Zaman gazetesi yazarlarından Mümtazer Türkönenin seçime beş kala kaleme aldığı bir çok konuyu içerisine alan Türkiye yorumu.
'Vatan satan politikacılar'
Yüzündeki saf, gözlerindeki şaşkın ifade sözlerine derin bir etki kazandırıyordu genç kızın, karşısındaki sade vatandaşa şu soruyu sorarken: "Türkiye'yi satan bir partiyi nasıl desteklersiniz?"
Yüz ifadesinden kelimelerin vurgusuna kadar her şey katıksız bir samimiyete eşlik ediyordu. Bu samimiyete itiraz edip tartışmaya girmek; bir mantık ve muhakeme kapısı aralamak neredeyse imkânsızdı. Üstelik genç kız doğru söylüyordu. Hükümet partisi gerçekten ülkeyi satıyordu. En son Petkim'i satmıştı. Öncesinde birçok banka yabancıların eline geçmişti. Bırakın sermaye ve sanayiyi, ülke toprakları bile yabancılara satılıyordu. İngilizler ve Almanlar, Anadolu'nun güneyinde çok sayıda gayrimenkul edinmişti. Hatta İsrail vatandaşı Yahudiler, GAP bölgesinde geniş tarım arazileri satın alıyorlardı. Tevrat'ta bahsedilen "Arz-ı Mevûd" (Vadedilen topraklar) bu yolla hayat buluyordu.
Evet, "AK Parti'ye nasıl oy verirsiniz?" "Vatanı satan politikacılara nasıl destek olursunuz?" Üstelik böyle bir partiye verilen destek % 40'larda seyrediyorsa, halk aldatılmış; dolayısıyla vatan sahipsiz demektir. Yüksek bir vazife şuuru içinde sağa sola koşturup "tehlikenin farkında mısınız?" diye herkese sormanız gerekmez mi? Seçim atmosferi ile zirveye çıkan bu korkuları, endişeleri nasıl izale edeceksiniz? Aklı başında bir parti lideri, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin başı olan Başbakan'ı "terörist" olmakla itham ediyorsa, hukuk devletinin sınırları içinde terörle mücadelenin imkânı kalmış mıdır artık? Bir diğeri yine iktidar partisini terör örgütünün "işbirlikçisi" ilan edince, vatan toprağı satmaktan daha ağır bir durum yok mu ortada? Mazot fiyatını "1 YTL"ye indirmekten, ÖSS sınavını kaldırmaktan farklı bir düzlemdeyiz. İkisine de popülizm, ikisine de demagoji diyebilirsiniz; ama ciddi bir fark var arada. Sadece beceriksiz, yeteneksiz politikacılarla değil; aynı zamanda vatan hainleriyle, işbirlikçilerle karşı karşıyayız.
Verebileceğiniz cevaplar, Necmettin Erbakan'ın geçtiğimiz gün bir "laikçi" kanalda canlı verilen Saadet Partisi mitingindeki konuşması gibi olabilir ancak. Seksenlik cin politikacı, yaratıcı benzetmelerle anlatıyor meramını ve şöyle diyor: "Bu Yahudilerin her birini dünyanın ilçelerine kaymakam tayin etseniz sayıları yetmez." Erbakan, bu kadar az sayı ile dünyayı yöneten şer güçlerin vahim tablosunu çıkartıyor bu benzetme ile. Biz de küçücük İsrail'in elindeki nüfusa bile sahip çıkamazken Tel Aviv'den Harran'a kadar uzanan geniş topraklara yerleştirecek nüfusu nereden bulacağını sorabiliriz; "vatan toprağı satılıyor" diye ortalığı yıkanlara.
Bir ülke kaça satılır?
Mesele AK Parti ile muhalefet partileri arasındaki rekabetin zıvanadan çıkması; yoksa tartışılan, polemiğe konu olan sorunların kendisi değil. Siyasetin dilinde, üslubunda, yönteminde bir sorun var. Bu sorun demokratik rekabeti ülke için, hepimiz için tüketici ve yıpratıcı dar bir alana kilitliyor. Öyle bir kilitlenme ki artık susup, yumruk yumruğa girmemiz lazım birbirimize. Veya ortalıkta bu kadar hain, bu kadar satılmış olduğuna göre elimize silahı alıp dağa çıkmalı, bağımsızlık savaşı başlatmalıyız. Üstelik hainlerin ezici bir çoğunluğu temsil ettiğini; demokrasinin de ihanete fırsatlar sunduğunu bilerek. Veya bambaşka bir şey yapıp bu "ihanet edebiyatı" ile neler kaybettiğimizi hatırlayabiliriz. İhanet elbette var; üstelik her devirde; kimsenin itiraz etmeyeceği biçimde. Tarih bize gösteriyor ki, durduğu yerde kimse ihanet etmiyor; her ihanetin bir sebebi, bir gerekçesi bulunuyor. Çoğu zaman da çevresindekilere hain diye bağıranlar, gerçekte büyük bir ihanet içinde ülkelerine zarar veriyor.
Girit'te 1866'da başlayan ikinci büyük isyan devam etmektedir. Düvel-i Muazzama'nın burnu bu isyanın içindedir. Tanzimat'ın büyük isimlerinden Keçecizade Fuad Paşa, Fransa İmparatoru III. Napolyon ile konuşmaktadır. İmparator, küstah bir eda ile sorar: "Girit'i bize kaça satarsınız?" Paşa, selis Fransızcası ile şu kısa cevabı verir: "Aldığımız fiyata." Girit, Osmanlı'nın fethettiği topraklar arasında en çok kan dökülerek alınmış; yani çok ağır bedeller ödenerek kazanılmış bir toprak parçasıdır.
Dönemin "vatansever"leri, Cumhuriyet'in anti-emperyalist sağcıları ve solcuları içlerinde Fuad Paşa'nın da yer aldığı Tanzimat devlet adamlarını "hain" olarak nitelerler. Bu diplomat paşaların sefaretlerden aldıkları talimatlarla hareket eden şahsiyet ve ahlâk yoksunu kişiler olduklarını ileri sürerler. Halbuki 19. asırda kendi ordusu ile güvenliğini sağlayamayan Osmanlı Devleti, hainleri bir kenara bırakın, beceriksiz devlet adamları tarafından bile üstesinden gelinemeyecek zor şartlardan geçmektedir. Hain olarak nitelenen o dönemin diplomasi dehaları, ülkeyi çok büyük badirelerden geçirmişlerdir. Tarihimizde adının önüne "hain" unvanı konulan bir donanma komutanımız da var: Hain Ahmet Paşa. 1839 yılında II. Mahmud'un vefatı üzerine sadaret mührünü ele geçiren Hüsrev Paşa'dan korkarak, yani siyasî sebeplerle donanmanın tamamını savaş halinde olduğumuz Kavalalı Mehmet Paşa'ya teslim ettiği için bu unvan ile anılmaktadır.
"Vatana ihanet", kişisel çıkarını ülke çıkarının üzerinde tutarak, ülke zararına kazanç peşinde koşmaktır. Tarihimizin açık "ihanet vak'aları" hep bu kişisel çıkarlardan, bu kişisel çıkarlar da siyasî çıkarlardan çıkmıştır. Bizim tarihimizde ihanetin adı, devlet içindeki iktidar mücadelesinde ülke aleyhine üstünlük sağlamaktan ibarettir. Balkan Savaşları'nda "Edirne, Enver'in eline geçeceğine Bulgarların elinde kalsın" diyen halaskâr zabitanların ihaneti, iktidar mücadelesinden çıkmaktadır. Şayet Hudson'da bir Türk, "Kuzey Irak PKK'lıları teslim ederse bu AK Parti'ye yarar" demişse, bu sözün halaskârların ihanetinden hiçbir farkı yoktur. Ülkenin çıkarları, terörle mücadele gibi hassas bir konuda devlet içindeki iktidar mücadelesi yüzünden feda ediliyorsa bunun adı "halaskâr modeli" ihanettir.
12 Eylül yönetimi, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü sağlayan Rogers Planı'na iktidarlarına ABD desteği karşılığında onay vermiş iseler, bu da vatana ihanettir. Türkiye'nin bugün Yunanistan karşısında düştüğü diplomatik zafiyetin kaynağı bu plandır. Bu ihanetin kaynağı da siyasettir. 12 Eylülcüler, devlet içindeki iktidara hakim olmak için Türkiye'nin hayatî bir çıkarını feda etmişlerdir. İhanet, devlet içindeki iktidar savaşına dışarıdan destek arayışından çıkıyorsa; bu ihanetlerin kökünü kazımanın yolu, bu devlet içindeki iktidar mücadelesini şeffaf hale getirmektir. Bu şeffaflığı sağlayan şey ise demokrasidir. Ancak halka hesap vermek zorunda olan siyasetçiler ihanetin uzağında, iktidar mücadelesini sürdürebilir. Çünkü ihanet, kapalı kapılar arkasında planlanır ve herkesten gizli icra edilir.
Terör ve ihanet
Türkiye'nin kronik bir terör sorunu var. 1960'lı yılların sonunda başlayan ve o günden bugüne kısa aralıklar dışında hayatın bir parçası haline gelen terörü tamamıyla sona erdirmek zor görünüyor. Türkiye yıllar boyu terörle birlikte yaşamaya alışırken, bir başka şeye daha alıştı: Terör, devlet içinde ve partiler arasındaki siyasî rekabetin bir parçası haline geldi. Terörün kalıcı hale getirdiği, adeta kurumlaştırdığı ilişkiler ve devlet içinde terörle var olan bir iktidar alanı ortaya çıktı.
Hatırlayalım: Şemdinli iddianamesinde, olayların devlet içindeki iktidar mücadelesi ile bağlantılı olduğu vurgulanıyordu. Kısaca terör, devlet içinde bir güç ve iktidar talebinin gerekçesi haline geliyor; devletin güvenlik birimleri bu gerekçeyi temellendirmek için terör eylemlerine girişiyordu. Karşımızda tarihimiz için tipik olan bir ihanet türü duruyor. Ülkenin âlî çıkarları iktidar mücadelesinde avantaj sağlamak için feda ediliyor. Ülkenin güvenliğini, bütünlüğünü tehdit eden terör, birileri devlet içindeki iktidarın kulplarına daha sıkı yapışsın diye azdırılıyor. Terör, bir iktidar aracı olarak kışkırtılıyor. Kışkırtmanın da ötesinde üretiliyor.
Bu ihaneti bütün vahameti ile teşhis etmek için şu soruyu sorabiliriz: Devlet içindeki iktidara birileri terörü azdırarak, bunun da ötesinde üreterek sahip olurlarsa yönettikleri ülke bu iktidar için hangi bedelleri ödeyecektir? 1950'li yıllardan başlayan kirli bir gayr-ı nizamî savaş tarihimiz var. Bugün artık biliyoruz ki, ABD'nin Soğuk Savaş döneminde üçüncü ülkelere uygulanmak üzere geliştirdiği bir strateji, NATO üyesi olmamıza rağmen bize uygulanmış. Çok sayıda illegal operasyon ve şiddet olayı ile ideolojik karşı savaşın zemini oluşturulmuş. Ülke kamplara bölünmüş ve kardeş kardeşi öldürmüş. Kimse oturup bu operasyonların ülkeye neye mal olduğunu hesaplamıyor; tersine bu ideolojik kutuplaşmayı sürdürerek aradan iktidar gerekçeleri çıkartmaya devam ediyor. Vatana ihanetin sistemleşmiş, kurumlaşmış ve alışkanlık haline gelmiş biçiminden başka ne olabilir bu?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bekasını sürdürmenin, bunun ön şartı olan birlik ve bütünlüğü sağlamanın tek yolu var: Bu ülkede yaşayan insanları kederde ve sevinçte ortak olan bir milletin fertleri haline getirmek. Bunun yolu, sevgi ile çoğalan toplumsal barıştan geçer. Silahla çözebileceğiniz, silahla sağlayabileceğiniz hiçbir şey yok. Kin ve nefreti çoğaltanlar, toplumu kutuplara ayıranlar, "biz ve onlar" kamplaşmasını teşvik edenler, bu ülkeye iyilik etmiyorlar. Kin ve nefreti çoğaltanlar elbette müşteri bulurlar. Bu toplumda yolunda gitmeyen işlerin müsebbibini arayanlar, bulundukları şartlardan memnun olmadıkları için buldukları müsebbiplerden nefret etmeye teşne olanlar var. Öfke ve nefretin kazanını kaynatıp bu ülkenin insanlarını birbirine düşman edenler büyük bir iş başardıklarını düşünmesinler. Bunun için "psikolojik harekât" yürütmelerine, yüzlerce insanı seferber etmelerine gerek yok. Hatta bu nefret üzerinden iktidarın iplerini ele geçirmenin de övünülecek bir tarafı olmamalı. "Küçük olsun, benim olsun" hesabı, elbette küçük de olsa bir iktidar getirir.
Vatanı sevmenin ve korumanın yolu
Bayrak gibi, Cumhuriyet gibi birlik ve beraberliğimizin sembollerini kendilerine mal edenler; ülkeyi "bizden olanlar ve olmayanlar" diye bölenler; düşmanlıktan, kinden, nefretten söz edenler; demokratik ortak zeminin ülkenin birliğinin ve güvenliğinin ön şartı olduğunu göremeyenler ya gaflet ya da ihanet içindeler. Asıl amacı iktidarı ele geçirmek olanlar rakipleriyle olan mücadeleyi ülkenin ortak değerleri, mutlaka mutabakata konu olması gereken sorunları üzerinden yürütüyorlarsa, yaşadığımız tarih bize tek şey söylüyor: İhanet içindeler. İster devlet içindeki güç sahipleri, ister iktidara göz koyanlar olsunlar: İhanet içindeler.
Bu seçim kampanyasında çiğnenmemesi gereken bir kırmızı çizgi aşıldı. Terör gibi hassas bir sorun iktidar rekabetine malzeme edildi. Partiler iktidar için yarışırken eşiği geçtiler ve etrafa düşmanlık aşıladılar. Bütün taraflar "terör sorunu" etrafında girişilen polemiklerin, Türkiye'nin bu en hayatî sorununun çözümünü ne ölçüde zorlaştırdığına kafa yormalı.
Tarihin gelmiş geçmiş bütün efsaneleri birden fazla anlamı olan kelimelerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanır. Susuzluktan ölmek üzere olan birinin bulduğu su kaynağı, "ab-ı hayat" adıyla içeni ölümsüz kılan su olarak efsaneye dönüşür. Tıpkı "ülkeyi satmak" ile, yabancılara "gayrimenkul veya şirket satma"nın aynı şey olduğunu zannetmek gibi. İhanet de bu yanlış anlamalardan çıkar. Devleti yaşatmak ile insanı yaşatmak arasındaki bağ koptuğu zaman, birileri ölümden yaşamı aramaya girişir. Bulana rastlanmamıştır. Devlet bir amaç değil, birlikte yaşamak için bir araçtır. Bir araç olarak kaldıkça yaşayabilir. Devletin bekası için insanların feda edileceğini düşünenler, devleti amaç haline getirenler, geride yaşatacak devlet de bırakmazlar. Siyasî rekabet bazen savaş terimleriyle ve savaş psikolojisi içinde yürütülür. "Terör sorunu"nun böylesine sert bir rekabetin merkezine yerleşmesi büyük bir hata. 70 milyona söyleyebileceğiniz sözler azalıyorsa, ülke de siz de kayıp içindesiniz demektir.
İhanet, tarihte örnekleri görüldüğü üzere siyasî çıkarlara endeksli bir çare olarak karşımıza çıkar. "Terör sorunu" oya tahvil edilecek bir sorun değil. O zaman kimse, almayı düşündüğü oylar için çevresindekilere "hainler" diye bağırarak ihanet suçunu işlememelidir.
Zaman / Mümtazer Türköne