Birçok e-mail mesajı geliyor, ‘Yemen’in mazlum halkına yapılan vahşice saldırılar’ karşısında niçin sesimizi çıkarmadığımız konusunda.. ‘Munafıq bile olduğumuz’a varıncaya kadar fetvâlarla ve çirkin ifadelerle.. Kimileri de, bunu ‘Tayyîbçi’liğimize veriyorlar ve Ortadoğu’daki bütün buhranlarda olduğu gibi, Yemen’deki asıl suçlunun da Tayyîb Erdoğan olduğunu, hattâ alçakça küfürlü sözlerle dile getiriyorlar, ‘müslümanlık hassasiyeti’yle yazdıklarını da göstermek istercesine!!!
*
Bu gibi iddialarda bulunan mâlum kesime göre, her bir ülke, herhangi bir siyaset üretmemeli, ve sadece bir devlet her ne yaparsa, doğru olan onun yaptığı ve yapacağı olduğuna göre, o durumu seyretmeli.. Başlarını kuma gömmüşler, başka şeyleri göremiyorlar.
*
‘Yemen’in mazlum halkı’ edebiyatına tutunanların Yemen’den haberlerinin bile olmadığı dönemlerden ve hattâ asırlardan beri, Yemen, diğerlerinini türkülerine kadar girmiş, içi-içe olduğu bir diyar..
Yemen halkının yüzde 30 kadarını teşkil eden ve döğüşçü bir kabile olarak bilinen ve de birkaç milyonluk bir nüfusa sahib oldukları bildirilen -ve daha çok, kuzeydeki Suûdî sınırı civarındaki bölgelerde yaşayan- Husî kabilesinden Ali Abdullah Sâlih, bu ülkeye 34 yıl hükmederken, Yemen’den kimsenin haberi bile yoktu..
Salih ise, hele de, Yemen’den kopup, başkenti aden şehri olan bölgede, marksist bir yönetim kurmuş olan Güney Yemen rejimini dize getirip, ülke bütünlüğünü sağladıktan sonra, daha bir karşı konulamaz güce ulaşmıştı..
Ama, sonra ne olduysa oldu, Husî kabilesi içinde bir kabile içi iktidar savaşı başladı ve çetin mücadeleler sonunda, Husîler, Sâlih’in sarayına bile saldırabildiler ve vücudu ağır şekilde yanan Sâlih, Suûdî rejimi hastaahanelerinde aylarca tedaviden sonra ülkesine döndü.. Ama, kabile içi iktidar savaşı dinmedi..
Ama, o sırada, arab diyarlarında başlayan halk patlamaları Yemen’de de hissedildi ve dengelerin Husî’ler lehine değişmesinde etkili oldu ve Sâlih, makamını C. Başkanı Yardımcısı Mansur’a bırakarak ülkeyi terketmek zorunda kaldı.
Husîler iktidarı devirmenin tadını almışlardı.. Daha yeni kazanımlar elde etmek istiyorlardı, tabiatiyle.. Bu, siyasetin tabiatında vardır.. Ne var ki, Husîler hareketlerinden, Suûdî’lerin ve Arab Yarımadası ve çevresindeki bütün saltanat rejimlerinin korkuya düşeceklerini hesab edemediler, galiba..
Durumu tehlikeli görünce de, kendilerine yardım edecek güç odakları aramaya başladılar. Ve Suûdî rejimiyle rekabet ve hatâ bazan husûmet halinde olan İran’a yaslandılar. Onlar da iştahlandılar. İşte o noktada Husî’lerin genç lideri Abdulmelik el’Husî’nin ve Husîlerin bütününün 12 İmam Mezhebine geçtiği iddiası ortaya atıldı.. (Husîler de Zeydiyye mezhebindendiler. Zeydiyye, şia’nın ‘5 İmam’ koluna mensub oldukları ve ‘Hz. Ali, kendinden önceki üç halifeyle de çalıştığına ve onlara düşman olmadığına göre, biz onlara niye düşman olalım? Ali’den daha fazla Ali’ci olmak niye?’ dedikleri için, Caferiyye- İsna/Aşeriyye/ 12 İmam Mezhebi diye isimlendirilen ve büyük kitleyi oluşturan şii müslümanların nazarında, şia bile sayılmazlardı.)
Husîlerin 12 İmam Mezhebi’ne geçtiği iddiası, ne kadar gerçek, bilinmiyor. Mücadelelerini daha güçlü sürdürmek isterken bir taktik mi, yoksa gerçek mi? Ama, her durumda, Suûdî rejimi, kendisine yön veren vehhabîlik cereyanının da etkisiyle, bu gibi konularda daha bir hassas ve tepkili olacaktır. Üstelik, de kendisini güneyinden kuşatmaya kalkıştığını düşündüğü bir İran karşısında..
Şimdi, Husî’lere karşı olan yüzde 70’lik kesim de Suûdiler ve öteki sultanlıklar tarafından örgütlenip mücadele alanına sürülüyor.. Husîlerin destekçisi olanlar ise, propaganda savaşında, bütün Yemen halkını Husîlerle birlikte sayıp, ‘yoksul ve mazlum Yemen halkının ezilmekte oluşu’ndan dolayı feryadlar yükseltiyorlar.
Bu arada, İran C. Başkanı Hasan Ruhanî, geçen hafta, Suûdilerin ağır bir yenilgiye uğrayacağına dair ümidlerini dile getirdi.. Şahsen, inşaallah derim.. Ruhanî, ülkesinin Husi’lere destediğini bir daha tekrarladı; ve ‘Mazlum halklara saldırmak, saldırganlara her iki dünyada utanç getirecektir’ dedi, ama, bir savaşın göze alınamıyacağı düşünülüyor. İnşaallah, bölge yeni bir yangın yerine daha dönüşmez..
Amerikan emperyalizmi ise, sürtüşmenin kızışmasını bekliyor.. İran’ı kendisine daha da yakınlaştırabilirse, tablo n’olur bilinmez.. İki ülkeden hangisi kendisine daha yakın durursa, ona avantajlar sağlıyacak taktik, entrika ve şekilde düzenlemeler peşinde olması da tabiî.. Düşman olduğu Esed’i tutuşu gibi, başka bir manevra da yapabilir, USA emperyalizmi..
***
*Ve, bir hatırlatma..
*Bu tutarsız ve mantıksız söz, herkese de yakışıyor mu?
Çanakkale Savaşı’larının 100. yıldönümü dolayısiyle, Türkiye, uluslararası bir resmî proğram hazırladı ve bir çok yabancı ismi davet etti.. Bu davete, birçok devlet başkan ve hükûmet başkanı, Dışişleri Bakanları veya temsilcileri geldi.. En dikkati çeken isim ise, İngiltere Veliahdi Charles idi.. Çünkü, İngiltere, 100 yıl önce Çanakkale7deki savaşın asıl büyük ve güçlü tarafı idi..
Çanakkale Savaşları’nda, İngiltere’nin karşısında, en ünlü generalleri eliyle savaş san’atını icra etmeleri hasebiyle, Osmanlı’dan bile daha etkin şekilde yer alan Almanya’dan ise, yüksek derece bir katılım olmaması dikkat çekiciydi.. Almanya, ‘Ermeni Mes’elesi’nin başlangıcı kabul edilen ‘24 Nisan 1915’in 100. yıldönümü dolayısiyle, Ermenistan etrafında oluşan cebhede yer almayı tercih etmişti..
Ama bizim asıl değinmek istediğimiz husus bu değil, orada yapılan konuşmalar..
Çanakkale Savaşları’nda herhangi bir Osmanlı subayından farklı bir özel etkisi olmayan ve orada bulunmuş yüzlerce-binlerce Osmanlı subayından sadece birisi olan M. Kemal’in üstelik de 20 sene sonralarda alacağı bir soyadıyla anılması ve o savaşlardaki zaferlerin onun kâr hanesine yazılmak istenmesi de adetâ sırıtıyordu.. (Orada dua yaptırılan bir hoca, ekranlardan yayınlanan duasında, sözkonusu Osmanlı subayı için bir de Anafartalar Başkomutanı diye bir komik makam icad ediyordu.. Kapıkulu ulemâlığı işte böyle bir şey..)
Eğer illâ da sözü edilecek Osmanlı komutanlarının isme lâzım idiyse, onlarca Osmanlı Paşası ve en başta da (Padişah adına) Başkomutanlığı üstlenen, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın adı anılmalıydı. Ve de, Çanakkale’deki savaşların asıl komutanlığını üstlenmiş olan Liman von Sanders, Goltz, Souchon ve Falkenhein gibi ünlü alman generallerinin isimleri de.. Ama, bunların hiçbirisi anılmayıp, orada etkisi sonralarda kendi iddialarına dayandırılan M. Kemal’in bir numara gibi gösterilmesi, kemalist-politik kurnazlıktan başka bir şey değildi..
*
Ya, Tayyîb Bey’in, ‘saldırgan ülkelerin askerlerinin de, -mezarları bizim topraklarımızda olması hasebiyle- bize emanet ve bizim evladımız gibi olduğunu’ söylemesi..
Ki, bu sözün aslı, Çanakkale’de ölmüş olan Yeni Zelanda’lı (anzak) askerlerin annelerine hitaben, M. Kemal’in kimbilir hangi halde iken yazmış olduğu, mantıken hiç bir tutarlılığı olmayan bir sözün tekrarından başka bir şey değil.. Kemalist generaller, M. Kemal’in o saldırganları bile, ‘kahraman askerler’ diye nitelemesini ve ‘onların artık bizim bağrımızda yattığı’ gibi laflarını tekrarlamaktan kaçınamıyabilirler, ama, bu, komik değil mi?
O sözü söyleyen kişi, kendi ülkesinde, kendisine ve kurduğu rejime biraz ters bakanları sadece öldürmekle yetinmemiş, cesedlerini bile yaktırarak, geride hasımlarından geriye mezar bile bıraktırmamış ve ülkenin kurtuluşunda kendisinden başka kimsenin etkisinin olmadığını, bütün zaferlerin sadece kendisince kazandığını fiilî iddialarıyla ortaya koymuş birisidir.
Ama, ülkemize saldıran birileri karşısında, böylesine ‘hümanist’ laflar da etmiştir, onlar ülkemize sanki savaşmaya değil de, çelik-çomak oynamaya gelmişler de bir kazâda ölüvermişler gibi..
Birileri sizin evinize, harim-i ismetinize saldıracak, o sırada öldürülecekler ve sonra siz, onları, ‘Mâdem ki, bu topraklar için ölmüştür, onlar da bizim evladımızdır artık.’ diyeceksiniz..
Olacak şey mi, Allah aşkına!..
Saldırganla saldırıya uğrayanı, zâlimle mazlumu, kalanı bir tutmak.. Bu, insan fıtratine aykırıdır.
Tamam, düşman diye canavarlaşılmasın.. Ama, insanların candan geçerek savundukları değerleri o kadar da sulandırmayalım..
Kaldı ki, ekranlarda ‘Sana benim gözümle bakmayanın gözlerini oyacağım..’ gibi bayrak ve vatan türkülerini ‘nazik-nâzik’ okuyan öyle türkücüler hâlâ da var iken..
Böyle sözler, görüşlerini diplomasi dünyasında da açık açık, dobra dobra söylemesiyle bilinen Tayyîb Erdoğan’a yakışmıyor. Hele de, bu zamana kadar sergilediği şahsiyet sözkonusu olunca.. ‘Diplomatik manevra gereği söylenmiş olabilir..’ gibi sözlerle te’vili bile mümkün olmayan bir söz..
Bir fikri veya sözü kalbinizden geçirmiş olsanız bile yazılı veya sözlü olarak açıklamadığınız müddetçe, o söz, söylenmemiştir. Ama, onu söz veya yazıyla ifade ettiğiniz zaman, artık siz onun esiri olursunuz.
*