Bilinçsizce. Ağızdan neredeyse kendiliğinden çıkıyor. İsteyerek değil, daha ziyade bir refleks: İsrailli bir yorumcu, Lübnan'daki savaş bağlamında Hizbullah'ı Litani Nehri'nin güneyindeki bölgeden temizlemek için seçenekleri tartışıyor. Seçenekleri gözden geçirdikten sonra, neredeyse çaresiz bir edayla şunu ekliyor: İsrail ne yaparsa yapsın, 'Hizbullah teröristlerinin bir eşeğin sırtında roketle herhangi bir yerde zuhur edivermesinin' kesin gibi bir şey olduğundan dem vuruyor.
Oryantalizm iktidar dilidir
Görüntü açık, fakat paradoksal da. Açık, zira bütün Batılı ve İsrailli uzmanların ortak görüşüne göre İsrail saldırısında beklenmedik bir şekilde yenilemeyen bir hasma karşı haset ve şaşkınlık dolu bir saygıyı işaret ediyor; paradoksal, zira bu üstün askeri aygıtı frenleyen gücün 'eşek üzerindeki bir adam'dan fazlası olması gerekir. Niye eşek? Çünkü modern asimetrik gerilla savaşının bu en ileri unsuru, yani Hizbullah, haliyle bir şekilde cehaletle, Batı modernitesine tepkiyle ve ilkel çağlara dönüş arzusuyla ilişkilendirilmeli. İşte biz meseleleri böyle görüyoruz.
Edward Said bu Batılı bilinçsiz önyargıyı doğru olarak, 'oryantalizm' ile teşhis etmişti. Batı'nın Doğu'yu, akılcı analizi takmayan gizemli bir 'öteki' gibi gördüğünü söylüyordu Said. Batılı akademisyenler ve gözlemciler Doğu'yu zıt kutuplar halinde görmeye ve tanımlamaya devam ediyor: Biz Batı'dakiler akılcıyız, Doğu'dakiler ise şiddet dolu ve fevri; biz ılımlıyız, onlar aşırı; biz iyi yönetiyoruz, onlar baskı ve tiranlık altında yaşıyor.
Bu hatalı Batılı analizi tümüyle kendi kendine hizmet eder nitelikte: Oryantalizmin dili, diyordu Edward Said, bir iktidar yapımıdır. Son 300 yıl boyunca Avrupalılar laik ulus devletlerde Hıristiyan 'halifeliğini' yıkan Westfalya Anlaşması'nın modernliğin kurumlarını oluşturduğunu tekrarladılar. Kiliseyle devletin ayrılması, bilimsel ilerlemenin kaçınılmazlığına inanç, toplumsal sorunların çözümünde akla güvenilmesi, yani 'Aydınlanma' ideali olarak düşündüğümüz her şey amentümüz haline geldi, oysa Avrupa gerçekliğinin büyük bölümü bu idealden ayrışıyordu.
Aydınlanma çıkarlara alet edildi
Aydınlanma basit bir bağlamdan doğup, geri dönülmez bir biçimde bizzat 'modernliğin' eşanlamlısına dönüştü; 'Oryant' ise onun antitezine. Aydınlanma'nın temsil ettiğine inandığımız idealler, bize Avrupa modernitesinin dilini sadece Doğu'yu 'ehlileştirmenin' bir aracı olarak değil, Doğu'nun 'geriliğini' eleştirmek için yorumlayıcı bir kalıp olarak da kullanmamıza imkân veren bir aygıt haline geldi. Avrupa moderliğinin Aydınlanma mefhumu, Batı düşüncesine yerleştiği ölçüde, Batı'nın sömürgeci ve ekonomik çıkarlarına da hizmet etti.
Biz kaçırmıyoruz, 'tutukluyoruz'
Edward Said'in klasik çalışması yayımlandığından bu yana geçen yıllarda, Batı oryantalizmi daha ciddi bir mertebeye yükseltti: Direngen bir kendinden menkul gerçeklik. Küresel 'terörle savaş', Batılı liderlerin bunu bizzat medeniyet için verilen 'bize ait' bir mücadele olarak sunmasına imkân tanıdı: 'Bizim' değerlerimiz vardı, onların yoktu, biz demokrasiyi yaymak istiyorduk, onlar bizim özgürlüklerimizden nefret ediyordu. Batı bugün terörizme karşı koyuşuyla ve medeniyeti savunuşuyla tanımlanıyor. Terörle savaş, oryantalizmi Avrupalı olmayanları 'ehlileştirmek' için kullanılabilecek Batı temelli bir modernlik vizyonundan, 'medeniyet' ile 'yeni barbarlık' arasındaki sınırı belirleyen bir programa dönüştürdü.
'Yeni oryantalizm' bize yeni siyasi araçlar sunuyor. 'Yeni barbarlar' medeniyetin haricinde yaşadıkları içindir ki, medeni kurallar onlar için geçerli sayılmıyor: 'Onlar' seçimleri kazansalar bile 'bizim' bir parçamız olmayabiliyor, bakanları ve milletvekilleri kaçırılıp etkisizleştirilebiliyorlar; 'barbar' hareketlerin mensupları tutuklanıp uzaklarda hapsedilebiliyor ve başka ülkelerde işkenceden geçirilebiliyor ve barbar liderler, meşru yollardan seçilmiş olsunlar veya olmasınlar, Batılı liderlerin isteğine göre suikasta uğrayabiliyor. Onlar bizi 'kaçırıyor', bizse onları 'tutukluyoruz'.
Ulus-devletin şiddeti meşru mu?
Dünyaya bakışımız, gücün ve dolayısıyla şiddetin meşru kullanımını temsil eden şeyin ne olduğuna dair fikrimize göre belirleniyor. İşte Aydınlanma'nın asıl yüzü. Ulus-devletin uyguladığı şiddet meşru; devlet dışı aktörler tarafından kullanılan şiddet ise medeniyete ve mevcut dünya düzenine tehdit. Barbarların direniş hareketleri yok, onlar kurtuluş için savaşmıyor ve baskıya karşı mücadele etmiyorlar. Bunu kabul edersek zalim olduğumuzu da kabul ederiz ve böyle bir şey mümkün değil. Kendi yurtları için mücadele etmiyor onlar: Onlar, 'yetkilendirilmemiş silahlı gruplar'dan ibaret.
Şiddet kullanan devlet dışı aktörler, Bush ve Blair'in dünya algısının yeni lügatine göre 'teröristler, çifte yasakla yüz yüze: Sadece medeniyet dışı veya seçilmiş temsilcilerine saygı gibi medeni standartların kendilerine de uygulanmasına değmez değiller; bir yandan da uluslararası hukuktan dışlanıyorlar. Şiddet kullanımına dair 'bize ait' Westfalya kurallarına meydan okumaları, bize onları barbarlar ve haydutlar olarak damgalama izni veriyor. Böylelikle onlara yönelik askeri mücadelede kendi koyduğumuz savaş kurallarıyla sınırlanmaktan da kurtuluyoruz. Onları neden bombalıyoruz? Çünkü onlar bizim değerlerimize sahip değil.
Kendimizi doğruluyoruz
'Ötekiler', yani şu barbarlar, kendilerini medeniyetten ve uluslararası hukukun güvencelerinden yalıtılmış ve dışlanmış hissettikçe, onlara atfettiğimiz özelliklere uygun karşılıklar veriyor. Onlara medeni standartları uygulamıyorsak ve onlara karşı kısıtsız askeri güç kullanıyorsak, bize ne şekilde karşılık vereceklerini sanıyoruz ki?
Ve böylece şu 'yeni oryantalizm' kendinden menkul hale geliyor: Onların şiddeti 'terörizm', bizimkiyse 'nefsi müdafaa' olduğu için, gayet mantıklı bir çözüme varıyoruz: Biz silahlarımızı koruyacağız, onlar ise silahsızlanmak zorunda.
(Lübnan'da İngilizce yayımlanan gazete, İhtilaflar Forumu'nun kurucusu ve direktörü, 5 Eylül 2006)