İnsanların inançlarının gereğini yerine getirmelerini engelleme amaçlı yasakçılığın ve dayatmacılığın hiçbir tutarlı tarafı yoktur. Çünkü inanç insanın hayatına anlam ve değer kazandıran temel unsurdur.
Bütün psikolojik araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek vardır: Bir insan ancak inancının gereğini yerine getirdiği zaman kendini rahat hisseder.
Herkesin kendine göre farklı inancı ve kutsalları olabilir. Ama onun hayatına anlam kazandıran etken inancıdır ve gereğini yerine getirmek ister. Bu yüzden inanç ilkelerinin hayata taşınmasını engelleyen yasaklar, meşru hakların ve toplumsal düzenin korunmasıyla ilgili yasaklarla aynı kategoriye sokulamaz.
Türkiye’de bu gerçeklerin biraz yüksek sesle dile getirilmesi ve darbe mirası düzenlemelerden kurtulma yani sivilleşme taleplerinin artması üzerine yasakçı zihniyet köşeye sıkışmaya başladı. Yasakçı zihniyetin köşeye sıkışmasının sebebi inanç özgürlüğü üzerindeki kısıtlamaların kalkması halinde dindarlaşma sürecinin hız kazanacağı ve dini gerileme sebebi olarak gösteren zihniyetin pabucunun dama atılacağı korkusudur.
DAYATMACILIĞA DAYANAK ARAMA TELAŞI
Dayatmacılığın son bulması ve hukuk düzeninde sivilleşme taleplerinin artması üzerine köşeye sıkışan yasakçı zihniyet statükoyu koruyabilmek için artık tüm dünyada ayıp sayılan uygulamalara dayanak arama telaşına kapıldı. “Çarşaflılar Arabistan’a!” yuhalamasının ve “Türkiye İran olmayacak!” velvelesinin artık bayağı eskidiğini görüyor ve yasakçı tutumu savunma politikasına yeni bir vitrin kazandırma ihtiyacı duyuyorlardı. Böyle bir arayış içinde oldukları sırada “Türkiye, Malezya olur mu?” sorusunun gündeme getirilmesi onları rahatlattı ve bu sorunun ortaya koyduğu hedefe mal bulmuş mağribi gibi sarıldılar. Tartışmayı kendi istedikleri mecraya çekebilmek için soruyu ilk kez gündeme taşıyanların ifadelerini ve maksatlarını da çarpıtmaktan çekinmemişlerdi. Ki gerçekleri ters yüz etmek ve insanların tahlillerini çarpıtmak, kartel medyası kategorisine giren yayın organlarının en maharetli bir şekilde icra ettiği sanattır.
Başlattıkları tartışmada üzerinde durdukları iki husus vardı. Birincisi: Malezya’da beşerî hukuka göre işleyen mahkemelerin yanı sıra şer’î mahkemelerin de bulunması. Buna “Türkiye’de de benzer şekilde bir alternatif yargı mekanizması ortaya çıkarılabilir mi?” sorusunu sormak için dikkat çekiyorlardı. İkincisi: Malezya üniversitelerinde başörtüsü mecburiyetinin olduğu iddiası. Bunu da “Türkiye’de başörtüsü yasağı kalkarsa bir sonraki merhalede toplum baskısından dolayı normalde örtünmek istemeyen bayanlar da örtünme mecburiyeti duyar mı ve böylece yazılı olmayan bir iç disiplin kuralı topluma hâkim olur mu?” sorusunu zihinlere sokmak amacıyla gündeme getiriyorlardı. Bu soruyu sorarken de Malezya’da bazı yerlerde örtünme kuralının uygulandığı, bazı yerlerde de böyle bir toplum baskısının oluştuğu kanaatini hâkim kılmaya çalışıyor ve bu ülkede gelinen durumu (?) kendi tahminlerinin doğru çıkacağı iddiasına gerekçe yapmak istiyorlardı.
Oysa Malezya’da ne iddia edildiği gibi bir mecburiyet, ne de herhangi bir toplum baskısı var. Zaten nüfusunun yüzde kırkı gayrimüslim olan, Müslümanlar arasında da modernleşmenin bayağı etkili olduğu bir ülkede böyle bir toplum baskısının oluşması da mümkün değildir.
Ahmet Varol / Vakit