Zaman Gazetesine Çağrı

Todays Zaman'ın genel yayın yönetmeni Bülent Keneş 6 Ağustos tarihli '' Suriye'de yaşanan katliamlarda İran'ın rolü'' başlıklı makalesinde...

Tevhidhaber / Haber Merkezi

Kemal Kemahlı

08/12/2009 tarihinde  İran'daki olaylar üzerine Zaman gazetesinin takındığı tutumu eleştirdiğim yazıma şu paragrafla başlamıştım:

Zaman gazetesinin kıymetli yöneticileri!

 

Sizleri Yüce Allah'ın selamıyla selamlıyor, hayırlı çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Bendeniz , bu yazımda , gazetemizin İranla ilgili haberlerine yönelik tenkit , teklif ve çağrıda bulunacağım. Yaklaşık 5 senedir gazetemizi yakından takip eden ve karınca kararınca destekleyen bir okurunuz olarak ; şahsi görüş , duygu ve düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. Bunu yapmaktan amacımda , Hakkı ve adaleti gözeterek şanı yüce Rabbimin rızasını kazanabilmektir. Şundan emin olun ki, eğer hiç sevmediğim ve hatta nefret ettiğim Siyonist İsrail Devleti ile ilgili haber ve yorumlarınızda , bu rejime haksızlık yaptığınızı düşünseydim , buna da itiraz ederdim.( Tabi bunu ilkesel  anlamda  söylüyorum, yoksa İsrail'in zalim  olduğunu tüm dünya bilmektedir.) Hatta şunu da söyleyeyim ki ; Türk medyasında ve yaşadığım muhitte , caferi mezhebine bağlı bir müslüman olarak , Fethullah Gülen Hocaefendi'ye yönelik haksız eleştirilere ve hakaretlere şiddetle itiraz eden birisiyim. Nasılki , haklı olduğuna inandığım konularda İran'ı savunduğum için '' İrancı ve Humeynici'' damgası yemişsem , Hocaefendi'yi savunduğum için yakın çevremde de '' Fetullahçı''  damgası yedim. Bu yaftalamalar bendenizi doğru bildiği yoldan saptırmadı Allah'a şükür. Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi :  '' Adam ! Aldırma da geçgit diyemem , aldırırım. Çiğnerim , çiğnenirim. Hakkı tutar kaldırırım!


Bugünkü yazımda da, gazetenin Suriye'deki olaylarda İran'ın rolüne (!) temas eden ve bu ülkeyi acımasızca eleştiren yayın politikasını değerlendirmeye ve bazı önemli hususları sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim.

Bu yazıyı yazarken hadiselere şii veya sünni gözüyle değil İslam ve adalet gözüyle bakmaya çalışacağım.

Todays Zaman'ın genel yayın yönetmeni Bülent Keneş 6 Ağustos tarihli '' Suriye'de yaşanan katliamlarda İran'ın rolü'' başlıklı makalesinde ; Suriye, İran ve Hizbullah arasındaki siyasi ve askeri ilişkileri - tarihi arka planıyla - bir şekilde değerlendirmiş. Bu yazımda ilk olarak kendilerinin makalesinde katılmadığım bazı konuları ele almak istiyorum.

Sayın Keneş yazısında , '' İran'a hakim olan Caferi Şiiliğe yakınlığıyla bilinen % 7'lik bir alevi azınlık tarafından yönetilen Suriye rejimini desteklemek , aslında İran'ın şiici ideolojisinin bir gereği olarak öne çıkmaktadır.'' iddiasında bulunmuş. Şimdi, sormak lazım, Suriye'de 40 yıldan beri iktidarda olan Esad ailesinin dayandığı ideolojinin gerçek renginin Arap nasyonalizmi ( baasçılık) olduğunu bilmeyen var mıdır? Suriye yönetiminin hem eski dönemlerinde ( Hafız dönemi) hem de yeni döneminde ( Beşar dönemi) ; kültürel anlamda sünni birçok devlet adamı ve komutan görev yapmış ve hala da yapmaktadır. Ayrıca hem baba Esad hem de oğul Esad döneminde pek çok ünlü sünni alim Esad yönetimine açıktan destek vermiştir ve hala da vermektedir. Bunların arasında , cemaate bağlı vakıflar tarafından Türkiye'de düzenlenen konferanslara her fırsatta davet edilen ve görüşlerine büyük önem verilen ünlü İslam alimi Prof. Dr. Ramazan El Buti de vardır.

Sayın Keneş ! Sizinle aynı gün Zaman'da yazısı yayınlanan Abdulhamit Bilici'nin '' Sünnilerin Tavrı'' başlıklı makalesi de bizim bu konudaki görüşlerimizi desteklemektedir. Sayın Bilici'nin yazısının en önemli bölümü şu şekildedir : '' Ancak bütün bu gelişmelere rağmen Baas rejiminin geleceğini belirleyecek olan, hâlâ sessizliğini koruyan başkent Şam ve ikinci büyük şehir Halep'in alacağı tavır. Devrime karşı bu mesafeli duruşun altında ne var diye düşününce, Sünnileri katı şekilde dışlayan Hafız Esed'in aksine Beşşar'ın bir Sünni ile evlenmesi; Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı gibi konumlara Sünni kökenli isimleri getirmesi; babasının aksine Beşşar'ın sık sık ziyaret edip yakından ilgilendiği Halep'in ekonomik açılımdan en çok faydalanan şehir olması gibi faktörler akla geliyor."

Tabii, bir de halk tarafından sevilen Sünni alimlerin duruşu var. Bu çerçevede, Suriye'nin tanınmış alimlerinden Ramazan el Buti'nin, dünyayı ayağa kaldıran olaylardan sonra yaptığı açıklama dikkat çekici. Emevi Camii'ndeki konuşmasında Esad karşıtı gösterileri kınayan Buti'nin, "gösterilerin İslam ve barışa hizmet etmediğini; göstericilerin rejime karşı değil, İslam'a karşı hareket ettiğini" söylediği ifade ediliyor.

Sanıldığından çok daha girift olan Suriye denklemi, bakalım başka nelere gebe?''

Sayın Keneş! Ayrıca Nusayri ( alevi) inancıyla İsnaaşeriye Şiası arasındaki itikadi ve ameli farkı sokaktaki insan bile bilirken sizin böyle bir iddiada bulunmanız çok dikkat çekicidir.

Türkiye'de muhafazakar medyanın yöneticilerinin ve yazarlarının büyük bir kısmı ; İran , Suriye ve Hizbullah üzerine değerlendirme yaparken , illaki mezhebi farklılığa vurgu yapmakta ve mezhep konusundaki taassuplarını açık bir şekilde hissettirmektedirler. Bu yaklaşım haber diline de sirayet etmektedir. Zaman gazetesinde son günlerde Suriye ile ilgili olarak çıkan haberlerde , 1982 'de Hama'da yaşanan ayaklanmanın ( kıyamın) SÜNNİ BİR AYAKLANMA olduğu vurgulanmaktadır. Halbuki Hama'daki o ayaklanma - doğru veya yanlış- , İslami bir ayaklanmadır. ( Bu ayaklanmanın ve Hama'da son günlerde yaşanan olayların mahiyeti ile ilgili olarak '' Suriye Üzerine Yazmak...'' başlıklı yazıma bakılabilir.)

Bu arada iddia ettiğiniz gibi İran şiici bir ideolojiye ve politikaya sahip olsaydı Sünniliği cümle alem tarafından bilinen Filistinli direniş gruplarını maddi ve manevi olarak desteklemezdi. Sayın Keneş! Bu tür bayatlamış ve geçerliliği kalmamış basmakalıp ifadeleri artık bir kenara bırakalım. Bu söyleminiz sadece İslam düşmanlarına hizmet eder.

Sayın Keneş makalesinin bir diğer bölümünde , İran'ın ikiyüzlü politika izlediğini iddia ederek şunları yazmış: '' Resmen "İslam Cumhuriyeti" adını kullanan bu rejim, 1990'ların başında başlayan ve hâlâ devam eden Azerbaycan-Ermenistan sorununda çoğu mezhepdaşı olan Azerilerden yana tavır almak yerine örtülü ya da açık şekilde hep Azeri topraklarını işgal altında tutan Ermenistan'dan yana tavır almıştır. Yine Çeçenistan savaşı sırasında Müslüman Çeçen halkının başına gelenler ve aynı dili konuştuğu Tacikistan'daki iç savaş sırasında Tacik halkının başına gelenler konusunda Rusya'da rahatsızlık oluşturacak herhangi bir tavır almaktan kaçınmıştır. Hatta bu ülkelerin halklarının meşru taleplerine karşı Rus çıkarlarını esas alan politik düzenlere destek veren İran, bugün de aynı ikiyüzlü tavrı katliamcı Suriye rejimine kol kanat germek suretiyle göstermektedir. Politik ve stratejik çıkarlarını mezhepsel açıdan yakın hissettiği bir sosyolojik azınlığın sosyalist rejimi ile özdeşleştiren İran rejiminin, Suriye'nin kendi Müslüman halkına karşı giriştiği katliamlara karşı tek bir eleştirel söz etmemiş olması son derece anlamlıdır. ''

Sayın Keneş'in Azerbaycan konusundaki iddiasına , İranlı bir Azeri alim olan Seyyid Hasan Amili'nin açıklamalarıyla cevap vermek istiyorum. Son dönemlerde verdiği önemli ve yerinde beyanatları ile adından sık sık söz ettiren İran'ın Erdebil Eyaleti Cuma İmamı Hüccetul İslam Seyyid Hasan Amili , ki kendisi bir Azeri'dir, bu yılın mart ayında vefat eden Azerbaycan Cumhuriyeti İslam Partisi'nin eski başkanı Hacı Aliikram Aliyev'in anma merasiminde , Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan savaşta İran'ın Azerbaycan'a nasıl yardım yaptığını şu şekilde açıkladı : '' İran İslam Cumhuriyeti ne yapmalıydı? Bir tarafta on binlerce şehidin kanı pahasına meydana gelmiş İslam Devrimi'ni korumak zorunluluğu, diğer tarafta ise vahşi Ermeni saldırısına maruz kalmış kan kardeşlerimiz, canlarımız olan insanları savunma isteği. Ortak bir yol seçildi, ne açık askeri müdahale ve ne de gözlemci olarak izleyici konumu. Azerbaycan'a ordu için acil yardımlar yapmak, direniş birlikleri kurmak, onlara savaş tatbikatları, silah-mühimmat ve genelde savunma sistemini kurmak için gereken her yardımı göstermek.

Geniş çaplı, aynı zamanda yarı açık, yarı gizli çalışmalar başlandı. Azeri gençler İran'a askeri eğitim görmek için getirildi. Şuşa'nın Azeri mahallelerini korumak için birkaç silah arzusunda olan savaşçı insanlara kamyonlarla silah götürüldü. Mevcut hükümetin onayı, Rahim Kazıyev, Rövşen Cavadov'un talebi üzerine savunma sistemi kurmak için ortak karargâhlar oluşturuldu. Bu ordunun başına da Tebrizli, Erdebilli generaller getirildi ki; kendi Azeri kardeşlerine yardım eder, gece-gündüz ellerinden geleni yapıp tecavüzün önüne almayı başarsınlar diye. Hatta canlı kuvvet getirilmesi kaçınılmaz olan bir zamanda İran'ın yardımı ve teşkilatçılığı ile Afganistan'dan binlerce savaşçı getirilip cephe hattına yerleştirildi. Yapılan askeri yardımlar yazılsa bir kitap olur şüphesiz. Henüz insani yardımlar, mülteci kampları ve bu gibi diğer konulara değinmiyorum bile.

Bugün de biz Ermeni'ye silah vermekte suçlanıyoruz. Ne kadar kötü ve dayanılmaz bir iftiradır bu. Elbette, bizler Azeri kardeşlerimi kınamıyoruz. Onlar Batı casus şebekelerinin yarattığı propaganda bombardımanının altında yaşıyorlar. Her gün yeni yeni şüphe ve iftiralar duyarlar kardeş ülke ile ilgili. Onların bilgileri her gün gazetelerden okudukları, televizyon ve radyodan duydukları Siyonist bilgilerin temelinde şekillenmektedir. İran'la yapılan olumlu adımlar zaten bu yayın organları tarafından hep görmezlikten gelindi zaten. Ama şunu söylemeliyim ki, ben bir Cuma İmamıyım, ben konuşma kürsüsünde oturup, Müslüman kardeşlerimin şüphe ve sorularına cevap vermeliyim. Eğer Müslüman Şii halkı, kendi din kardeşleri konusunda karamsar olup, İsrail gibi saldırgan bir rejimin bilgi yağmurunda ıslanıyorlarsa, onlara hakikati söylemek görevim.

Biz Ermeni'ye değil, kendi Azeri kardeşlerimize silah ve cephane veriyorduk. Bizim Ermenistan'da değil, Azerbaycan'da askeri eğitim merkezlerimiz vardı. Azerbaycan'da belirttiğim konuların binlerce canlı şahitleri var, onlar daha ölmemiş hayattadırlar. Zerrece insafları olsa benim söylediklerimi teyit ederler zaten.

Peki, sonuç ne oldu? Bu kadar zahmet ve telaşların sonu ne ile bitti? Azerbaycan cephelerinde İran'ın gizli katılımını gören Batı ülkeleri kendi planlarının sekteye uğrayacağını anladılar. Acil önlemler alındı; bölgede İslam Devrimi dalgasına karşı oluşmuş Ergenekon'a gizli görevler gönderildi. Evet, kardeş Türkiye'de, askerler arasında Mossad'ın son derece ustalıkla yarattığı Ergenekon örgütü Azerbaycan cephelerinde İran'ın faaliyetlerine son vermek için özel talimat aldı. Dönemin tutanaklarında şöyle kayıt olunmuştur; güya İran, Karabağ'a yardım adıyla Azerbaycan'da Hizbullah örgütü kuruyor. İran'ın bu hareketi Lübnan'da Hizbullah örgütünün kurulması ile mukayese edilir, bu iş durdurulmazsa, az bir zaman sonra orda da onlara göre önü alınamayacak bir tehlike baş gösterecektir.

Bu misyonu gerçekleştirmek için Veli Küçük'e bir görev verildi ve çok kısa bir zamanda proje hazırlandı. Veli Küçük'ün önderliğinde Azerbaycan'da özel kurum oluşturulup, darbe planı hazırlandı. Bu darbenin hayata geçmesi için de cephede büyük kayıplar verilmeliydi, gerçek anlamda ağır bir trajedi yaşanmalı idi. İşte böyle bir ortamda Hocalı faciası maalesef gözler önüne serildi. Hocalı faciası konusunda konuşulacak çok söz vardır. Hocalı faciasının yıldönümü ile ilgili Cuma hutbelerinde bu konuda çok konuşmuşumdur. Ve bu yüzden itham dahi edilmişimdir, güya Azerbaycan halkını suçlu buluyormuşum. Allah insaf versin, hain politikacıların cinayetini halkın boynuna yığmayın ve ben halkı değil, malum güçleri kast etmişimdir.

Yüreğimizi kana çeviren bu katliamı, biz Azerilere namus lekesi getiren bir musibeti Ermeniler yaptı ve bunda da hiçbir kuşku yoktur. Ama kimin himayesi ve kontrolü ile?! Rusların mı? Belli ki, Hocalı katliamından birkaç gün sonra Ayaz Mütallibov devrildi. Mütallibov Rusların himayesinde değil miydi, onlar kendi adamlarını devirip, Batı yanlısı Elçibeyi mi getirmek istiyorlardı? Bu olay gün gibi açıktır, konu hiç de görüldüğü gibi değildir. Darbe Rusların himaye ettiği iktidara karşıydı. Ama onların tabirince Karabağ cephesinden İran'ın elini kesmek için tasarlanmış, masum insanların kanı üzerine kurulmuş bir sinsi, hain plan vardı. Onun arkasında Ergenekon, aslında Mossad duruyordu.

Şükürler olsun ki, elleri binlerce Müslüman kanına bulaşmış Ergenekon generalleri Erdoğan'ın kudretli kolları arasında can vermekte şimdi. Binlerce sayfadan oluşan Ergenekon suç klasörü bugün sayfa sayfa okunuyor, ihanetler ifşa ediliyor. Ama onun Azerbaycan'a ait kara kutuları devamlı kapalıdır. Hocalı katliamına imza atan bu planın katılımcıları bugün parlamentoda, Cumhurbaşkanı Aliyev'in yanında büyük görevlerde yer alıyor. Gerçekten acınacak bir durum bu. Hocalı katliamına ortam hazırlayanlardan bazıları bu facianın dünyada anılması için öyle hummalı çalışıyorlar ki, şaşkınlıktan dona kalırsınız.

İran Yüksek Mahkemesi başkanı Sayın Musevi Erdebili, halk harekâtının en ateşli çağlarında Azerbaycan'a sefere gitmişti. O, rahmetli Hacı Alikram'ın aracılığı ile halk hareketi liderlerinden biri ile görüşmüş, çeşitli konularda yakın işbirliği teklif etmişti. Bildirmişti ki, İran'ın Irak'la 8 yıllık savaş tecrübesine dayanarak Karabağ meselesini kısa zamanda çözebiliriz. Tek kelime "Hayır!" cevabı almıştı. Sayın Erdebili maalesef bilmiyordu, harekatta öyle insanlar vardı ki, onların amacı Karabağ'ı kurtarmak değil, İran'ı etkisiz konuma getirmekti. Sayın Erdebili'nin teklifleri karşısında hareket yetkilisi şöyle demişti; "Ben İran'a sadece Tebriz'i Azerbaycan'ın başkenti ilan etmek için gelirim!" Bu cevaba lütfen dikkat edin.

Artık bundan sonra her şey değişti. Evvela ortak işbirliklerine son verildi, yardımlardan vazgeçildi. Daha sonra Azerbaycan'a özel davetle gelmiş ortak harekât kurmaya çalışan İranlı askerler utanmadan tutuklandı.

Zaman geçtikçe zor günlerde gösterilmiş kahramanlıklar ihanet gibi aksettirildi. İran'da eğitim almış kişiler yakalanarak hapishanelere atıldı. İşkence altında onlardan ifade alınıyor ve "Siz Karabağ'ı serbest bırakmak için değil, güya İran'ın çıkarlarını korumak için Hizbullah örgütü oluşturmak istiyorsunuz" diye olmak işkencelere maruz bırakıldı.

Ben Azerbaycan kamuoyuna sormak istiyorum; Kaç ülkeyi aşıp Lübnan Şiilerine yardım eden İran neden kendi Azerbaycan Müslümanlarına yardım etmemeli? Filistin'de Sünni kardeşlere elinden gelen yardımı yapan İran, neden Azerbaycan Şialarından kendi yardımını esirgemelidir?! Hatta bazen de Ermenilere askeri yardım eden gibi gösterilmek istenmektedir? Bu insafsızlık değil de nedir? Biz kendimizi hep kınamışızdır, Karabağ işgal edildi diye hep azap çekmişizdir. Ama ne yapabiliriz? Veli Küçükler ve onlardan görev alan Azerbaycan yetkilileri eninde sonunda adalet mahkemesinde cevap vereceklerdir.

Gerçekten de Lübnan'ın işgal altındaki topraklarını, İsrail gibi güçlü bir düşmandan geri almaya muvaffak olan bir ülke, bir avuç silahsız Ermeni'nin karşısında nasıl aciz kaldı? Ne yapılabilir ki, arabuluculuk çabaları sonuç vermeye başladığında bir grup Azerbaycanlı komutanlar Rus hilelerine uyarak Şuşa'yı devrediyor ve İran'ı kötülemek istiyordu. Cephelerde İran'ın etkisi fark edilmeye başladığında bir grup politikacı toplanıyor, İsrail ve dönemin Türkiye'sine uyarak Hocalı faciasını yaratıyor ve bu şekilde cephelerden İran'ın elini ayağını kesmek istiyorlardı.''

Sayın Keneş'in gündeme getirdiği Çeçenistan ve Tacikistan meselesine gelince...İran'ın daha rahmetli şehid Cevher Dudayev sağ iken kendisiyle kurduğu sıcak ve candan teması ve Çeçen cihadına verdiği desteği ; Tahran'ın, Moskova'ya nükleer tesislerinin kurulması konusundaki bağımlılığının kalkması ve Ortadoğu'da Türkiye, İran ve Mısır öncülüğünde kurulacak yeni insani düzenin hakim olmasından sonra İranlı yetkililer tarafından açıklanacağını tahmin ediyorum. Hakeza İran'ın Tacik müslümanlara verdiği destek de , tıpkı Azerbaycan konusunda olduğu gibi birgün ortaya çıkacaktır İnşaAllah...

İran'ın Suriye ile ilgili siyaseti konusunda ise özellikle '' Suriye'nin Farkı ve Beklentiler'' başlıklı yazımı okumanızı rica ederim. Hem İranlı yetkililerin hem Nasrallah'ın hem de başbakanımız Tayyip Erdoğan'ın Beşar Esad'ı reformlar konusunda yıllardan beri kapalı kapılar arkasında yaptıkları görüşmelerde uyardıkları ve cesaretlendirdikleri ; ayrıca barışçı gösteriler yapan silahsız sivil halkın öldürülmesinin önüne geçilmesini istedikleri bilinen bir gerçektir. Sayın Keneş! Olaylar karşısında sadece sizin vicdanınız kanamıyor veya sadece sizin İslami hassasiyetiniz depreşmiyor. Hem İranlı hem Türkiyeli hem de Lübnanlı tüm siyasiler yaşanan gelişmelerden üzüntü duyuyor ve olayların yatışması için elinden geleni yapıyor. Takdir edersiniz ki siz bir gazeteci olarak istediğiniz şekilde açık açık birçok şeyi yazıp-çizebilirsiniz, fakat devlet adamları herşeyi açık açık konuşamaz.

Ayrıca Ali Bulaç'ın geçen gün Zaman'da yayınlanan yazısını bir kez daha okumanızı ve Suriye meselesine bir de o gözle bakmanızı istirham ederim.

Suriye'deki gelişmelere duygusal , mezhebi ve ilkelerden yoksun bir şekilde yaklaşan muhafazakar yazarlar yüzünden , İran'ın ve Hizbullah'ın , İsrail karşısında Suriye yönetiminin direnişe verdiği destekten dolayı Şam'ı savunması , Türkiye kamuoyunda bir ihanet olarak algılanmıştır. Bu da özellikle İslami kamuoyunda İran ve Hizbullah'a duyulan güven ve sempatinin azalmasına sebep olmuştur. Maalesef muhafazakar basında makale yazan birçok yazar, bu durumu bir ganimet bilerek, Suriye üzerinden İran'a ve Hizbullah'a fütursuzca saldırmış, kalplerindeki kinlerini ortaya dökmüşlerdir. Halbuki İran'ın ve Hizbullah'ın Suriye konusundaki ilkeli duruşu gayet net ve anlaşılabilirdir. Bu konuda Dünya Bülteni internet sitesinde İsmail Duman imzasıyla yayınlanan '' Suriye'ye Lübnan'dan Bakmak'' başlıklı haber-analizi okumanız faydalı olacaktır.

Siz ve sizin gibi arkadaşlarımız yazdıkları bu yazılarla , isteyerek veya istemeyerek , Türkiye'de İran'a ve şiiliğe karşı bir önyargı ve düşmanlık oluşturmaktasınız... Bu durumun , Ortadoğu'da sağlanmasını ümit ettiğimiz barış , kardeşlik ve işbirliği ortamını sabote edeceğine inanmaktayım.

Zaman'da 5 Ağustos tarihinde Zirve Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç Dr. Gökhan Bacık tarafından kaleme alınan '' Suriye'de Rejim Neden Değişmiyor?'' başlıklı yazıda ise ; İran'ın , Şam - Tahran hattı üzerinden Türkiye ve ABD gibi Batılı yahut Sünni aktörlerin bölgesel siyasetini dengelediği ve durdurduğu ve mollaların , Müslümanları öldüren Suriye rejimini takdis ettiği iddia edildi.

Görüldüğü gibi '' mollalar'' gibi bir zamanlar laikler tarafından İran'ı tahkir etmek için kullanılan ifadeler , şimdilerde muhafazakar ve liberal aydınlar tarafından rahatlıkla kullanılabilmektedir. Yazarın, İran'daki mollaların , müslümanları öldüren Suriye rejimini takdis ettiği şeklindeki ifadesi ise, çok yakışıksız bir söylem ve hatta iftiradır.

Yazar , Tahran'ın Bahreyn ve Şam'ı Türkiye'ye bırakmak istemediğini yazmaktadır. Bize göre ise ; Bahreyn ve Şam ne İran'ın ne de Türkiye'nindir. Bahreyn de Şam da sadece ve sadece İslam'ın iki aziz evladıdır.

Sayın Bacık yazısının başka bir yerinde ise , Nasrallah-Esad - Ahmedinejad üçlüsünü ANTİ SÜNNİ bir ittifak olarak tanımlamış. Bu üçlünün , anti siyonist ve anti emperyalist olduğunu cümle alem bilirken , Sayın Bacık'ın bu çarpıtmasını da kamuoyunun vicdanına havale etmek gerekir.

Sayın Bacık değerlendirmelerini şu şekilde bitirmektedir :'' Suriye baskıcı bir rejimdir ve değişmek istemeyecektir. "Beni bu halimle kabul edin" diyen bir Suriye ile de Türkiye dost kalamaz. O nedenle Türkiye'nin çıkarları Şam gibi rejimlerin değişmesi yönündedir. Türkiye, hızla başta NATO nezdinde Şam rejiminin en kısa sürede tasfiyesi yönünde siyasi irade oluşturmalıdır. Değişmeyeceği tescil edilen Şam rejiminin sürdüğü her gün Türkiye'nin bölgesel çıkarları açısından risktir. Türkiye, Şam rejiminin katliamlarına seyirci kalmayacaksa ambargo, kısmî müdahale dahil her türlü aktif uluslararası siyaseti gündeme taşımalıdır. ''

Görüldüğü gibi Sayın Bacık Suriye'ye karşı savaş davulları çalmaktadır. Tabi Suriye halledildikten sonra ise sıranın kimlere geleceği bellidir. Halbuki Ortadoğu'nun kaderini ''ÇATIŞMA'' DEĞİL , bölge ülkeleri arasındaki ortak '' ÇALIŞMA'' belirlemelidir. Düşmanlığın yerini dostluk ve kardeşlik almalıdır.

Bu arada özellikle Sayın Keneş'in bağlı olduğu İslami anlayış , rejimlere karşı bırakın silaha sarılmayı , sokağa çıkıp bağırmayı bile men ederken , Bülent Bey nasıl olur da Suriye'de silaha sarılan muhaliflerin koruyucu meleği kesilivermektedir. Bu çifte standart nasıl izah edilebilir?

Medya-Makale Haberleri

Abdurrahman Dilipak: Apo’yu İstanbul’a kim getirdi?
Abdurrahman Dilipak: Keyfiniz nasıl?
Abdurrahman Dilipak: Suriye nereye?
Abdurrahman Dilipak: Zamane cinlerinin esrarı
Abdurrahman Dilipak: Gelin yeniden iman edelim