Ağustos “Zaferler ayı” olarak bilinir ülkemizde.
26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferidir, Anadolu’nun kapısının açıldığı tarihtir, 953’üncü yılı daha yeni Ahlat’ta coşkularla kutlandı.
Yarın, 30 Ağustos Zafer Bayramı, düşmanın Anadolu’dan sökülüp atıldığı tarihin (1922) yıldönümüdür, coşkularla kutlanacaktır.
Zaferleri konuşmayı seviyoruz. Neden dersiniz?
Sanırım bir “psikolojik onarım” sağlıyor insanımıza, ya da yönetimler, o coşku ikliminde bir günlüğüne de olsa, geçmişten bugüne – geleceğe bir umut yüklemesi yapılabileceğini tasarlıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ahlat’ta yaptığı konuşmaları dinleyenler, 1071’den 2071’e bir tramplen oluşturmak isteğini apaçık görürler.
Ancak…
İşin öyle kolay olmadığı sanırım şu 22 yıllık tecrübe ile de görülmüş olmalı.
Cumhurbaşkanı orada, misal, Malazgirt’te, Alpaslan’ın etrafında toplanan Türk, Kürt, Arap Müslümanların birlikteliğinden yola çıkarak, aradan 953 yıl geçtikten sonra “Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi demeden 85 milyonun nazlı hilalin gölgesinde buluşması dileğini” seslendiriyor.
Neden? Neden o zaman gerçekleşen birliktelik, bugün hâlâ “dilek” boyutundadır? Çünkü ülke içi toplumsal – siyasal ilişkiler son derece sancılıdır. Bir kere sayın Cumhurbaşkanı, bizzat kendi hüviyetinde bir “Ortak temsil”i değil, yüzde 50 artı 1’le ifade edilen bir kamplaşmayı temsil etmekte, ve ne yazık ki, bu siyaset dilinin ana sürükleyicisi bizzat sayın Cumhurbaşkanı’nın kendisi olmaktadır. Nitekim o ortamda bile muhalefet ile polemik üretecek çıkışlar yapmaktan geri durmamıştır.
Başta dedim ki, bu bayram coşkuları bir tür “psikolojik onarım” sağlama aracı konumundadır.
Neden böyle bir onarıma ihtiyaç vardır?
Çünkü 1600’lerden bu yana sancılanma ama bir türlü kendini onaramama gibi süreçler içinde debelenip durmaktayız. Geçen yazdım “Bir türlü olamamak…” diye… Duraklama, Gerileme, Çöküş süreci okutuyoruz çocuklarımıza Osmanlı’nın son 300 yılı adına, 1600’lerden 20’inci yüzyılın başına kadar…
“Niye olamadık bu yüzyıllar içinde?” diye sormaz mı çocuklarımız? Üstelik Fetihlerin içinden gelmişiz, Batı’ya boyun eğdirmişiz ve o Batı bir gün bizi geçmiş, ona danışmışız “Biz nasıl olabiliriz?” diye… Islahat Fermanları Tanzimat Fermanları ilan etmişiz, sonunda Cumhuriyet’le bu “Olabilme” çabamızı sürdürmüşüz.
Cumhuriyet’in 100’üncü yılını da yaşadık. Olduk mu?
Milyonlarca insanın geçinebilmek için kıvrandığı bir ülke olmuş olabilir mi?
Hukukun tepeden tırnağa sorgulandığı bir ülke olmuş olabilir mi?
İç barışını sağlayamamış, ideolojik – siyasi – etnik farklılaşmalara göre farklı hukuk uygulamalarına sahne olan bir ülke olmuş olabilir mi?
Tarık Çelenk’in yeni çıkan kitabının adı “Mahallenin Krizinden Memleketin Krizine – Görgüsüzleşme, Yozlaşma, Çürüme” başlığını taşıyor.
“Mahalle” bizim Mahalle. Yani 22 yıldır iktidarda bulunan “Muhafazakâr, İslâmcı şu bu…” mahalle. “Çürüme” ye gidiyor yol diyor yazar özetle…
Tarık Çelenk kitapta sadece 22 yılı tahlil etmiyor, “olamayış”ın tarih seyrini, hatta tüm İslâm dünyası boyutunu da irdeliyor.
Kitapta bir başlık gördüm, “Türkiye’nin ihyası mümkün mü?” Sizce bu başlığı kim atmış olabilir bir kitaba? İzmir’den Paris’e göçmüş bir Rum’un eserinin ismi imiş bu. Dimitri Yeeorgiyadis’in. 1870’lerde yazılmış. Bir “Helen Osmanlıcısı” o zaman “Türkiye’nin ihyası” için çare arıyor, düşünebiliyor musunuz? 150 yıl önce…
Ben de “Ümmet nasıl ayağa kalkar?” başlıklı konferanslar verdiğimi yazmıştım daha önce…
Tarık Çelenk de 400 yıllık arayışa yeni açılımlar yapmaya çalışıyor? Tarikatlar ne yapar, ulusalcılık – mlliyetçilik – bekacılık nereye oturur, derin devlet nerede durur vs… Bunları dert edinmiş…
Mehmet Ocaktan “Müslüman sokağında demokrasi hayal mi?” yi yazmıştı, içeriden bir sorgulama olarak… ve demokrasi ile hukuku, insan haklarını, erdemi vs’yi kastederek?
Mustafa Akyol, “Müslüman Aklın Uyanışı”nı ele almıştı kitabında… Acaba Cabiri’nin dediği gibi “Müslüman aklın intiharı” gibi ağır bir travma mıydı yaşanan?
Said Nursi, “Şu istikbal inkilâbâtı içinde en gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” demişti. Şimdi ne derdi yaşanan mazlûmiyetlere bakıp?
Zaferleri coşku ile anmak, arayış yolundaki simalardan birisi olan merhum Erbakan’ın dediği gibi “pansuman tedavi” bile değil. Erbakan’ın ucundan tuttuğunda başına gelmedik kalmayan iktidar, 22 yıldır, onun öğrencilerinin, yani Kazlıçeşme’de, Çağlayan’da “Fetih Kutlamaları” yapanların elinde…
Şu bir gerçek, Fatih sultan Mehmet ya da Alpaslan, kendi çağlarını en yi yorumlayarak yaptılar yapacaklarını… Bugün onlara denk ş yapabilmek için kendi çağının içinde tırmanma gücü elde etmek gerekiyor. Dedelerin 1000 yıl evvelki zaferleriyle övünmek değil.