtalya"daki Krallık düzeninin yıkılmasıyla noktalanan gelişmeleri beraberinde getirir.

Savaşın sonunda imparatorluğun çökmesiyle, Habsbourg Khanedanı ülkeden sürülür ve Avusturya şimdiki sınırları içinde bir cumhuriyete dönüşür..

*

Orta Avrupa"nın göbeğinde yer alan bu kara ülkesinin bugünkü sınırları, dağılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu"nun enkazını da düzenleyen 1919-Versailles Andlaşması"na dayanır. Komşuları İsviçre ve Liechtenstein, Almanya, İtalya, Slovenya, Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti..

Avusturya"nın, 1938"de, yine Avusturya doğumlu olan Adolf Hitler döneminde, Nazi Almanyası"na iltihakı (anschluss) ile, 1945"te müttefik kuvvetlerince işgal edilmesine kadar Üçüncü Reich"ın bir parçası olarak kaldı ve yeniden bağımsız bir devlete dönüştü.. Avusturyalılar sosyal kültür ve alışkanlıkları bakımından genelde oldukça muhafazakâr bir katolik toplumdur..

Ve, sosyal refah standardı, Avrupa ortalamasının üzerindedir..  

*

"Londra, Paris, Viyana ve Berlin"i görmek, Kâbetullah"la Aqsâ"yı görmek gibidir.."  (Haşâ..)

 

Viyana üzerinde bu kadar duruşumun sebebi, Avrupa ve hattâ dünya tarihini bu kadar derin etkilemiş olan bir güç odağına asırlarca başkentlik yapmış olması..

Böylesine büyük ve deriiin bir tarihe başkentlik yapmış olan ve bizim tarihimizde de, ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmış askerî kuşatmalara uğramış bir Viyana, en azından zihin ve tarihî hafızâ dünyamızda ayrı bir yer işgal eder..

Hele de son 200 yıl boyunca, müslüman dünyanın okumuş kesimlerinden Avrupa"ya giden nicelerinin, Batı dünyasının maddî medeniyet ve kültür eserleri ve de, daha mühimi, o dünyanın askerî ve diplomatik gücü karşısında âdeta bir çarpılmışlık duygusuna kapıldıklarını da bu vesileyle hatırlayalım..

Ziyâ Paşa"nın 130 sene öncelerdeki bu "mustagribliği (Batı çarpılmışlığını) eleştirmek için yazdığı bir şiirdeki mısralar aklıma geldi..

 

"Mösyö, pardon" diye eylersen feth-i kelâm (söze başlarsan)

Denilir her sözüne, keramet gibidir..

Londra, Paris, Viyana ve Berlin"i görmek,

Kâbetullah"la (Mescid-i) Aqsâ"yı görmek gibidir..

 

Evet, Ziyâ Paşa"ya bu ironik yergi mısralarını yazdırtan ve kendi çağdaşı olan okumuş kesimler arasında sıkça rastladığı ve kendi kendilerini münevver/ aydın olarak niteleyen ve Avrupa karşısında ise, aşağılık duygusuna kapılmış bir çöküş neslini nasıl anlamalı?

Bugün de aynı hastalık, bugünün argümanlarıyla kendini açığa vurmuyor mu?

Kaldı ki, bizzat Ziyâ Paşa bile, kendi çağdaşlarının bu halet-i ruhiyesini hicvederken,  eleştirirken; aynı duruma bizzat kendisi bile düşebilmekteydi..

Nitekim, o,  Şa"ban 1287"de (miladî 1871"lerde) Cenevre"de şu mısraları yazmıştı:

 

"Diyar-ı küfr-i gezdim, beldeler, kaşâneler (saraylar) gördüm,

Dolaştım, mülk-i İslam"ı, bütün virâneler gördüm.. "

 

Halbuki, -başta Amasya olmak üzere, Anadolu"nun bazı yörelerinde Mutasarrıflık/ Valilik hizmetlerinde bulunduğu için- Anadolu"yu da bilen Ziyâ Paşa; Avrupa"ya gittiğinde,  Cenevre"nin, Paris"in, Viyana"nın, Berlin"in lüks semtlerini değil de; taşrayı veya sanayi devriminin ortaya çıkardığı, topraktan kopup gelmiş, kendi beden güçlerinden başka bir dayanakları olmayan milyonların yaşadığı işçi kulübelerinin bulunduğu mahalleleri dolaşsa idi veya özellikle de Avrupa kavimlerinin birbirini korkunç şekilde yutmaya çalıştığı iki Dünya Savaşı"ndan geride kalan korkunç manzaraları görmüş olsaydı, bu mısraları herhalde bu kadar rahatlıkla telaffuz etmezdi..

*

Bu benim Viyana"yı ilk görüşüm..

Viyana, 1, 8 milyon nüfuslu bir şehir..

Tuna  (Donau) kıyısında.. Hemen bütün Tuna kıyıları, ovaları gibi ve Orta Kuzey Avrupa  geneli gibi, her taraf yemyeşil.. Etraf bağlar-bağçeler.. Şehirler yeşillekler içinde boğuluyor âdeta.. O kadar ki, insanın zihninde bir şehir  profili kalması için, şehirleri görebilecek yüksek bir yere, bir tepeye filan çıkması gerekiyor..

Ki, o bile pek bulunmuyor.. Çok uzaklarda, dağların silueti göze çarpıyor.. Yakın çevrede ise, bazı yükseklikler var, hafif tepelikler şeklinde.. Herhalde, Tuna kıyılarından yüksekliği 250 metreyi bile geçmiyecek tepelikler..

En yükseği de herhalde Kahlenberg.. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa"nın 1883"deki II. Viyana Kuşatması"nı yönettiği karargâhı da bu tepede imiş..

Kahlenberg, "çıplaktepe" (veya Anadolu"da benzer isimlendirmeler için kullanılan şekliyle Keltepe) mânasında .. Ama, orası da orman kaplı.. Belki eskiden ağaçsız bir tepe imiştir..

*

Viyana"ya kılıç yoluyla giremiyenlerin, süpürgeyle girdiklerini anlatan bir karikatürde gerçek payı yok mu?

 

12 yıl kadar öncelerde, dönemin Türkiye C. Başkanı Süleyman Demirel, resmî bir ziyaret Viyana"ya geldiğinde,  "Muhteşem Süleyman girememişti buraya, ama, şimdi ben giriyorum.." diye bir nükte yapmıştı da..  

O zaman bir Avusturya gazetesi, bu söze bir karikatürle karşılık vermişti.. Kılıcı kırılmış olarak, geri gönderilen Sultan Süleyman"ın yerine, Anadolu"dan omzunda küreği veya süpürgesiyle, yırtık-pırtık bir durumda, arka sokaklardan sessizce Viyana"ya giren yeni Süleyman"lar çizilmişti.. Onlardan birisi de Demirel"di..

Ben ise, Viyana"ya bu iki Süleyman"dan daha farklı bir şekilde giriyordum, işte..

Ama, itiraf edeyim, bizim tarihimizde de bu kadar önemli bir yer işgal ettiğine göre, Viyana"yı azçok İstanbul"a benzer özellik ve güzellikte bir yer olarak düşünüyordum..

Hem "Viyana Kuşatmaları" yüzünden, daha önce tarafların savaş konumlarını gösteren krokilerden az çok bildiğim ve de kartpostallardan bazı kesitlerini gördüğüm Viyana"ya dair tahayyülümdeki Viyana"dan, gerçek Viyana"ya geçince, acaba, "Burası evet, evet, işte orası.." diyebilecek miyim, diye düşünüyordum.. Hayal kırıklığına uğradım..

Evet, Viyana, kendi bölgesinin şartlarına göre, coğrafî ve tabiî güzellikleri açısından güzel bir yer.. Stratejik açıdan da önemli olmuş olabilir, geçmiş asırlarda.. Ama, bir İstanbul ile, bir Bursa , bir Diyarbakır, bir Sivas ve bir İsfahan, Şiraz veya Lahor"la, bir Bağdâd ile, bir Şam (Dimeşq/ Damascus) ile  inanınız ki, kıyaslamaya bile gelmiyecek bir yer..

Bunun için de, Hemşehrim sayılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa"ya asırlar gerisinden, "Üzülme be paşam, değmezmiş.." dedim, içimden.. Ve ama, onun da bana, "Bu başarısızlık üzerine, dönüş yolunda İstanbul"a varmaya ve kendimi anlatmama bile fırsat verilmeden, Belgrad"da kafası koparılan kimdi? Senin kafan koparıldı mı, hiç?" der gibi karşılık verdiğini hissettim..

Evet, tarihimizde, sırf başarılı olamayan kumandanların hemen cezalandırılmasını, biz, ne kadar âdil olup olmadığını pek düşünmemişizdir.. Halbuki, yenilgi haksızlığın ve yanlışlığın mutlak işareti değildir; bir ordu, doğru yönelitildiği zaman da yenilgiye uğrayabilir.. Ki, Kur"an"da da, "Biz zafer ve yenilgi günlerini insanlar arasında dolaştırır- dururuz.." buyrulur.. Yani, bu bir takdir-i ilahîdir de.. Her zafer  mutlaka bir haklılık ve isabetli hareketin, üstün zekâ veya kahramanlığın; ve her yenilgi de, mutlaka bir haksızlığın veya savaşı kötü yönetmenin ve beceriksizliğin sonucu sayılamaz..

Ve yenilen kumandanı hasmı öldürebilir, ama, onun kendisini savunma hakkı bile verilmeden, kendi âmirlerince, üstlerince öldürülmesini nasıl anlamalı? (Unutmayalım ki, Uhud"daki savaşımızda da, Resul-i Ekrem (S) yenilgiye uğramıştı.. Yani, yenilgiye uğramak, tek başına bir haksızlık ve yanlışlık delili olarak ele alınamaz..) 

*

Evet, asırlarca böylesine etkin bir imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehrin tarihî zenginlikleri, müzeleri, görkemli sarayları, binaları elbette fazla olabilir..

Ama, Avrupa"nın en güzel şehirlerinden sayılan Viyana  da, insan kendisini daha başlangıçta psikolojik olarak her şeyi fevkalade mükemmel imiş gibi görmeye ayarlamazsa, hiç de öyle çok güzel değildir ve hele, emsalsiz gibi nitelemelere hiç lâyık sanılmamalıdır..

Tuna nehrinin ve devamlı yağış alan iklim şartlarının da neticesi olan tabiî güzellikleri, tamam..

Her taraf yemyeşil ve epeyce düzenli.. Esasen, çoğu Orta ve Kuzey Avrupa"da yeşillik, âdeta başka renkleri unutturacak kadar yoğun..

Ama, bu yeşillikler içinde, noksan olan çok temel bir şey var..

Yeni nesiller yeşermiyor..

Yeni ve genç nesillerin izleri giderek kayboluyor.. Hayatın cıvıl cıvıllığı yerine, bir yeknesaklık, durağanlık, hattâ umursamazlık, bezginlik ve istirahat hali gibi birşey göze çarpıyor her yerde.. "Geriatrik, yaşlılardan oluşan bir medeniyet" havası hâkim, atmosfere..

*

"Viyana.. Görkemli tarihî geçmişi hatırlatan, orta güzellikte bir şehir..  "

 

Viyana"nın ilk mahallelerine girmeye başladığımızda, numaralarla anılan semtlerle karşılaşıyorum.. "Burası, 17"nci; burası, 15"nci, 11"nci Viyana..." gibi.. Bunu daha önce de duymuştum, ama, harita üzerindeki sıradan bir numaralama sanıyordum.. Halbuki, halkın dilinde de, semtler bu numaralarla anılıyor.. İnsanlar nereye gideceklerini veya oturdukları semtleri, numaralarını söyleyerek belirtiyorlar, nakil vasıtalarında da durum aynı.. 

Viyana , şimdiki haliyle 25-30 kadar semte ayrılmış. Burada semtlerin başka ismi de vardır belki, ama, hep numaralarıyla anılıyor..  İlk 8-10 Viyana, Viyana"nın merkezî semtleri..

Asıl görülmeye değer yerleri de bu merkezî kesimde toplanmış, tabiatiyle.. Görkemli kiliseleri, gözalıcı sarayları, müzeleri, opera ve konser mekanları var ise de, şehir düz olduğundan, bu mekanlar ytaa yakınlarına kadar varmayınca, pek farkedilemiyor..

Viyana, evet, bir tarih şehri ve tarihî mekanları ve tarihten çağrıştırdığı pekçok şeye sahib.. Ama, tabiî güzelliği açısından, diğer yerlerden pek farklı sayılmaz..

Yani, öyle büyüleyici bir tarafı yok.. Belki, özellikle yerli halkın davranışlarında,  yapmacık bir asalet ve kibarlık hissediliyor..

Habsbourg"ların ikâmetgahı olan Schönbrunn Sarayı ve çevresi park düzenlemeleri ve hayvanat bahçesi ve müzeleriyle güzel düzenlenmiş.. (Bu sarayın ismindeki "brunn" kelimesi, almancada "kaynak, pınar, çeşme, kuyu" gibi mânalara geldiğine göre, türkçeye "Güzelçeşme" olarak tercüme edilebilir..)

Parlamento Sarayı ile Belediye Sarayı ve National Bibliothek (Ulusal Kütübhane) binaları, ihtişamda birbiriyle yarışıyor âdeta..

Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı binaları ise, oldukça gösterişsiz ve sâde.. 

Dünyanın çeşitli yerlerinden çalınıp getirilmiş önemli san"at eserleriyle dopdolu ve hakkını vererek gezebilmek için saatler ayrılması gerekli olan Kunsthistorisches Museum.. (Sanat Tarihi Müzesi..) görmeye değer bulunabilir.. İçinde, yüzlerce- binlerce heykeli, san"at şaheseri  tabloları barındıran bu müze, bu sahaya ilgi duyanlar için ilginç sayılabilir.. Geçmiş yüzyıllar içinde, şehir devletlerinde krallık yapmış olan kişilerin mermer heykelleri birbirleriyle, güç yarışındalar gibi, âdeta.. Ama, saltanatlarının yerine yeller esiyor şimdi..

Ama, müzelerde fotoğraf çekmek isterseniz, giriş biletinden ayrı olarak, bir de fotoğraf çekme izni için de para ödemek zorunda olduğunuzu unutmamalısınız

Aynı değerlendirmeler, Tabiat Tarihi Müzesi için de geçerli... Oldukça zengin ve öğretici.. Bu iki müze arasındaki büyük meydanda, oldukça yüksek bir kaide üzerinde, koltuğuna kurulmuş, etrafında muhafızlarıyla görkemli bir şekilde etrafı seyreden,  kocaman bir Marie Theressia heykeli var..

Bu kadın, Avusturya tarihini derinden etkileyen en ünlü hükümdarlardan sayılıyor.. (Türkiyelilerle Avusturyalılar arasında ise, fabrikalarda, avamî tarih gırgırları yapılırken, Kara Mustafa Paşa"nın Viyana"yı, bu Maria Theressia"ya vurulup alamadığına dair, Baltacı Mehmed Paşa - Rus Çariçesi Katherina yakıştırmasındaki gibi laflar ediliyormuş.. Halbuki, Maria Theressia, Kara Mustafa Paşa"dan 100 yıl sonralarda yaşamış, zaman açısından bile üzerinde durulamıyacak kadar gayri ciddî bir konu..)

Kara Mustafa Paşa, Avusturya"lıların tarih hâfızasında silinmeyen bir isim halinde, hemen her köşedeki heykellerle, kabartmalarla, müzelerdeki tablolarda veya duvar resimlerinde cap-canlı.. Ve pastahane veya ekmekçi dükkanlarının vitrinlarında hilal şeklinde küçük ekmekleri sıkça görebilirsiniz.... Bunların , müslüman kuşatmasını bertaraf ettiklerinin hatırasına , o hatırayı canlı tutmak için, hilal şeklinde yapılıp yenildiği ve bu geleneğin 300 yıllık bir geçmişi olduğu söyleniyor.. İnsanların pek umurunda olduğunu sanmıyorum.. Ama, bir sosyal tartışma olursa, işte o zaman, şuûr altından fırlayabilir bu gibi izler

*

Bu arada, şehrin görülmeye değer saray ve müzelerini, hakkını vererek gezmek için uzunca bir zaman ayırmak gerekir.. Alışveriş yapmaya kalkışırsanız, hiç de sağlam olmayan ve bir defa kullanılıp, atılmaya göre imal edilmiş Çin mallarının buradaki pazarları bile epeyce istila ettiği görülebilir.. Onca asâlet iddiasına rağmen, ekonomik buhrandan sonra, bu mallar burada da daha bir göze batmaya başlamış..

Şehir trafiği genelde rahat sayılabilir.. Şehir turu yapan atlı arabalar ve tramvaylar da var.. Sokaklarda, atların çektiği bir arabada asilzâdeler gibi gezmek ve nostaljik takılmak  istiyorsanız, faytonlarla bir şehir turu yapabilirsiniz.

Bu yerlerden kısa kısa da olsa, birkaç cümleyle sözedeyim..

Viyana'da Graben Meydanı'nda birçok görkemli mimarîyi birkaç km. karelik dar bir alanda görmek mümkün.. 1680"de yapılan Pestsaule o dönemde, bütün Avrupa"yı kasıp kavuran büyük Veba Salgını"nın hâtırasını yansıtıyormuş.. (Pest, veba/ kolera demek; saule de sütun...)

St Stephan's Katedrali 1360-1440 yılları arasında yapılan ve 137 metre yüksekliğindeki  "Güney Kulesi'yle Viyana'nın simgesi olan bu gotik katedral, ziyaretçilerle tıklım tıklım.. Kapıdan istavroz (haç) işareti yaparak saygıyla giren çıkanlar, çok az.. Gerisi, turistik niyetle gelmiş, antik eser ve ikonları seyretmeye teşne kimseler..

Bütün gotik mimarî eserlerde görülen sıkıcı, insanı âdeta boğuyormuş gibi bir hiss uyandıran bu katedralin hemen her tarafı "ikon"larla, heykellerle o kadar dopdolu olmuş ki, neredeyse üst-üste yığılmış.. Bu arada çok pahalı mücevherlerle, kıymetli taşlarla süslenmiş ikon"lar da gözalıcı... Hz. İsa"nın, mermer heykellerden yansıtılan çarmıha geriliş sahnelerindeki acı ve ızdarabları, herhalde, yahudilerin Hz. İsâ"ya yaptırdıkları işkencelerden az olmasa gerek..

Figarohaus: Mozart'ın yaşadığı evin müzeye dönüştürülmüş şekli.. Batı müziğinden anlayanların ziyarete ayrıca önem verdiği bir yer.. Çikolata amblemlerine kadar yerleştirilmiş bir Mozart sevgisi, insanlara dolaylı olarak, zorla telkın edilmek isteniyor gibi..

("Zauberflöte / sihirli flüt" olarak da anılan Mozart"la ilgili olarak eklemek istediğim bir not daha var: Viyana"da bulunduğum günlerde, buradaki magazin medyasında, Mozart"ın mason locasına üye olduğu ve sonra ayrıldığı ve mason sembollerini, âyinlerini alay konusu yaptığı ve onların sırrlarını topluma ifşa ettiği ve bunun için ömrünün son döneminde çok sıkıntılar çektiği ve öldürüldüğüne dair bir haber de yer almıştı.. Aklıma, bizden, 1950"lerin ünlü hikâye yazarı Mahmûd Yesarî"nin mason olduktan sonra ayrılıp, onları çok alaylı bir dille eleştirdiği yazıları geldi..)  

Sigmund Freud Museum: Ünlü psikiatr Freud'un yaşadığı, çalışmalarını sürdürdüğü ev de bir müzeye çevrilmiş..  Freud'un özel-şahsî koleksiyonları ve fotoğrafları.. Ki, Freud hakkında o müzeden alacaklarının ötesinde bilgi sahibi olanlar için önemli olmasa gerek.. Bu yüzden, ben de gezmek gereğini duymadım..

Bu arada Freud Parkı ve Wotiv Katedrali de, dış görünüşüyle güzel..

*

Viyana askerî müzesi,  son yüzyılları özetleyici özellikte..

 

Bana göre, asıl görülmesi gereken, "Heeresgeschichtliches Museum (Askerî Tarih Müzesi) olsa gerek.. Burayı hakkıyla gezebilmek için, en azından 3-4 saat ayırmak gerekiyor..

Önce, Kara Mustafa Paşa"nın o ünlü "başarısız" Viyana Kuşatması"nın Avusturya toplumunun avam polemiklerinde yer aldığı derecede, bu büyük askerî müzede yer almadığını belirtmeliyim..

Zâten, fazla yer verilmiş olsaydı, Avusturya tarihinin Osmanlı"yla yaşıt ve Avrupa tarihindeki o oldukça büyük ve etkin geçmişi küçültülmüş bile olurdu.. Elbette, müzenin içindeki duvar veya kubbe resimlemelerinde, veya tablolarda, veya heykellerde, sarıklı askerlerin kılıç kullanışları, onların ve "hilal"li bayraklarının ayaklar altında ezilişleri de resmedilmiş, ama, dediğim gibi, bu husus, günlük hayatta, avamın dilinde yer aldığı derecede yaygın değil.. 

İlginç bir diğer nokta da, Avusturyalılar ve hattâ bizim aramızda da Sultan Süleyman"ın 1529"daki Birinci Viyana Kuşatması"ndan çok, Kara Mustafa Paşa"nın 1683"deki "İkinci Viyana Kuşatması"nın daha çok bilinmesi.. Sokaktaki sıradan Avusturyalıların tarihî hâfızasında, asıl bu kuşatma ürkütücü bir iz bırakmış gibi.. Bu yüzden de, Kanûnî Süleyman"dan çok, "Mustafa Paşa"yı biliyorlar ve onu püskürttüklerini de daha bir gururla anıyorlar..

Osmanlı Ordusu"nun "Başkomutan otağı"  olması muhtemel ve Anadolu çizgileriyle dokunmuş bir büyük ve lüks çadır bir köşede sergileniyor.. Vitrinlerde, Osmanlı ordularının silahlarından, elbiselerinden, zırhlarından, hükümdar fermanlarından örnekler bulunuyor.. Hattâ, güzel bir hatla yazılmış bir  "Kelime-i Şehadet" tablosu da bir köşede..

"Askerî Tarih Müzesi"nde dolaşırken, binlerce ziyaretçi arasında, dikkatlice örtünmüş haliyle, müslüman olması muhtemel bir kız dikkatimi çekti.. Resim çekmesine izin vermiyorlardı.. Halbuki, bu heyecan verici mekandan fotoğraflar da çekmek istiyordu..  O kalabalık ziyaretçiler arasında, çaresiz gibi kalmıştı, âdeta.. 15 euro verip giriş bileti aldıktan sonra, resim çekememek durumuyla karşılaşmasının sıkıntısı yüzünden yansıyordu.. Problemini anlatmaya çalışıyordu, oradaki memurlara.. Selâm verdim, aldı..  Türkçe konuşmaya başladık.. Burada okuyormuş.. (Çorum veya Kırıkkale"den olduğunu söylemişti, galiba..) Müzeyi gezmek için bilet almış, ama, resim çekmek için ayrıca bilet alması gerektiğini bilmediğinden problem çıkarmışlar.. Yanında da, 2-3 euro" kadar da olsa, o para o anda yokmuş, bir arkadaşımız hemen onu verdi, o da bilet almaya gitti.. Mekan çok çok büyük, üç dört katlık bir saray olduğundan, bir daha karşılaşmadık..

Viyana Askerî Tarih Müzesi"nde gezerken, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu"nun ve Habsbourg Khanedanı"nın görkemli tarihinin nasıl müthiş bir savaş mekanizmasına dönüştüğünün, çağının sanayileşmesine, özellikle 1850"lerden sonra nasıl ayak uydurduğunun ilginç örneklerini görebiliyorsunuz.  

Müzede sergilenen ve Birinci Dünya Savaşı"nın son demlerinde üretilmiş savaş gemileri ve dev sahra topları ve diğer ağır ve hafif silahların teknolojisi, o döneme göre oldukça ileri..

Ama, bu güçlü silahlar ve savaş sanayii, yenilgiyi önlemeye yetmemiş.. 

(Çok güçlü ve karşı konulamaz olduğu gibi iddialarla yüceltilen TSK"nın gücünün, Kandil Dağı"nı temizlemeye yetmiyeceğini acı şekilde itiraf etmek zorunda kalan Y. Büyükanıt"ı bir daha hatırlayalım..)

Avusturya -Macaristan İmparatorluğu"nun Veliahdi Arşidük Ferdinand ve eşinin Saraybosna"da, 28 Haziran 1914"de, hareket halinde, üzerinde öldürüldükleri lüks saltanat otomobili de, bir köşede sergileniyor.. Üzerinde mermi ve kan izleri.. Ferdinand ve eşinin kanlı elbiseleri de vitrinlerde.. Bu iki kişinin öldürülmesini takib eden gelişmelerin, en az 40 milyondan fazla insanın ölümünü ve nice imparatorlukların (Hohenzollern, Romanoff"lar, Habsbourg ve Osmanlı İmparatorlukları"nın) tarih sahnesinden silinmesini intac eden gelişmelerin tetikleyicisi olduğunu düşünüyorum, acı acı..

Bu arada, Birinci Dünya Savaşı sırasında cebhelerde yaralanmış olan  "türk askerleri"ne sargı bezi, çamaşır, çorap, sigara, sabun vs. gibi yardımlar için "Hilal-i Ahmer"e (Kızılay"a) bağışta bulunulmasına dair almanca duvar ilanları vitrinlerde korunmuş.. Aynı şekilde, kendi askerleri için de yardım ilanları..

Yani, tam bir seferberlik havası..

Gözümün önüne, bu gelişmeler üzerine, Almanya"nın derhal savaşa girmesi için 1914 Temmuzu"nda Munich"de yapılan dev bir mitingdeki yüzbinlerin arasından, daire içine alınmış başı ile, gencecik bir Adolf Hitler"i gösteren resim geliyor.. O Hitler ki, derin bir heyecanla istediği o savaşa katılıp, onbaşı rütbesiyle yıllarca savaşmış ve sonra da ülkesinin ağır bir yenilgi alışını görmüş ve savaş sonrasında da, bu yenilginin nasıl olup da tadıldığının izahını hiç kimsenin yapamadığı bir sırada, konuyu "yahudilerin Almanya"ya ihaneti"yle izah edince, bir anda toplumun geniş kesimlerinin ve dahası, o savaşın, General Ludendorf gibi en ünlü komutanlarının duygularına bile tercüman olmuş ve verdiği çetin siyasî mücadeleler sonunda 1933"da iktidara gelmişti..  Hitler, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya, Osmanlı ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ve bütün mağlublara dayatılan  ve "barışı yok eden barış" diye nitelenen 1919-Versailles Andlaşması"nın zâlim paylaşımına karşı, Almanya"nın "hayır"ını yükseltince, milyonları arkasından sürüklemiş ve amma, sonunda da, sadece kendisini değil, Almanya"yı Birinci Savaş"tan daha da ağır ve korkunç bir yenilgiyle karşı karşıya getiren  ve en azından 60 milyon insanın ölümüne vesile olan kanlı gelişmelerin kapısını açmıştı..

Müzede, Hitler döneminin, II. Dünya Savaşı"nı öncesi ve esnasındaki savaş teknolojisinin, kara, hava ve deniz silahları, tanklar, savaş gemileri, denizaltılar, uçaklar, geliştirilen  muhaberat sistemleri, kimyasal gazlar vs.. alanında, ne kadar müthiş şekilde ilerlediğini gösteren ilginç örnekler de dikkat çekici şekilde sergilenmiş..

Bu arada, her iki Dünya Savaşı"na dair gerçek, belgesel askerî filmlerden kesitler de muhtelif salonlarda gösteriliyor ki, yorulduğunuzda, oturup, bir 15-20 dakika istirahat ederken de, tarihte yaşayabiliyorsunuz.. Kitleler halinde ölümler, tankların, mitralyozlerin, bombaların, kimyasal gazların ardından geride kalan yüzlerce genç insanın cesedleri.. Yağmur altında, çamur içindeki siperlere, yerin altındaki sığınaklara inmiş, bir anlık güneşe bile hasret, bit ve tifüsle boğuşan ordular.. Paletler altında canlı canlı ezilen askerler.. Bereket ki, sesli kayıd olarak izlettirilmiyor.. Hendeklere,  yüzler halinde doldurulan cesedler.. Hayatta kalanların, onlara,  bir an sonra aynı kaderi kendilerinin de paylaşabileceklerinin hissi ile, artık korku bile duymayacak kadar donuk-duygusuz nazarlarla, bir kitlevî şok hali içinde bakmaları..

O istirahat ânında bile,  acıları yüreğinizde hissedebiliyor, savaşın soğuk ve dehşetengiz yüzünü görebiliyorsunuz..

Ayrıca, o günlerin gazetelerinden sergilenen örnekler de acı ve  ibret verici, düşündürücü..

Mesela, II. Dünya Savaşı"nın son demlerinde, Stalingrad"daki ağır yenilgiyi veren bir alman gazetesinin büyük başlığı şöyle idi:  "Siz, Almanya yaşasın diye öldünüz.."  Haberin alt başlığında ise,Stalingrad"daki alman  ordusunun tamamen eridiği münasib bir dille anlaştırılıyordu..

Bu arada, Hitler"i -tabiatiyle savaş sonrasında- ağır şekilde eleştiren, suçlayan afişler, resimler, karikatürler de göze çarpıyor.. Hattâ denilebilir ki, Hitler"den intikam almak isteyen siyonist yahudi odaklar, bu müzeden bile, gereken faydayı sağlamayı ihmal etmemişlerdi.. Üzerinde düşünülmesi, gereken dersin alınması ve propagandanın nasıl ve ne kadar yapılmasının örneklerini veren bir derleme..

Saatler sürüyor, belki henüz yarısını bile gezemediğim müzenin kapanış saatinin geldiği anons ediliyor..

*

Bohem hayatının (zirvesinde değil) çukurunda bir eğlence hayatı..

 

Yorgunluk atmak için, arkadaşlar kahve içelim diyorlar.. Avusturya kültüründe  kahveye geçmişte, Schwarzwasser / karasu denilmiş.. İlk olarak Osmanlı askerlerinden görmüşler kahveyi ve ona "karasu"  demişler.. Sonra kendileri de alışmışlar..  Ama bu "karasu"  nitelemesi de de artık kullanılmıyor.. "Cafe" kelimesi, hükümranlığı burada da ele geçirmiş, çoğu yerlerde olduğu gibi..

Ama, ben kahveyi pek aramıyorum.. Çaya gelince hayır diyemiyorum, ama, içinde kanserojen etkisi olduğu söylenen boyalar kullanılan ve kokusu da  bana ağır gelen Ceylon çayını tercih etmiyorum; Rize çayını ve de onu içmek için, zarif, küçük bir bardağı burada nereden bulacaksın?..

Viyana,  eğlence hayatı en yaygınlaşmış şehirlerden... Opera, tiyatro, konser salonları, vals gösterileri, arkası kesilmeyen festivaller.. Bu eğlencelerin dışında, frenk hayatının gecelerini sabahın ilk ışıklarına bağlayan gece hayatının canlılığı ve birçok behimî zevk"u safanın sonuna kadar tükedildiği de, o gibi mahallerden geçerken bile anlaşılabiliyor.. Yani, bohem hayatının (zirvesinde değil)  çukurunda yaşayan bir şehir..
Öyle mekanlardan da, arabayla yavaşca geçtik.. Eski usûlde şarab üretilen küçük küçük, ama, yüzlerce yıllık geçmişe dayandığı söylenen imâlathaneler varmış.. İnsanlar, frenk hayatını buralarda renklendirmeye çalışıyorlarmış.. Gecenin saat 10"una doğru, o ışık ve renk cümbüşünün içinden, bir arabayla yavaşça geçtik.. "Heurigen"  denilen  ve kuru otlar ve samanlar üzerinde oturularak, (ki esasen, "heu/ hoy", kuru ot ve saman demektir), otantik bir görünümde eğlenildiği söylenen bu tavernalardan yükselen müzikler ve ağır bir şarab kokusu, atmosferi dolduruyoruştu âdeta.. Gürültüsü de caba.. O müzikten, o gürültüde ve içkiyle tütsülenmiş kafalarla ayrı bir zevk alıyor olmalılar..

Evliya Çelebi"nin seyahatnâmesindeki sözleri geliyor hatırıma... Kara Mustafa Paşa"nın Viyana Kuşatması"ndan hemen önce dünyadan gitmiş olan Evliya Çelebi buralara da gelmiş ve onu bir konsere götürmüşler Viyana"da.. "Bir yığın âdem geldi, ellerinde çalgı âletleriyle.. İki -üç saat kadar  uğraştılar, bir türlü bir makam tutturamadılar, sonra dağılıp gittiler.." diyordu, özet olarak.. Garibanım, kendisine aykırı gelen bir müzik olduğu için, bir türlü bir makam tutturamadıklarını sanmış.. Ben de bu müzikten pek anlamadığıma göre, öyle bir yere gitseydim, herhalde aynı şeyleri söylerdim..

Biz bu mekanlardan geçerken, İstanbul Belediyesi"nde bir sorumluluğu olan bir arkadaşımızın Ali M. beyin telefonu çaldı.. Kızı telefon ediyordu, Mekke"den.. O anda,  annesiyle birlikte Kâbe"de olduklarını bildiriyordu babasına, sevinçle..

Biz de takıldık, arkadaşımıza.. "Sana bir medya tuzağı hazırlayalım ve bir AK Parti"li bürokrat, kızını ve hanımını Kabe"ye gönderirken, kendisi de Viyana"nın tavernalarında geziniyordu,  diyelim, yandın.."  diye.. Gülüştük.. Hani, yemin etsek, şeklen yalan da olmazdı..

Bu mekanlardan da bir kaç not aktardığıma göre, "ilmimi" (!) biraz daha konuşturayım: Viyana'da en çok tüketilen içki şarap imiş.. Şarap, asaletin bir bölümü olarak sayılıyormuş.. Bira tüketimi de son yıllarda Almanya"dan gelen bir etkiyle, artmış.. Ama, bira daha çok alt tabaka, avam, içeceği sayılıyormuş..

Haa, bu arada, "döner"cilerin, "kebabhaus"ların, veya arabların "felafel" dükkanlarının burada da sağda solda göze çarptığını belirtmek gerekiyor..

*

 

Avrupa"da devamlı yamayı kabullenmiş müslümanların temel problemi, geldiği coğrafyadaki mes"eleler mi?

 

Viyana Üniversitesi"nde öğretim üyesi olan eski bir dostu, üniversitedeki  bürosunda ziyarete gittim.. Pedagoji bölümünün bahçesinde biraz dolaştık..  Yüzlerce büstler vardı ve çoğu da, isimlerini az-çok bildiğim,  bazılarının kitablarını okuduğum kimselerdi..  O taşlarda yaşıyorlar şimdi.. Arkadaşım, orada karşılaştığı problemlerden ve özellikle bazı müslüman öğrencilerin, kendisinden orada olmayacak beklentiler içine girmelerinden yakındı.. Tabiatiyle, oradaki kendi konumunu, herhangi bir dayatma, dikte olmaksızın, kendiliğinden ayarladığını, ama, bu ayarlamanın bu genç arkadaşlarca anlayışla karşılanmayışını ve cemaatlere bile, buradaki sınırlı çalışma alanlarının yanlış aktarıldığını vs. anlattı..

O gençlerden bazılarının söyledikleri ile, bu anlatılanlar arasında bazen çelişki ve tezad olabiliyordu.. Bu, biraz da  iletişimsizlikten,  genç insanların devam ettiği mescidlere, cemaate arkadaşımızın sıkça katılmamasından kaynaklanıyor gibiydi.. Çünkü, bu arkadaşımızla 40-50 kişilik, çoğu genç bir grubun bir mescidde, bir akşam, saatler süren bir sohbeti sırasında, öğretim üyesi arkadaşımızın dile getirdiği görüşlerin yanlışlığını söyleyen kimse olmamıştı ve dahası, hemen herbirisi, "Burada konuşulanlar, hepimizin problemi... Bu konuda kafa yoran bir akademisyen ağabeyimiz var, bu da bir teselli.."  demekten kendilerini alamamışlardı..

Asıl mes"ele, burada doğup büyüyen  müslüman insanların inanç kimliklerini nasıl elde edecekleri, nasıl koruyacakları, geliştirecekleri ve geldikleri coğrafyalardaki gelenekçi usûllerle bu problemlere çözüm bulup bulamıyacakları ayrı bir konu.. Nitekim, bizim öğretim üyesi arkadaşımız, yapılan bir istatistikle, 15 ilâ 25 yaş arası müslüman gençlerin yüzde 85"inin namaz bile kılmadıklarını, bunun en büyük problem olduğunu belirtiyordu.. Ama, bu gibi makul izah ve yorumlar başka noktalara çekilmeye çalışılıyordu.. Bu konuda, biraz güven bunalımı meydana gelmişti, anlaşılan.. "Avrupa"lıların istediği İslam mı isteniyor?" tartışmasından ziyade, "Avrupa"da da yaşanacak bir İslam konusu" mu asıl mes"ele..    

Bu arada, gençlerin gündemini meşgul eden konulardan birisine de değinmeliyim..

Bazı gençler, "Ahh, ahh.." çekiyor, "Viyana"yı Kara Mustafa Paşa, Padişah"ın sözünü dinleseydi,  Viyana bizim, buralar hep müslüman olacaktı.. Hem o zaman, şiddetli yağmurlar zamanı idi, kuşatma yanlıştı.." gibi yüksek "stratejik" tahliller yapanlar bile bulunuyor..

Bu gibi tartışmaların yapıldığı mahaller, mekanlar, lokaller, hattâ mescidlerin yanıbaşındaki çayhaneler bile, hertaraf TC bayraklarıyla dolu..

Ve bazıları, bir gün, 300 küsur önce alınamadığına yandıkları Viyana"yı birgün fethedebileceklerininin ütopik duyguları içindeler..

Onlara, "Sizin ülkenize davet ettiğiniz, çalışmalarına izin verdiğiniz yabancıların, sizin ülkenizi bir gün ele geçirmek gibi planlar yapmalarına şahid olsanız, tepkiniz nasıl olur, kendi davranışınızı bir de öyle bir durumda düşünün, bir empati yapın.. Sonra, taa Macar ovalarına kadar geldiğimiz ve kimisinde 150, kimisinde 350, çoğunda da 500 yıldan fazla kaldığımız yerlerde, oraların askerî ve siyasî açıdan egemeni olduğumuz halde, toplumlar müslüman oldu mu? Oralarda, İslam"ın tevhîd aqıdesinin bu kitlelere ulaştırılmasında, zora başvurmaksızın, yine de noksan kalan bir takım yanlış uygulama ve siyasetlerimizin olup olmadığını düşünmeli değil miyiz?" diyorum.. O zaman, yanlışlığı hemen farkediyorlar..

Sanıyorum, bu askerî fetihçi anlayışı, tarih seviciliğini, tarihte sonuç vermemiş geçmiş metodlardan meded ummak yanlışına düşmemeyi daha çok vurgulamamız gerekiyor.. İslam, evet, bazı toplumlara askerî güç ile de gitmiştir, ama, toplumları müslümanlaştırmanın yolu, askerî fetihlerden değil, kalblerin fethedilmesi usûlünden geçmiştir ve bunun yolu da bellidir.. 
*

Bir tarihî fanteziyi, gerçeğin tamamı gibi zannedince...

 

Bu gibi tartışmalar biraz da, yazılıp çizilenlerden neş"et ediyor..

Mesela, orada çıkan "Yeni Hareket" isimli mahallî gazetede, Prof. İhsan Süreyya Sırma hocamızın "Dağların Sırrı"  isimli kitabındaki bir bazı tarihî hadiselerle sarmallanmış tarihî fantezi yazısı, gerçek imiş gibi algılanınca..

Gençlerin arasında, zihinleri epeyce meşgul eden bir tartışma çıkmış..

Kimisi, Osmanlı Ordusunun yaptığı yanlışlar yüzünden Viyana"yı alamadığını düşünerek hayıflanıyor; kimisi, Osmanlı ordusunun orada zikredildiği gibi yanlış ve günah işler yapmış olamıyacağını, buna Padişah"ın ve Şeyhulislam"ın, ulemâ"nın asla müsaade etmiyeceğini" söylüyor.. (İhsan Süreyya Hocamız, daha önce, "Viyana"ya gelirsen, önceden haberim olsun.." demişti, ama, o sırada Türkiye"de olduğu  için,  yazık ki, bu tartışmalar onun gıyabında cereyan ediyordu..)  

Bu konunun anlaşılması için, İhsan Süreyya hocanın sözkonusu kitabından o bölümü , "Kahlenberg"i anlatan bölümü özetleyeyim:

"Tarihçimiz, senelerden beri Viyana'da yaşıyor (".)bazen, Kahlenberg tepesine

çıkıp, oradan Viyana'yı seyrediyordu. (")

Güzel bir bahar günüydü ve tarihçimiz, (") enva-i çeşit kuşun nağmelerini manilerini, hoyratlarını, konserlerini, resitallerini dinleye dinleye Kahlenberg'e tırmanıyordu ...

(") Bir ara yoldan saptı  ve ormanın içerisinde oldukça yaşlı bir agacın dibine oturup, sırtını ağacın gövdesine dayadı. Bir taraftan ormanın temiz havasını ciğerlerine göndermeye çalışıyor, diger taraftan da, elindeki bastonun ucuyla, "acaba bir kenger bulabilir miyim?" kuruntusuyla toprağı eşeliyordu. (") Yaşlı ağacın gövdesinin bir yanı çürümüş, bu çürük

gövdenin içerisinde büyük bir oyuk meydana gelmişti. Sanki birileri ona, "bastonunu bir de oyuğun içerisine soksana!" demiş  gibi, bastonunun ucunu oyuğun derinliklerinde gezdirmeye

başladı. Sonra birdenbire irkildi. Bastonunun ucuna bir şeyler takılmıştı... Merak edip, iyice küflenmiş olan bu cismi eline alıp incelemeye koyuldu. Bu, balmumunun