Milliyet’te 11 Nisan günü Gen. Kur. eski Başk. (ve, terör suçu işlediği iddiasıyla müebbed hapis cezasına çarptırılan ve iki yıl kadar hapis yattıktan sonra, hakkındaki hükmün temyize götürülmesi için henüz gerekçeli kararın yazılmamış olmasının, haksızlık oluşturacağı gerekçesiyle geçen ay tahliye edilen) em. Org. İlker Başbuğ ile yapılan bir röportaj yayınlandı.
*
Konuya girmeden önce, bir tarihî anekdot..
İhsan Taberî isimli bir ekonomi prof.’u vardı, İran’lı.. Marksist ideolojinin dünya çapındaki ünlü isimlerinden birisi idi. 1905’de kurulduğu için, dünyanın ilk komünist partisi sayılan İran komünist partisi ’Hizb-i Tudeh’in de ideologlarındandı. Sovyetler Birliği zamanında, ’DDR’ (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) diye anılan Doğu Almanya’da, Berlin üniversitelerinde, 20 küsur yıldan fazla bir zaman ders vermiş ve binlerce öğrenci yetiştirmişti.
İslam İnqılabı’nın bütün dünyayı etkileyen derin çalkantıları arasında İran bir taraftan Saddam Irakı’nın, Baas rejiminin saldırılarıyla başlayan korkunç bir savaş içindeyken; diğer taraftan da bu Tudeh’in, Şah zamanında özellikle öğrenci ve işçi kitlelerinden kendi ideolojisine bağladığı ve silahlı mücadeleye de el atmış olan kesimleri etkisizleştirmek için ayrı bir çaba harcamak zorunda da kalıyor ve bu hizb’in özellikle de Sovyetler’le olan bağlantıları dolayısiyle darbeler yiyor ve bir korkunç boğuşma da bu alanda yaşanıyordu.
Sonunda, Nureddin Kiyanurî liderliğindeki bu parti’nin en önde gelen ve çoğu seçkin beyinlerden oluşan yüzlerce kişi, etraflarındaki çemberin daraldığını görünce, sahte pasaportlarıyla, (o zamanlar) 3 bin km.’yi bulan İran-Sovyet sınırlarının muhtelif noktalarından Sovyetler’e kaçmak üzereyken, bir operasyonla tutuklanıyorlar ve yargılanıyorlardı. (İran’da 1906 ve sonrasında yaşanan Meşrûte /Meşrûtiyet hareketinin ünlü İslâm âlimlerinden olup dârağacına çekilen Şeyh Fazlullah Nurî’nin ailesinden olduğu için, toplum tarafından ibretli bir en ters örnek ya da en bozuk üretim olarak değerlendirilen) 70’in üstündeki Nûreddin Kiyanurî ise, o en yakın arkadaşlarından onlarca kişiyi, sırf kendi hayatını kurtarmak hatırına ’satmış’ ve onların yaptıkları ihanetleri belgeleriyle gösterip itiraf etmiş, o üst kadrodan onlarcası casusluk suçlamasıyla idâm edilmiş, Kiyanurî de, kendisine tahsis edilen özel bir mekanda 10 yıl kadar daha yaşadıktan sonra ölmüştü.
O günlerde, Prof. İhsan Taberî de yakalanmıştı. Ama, o, bir ideolog olarak sadece fikirlerini marksist çizgide açıklamış, ama, herhangi bir silahlı mücadeleye bulaşmamış birisi durumundaydı. Taberî, yargılanması devam ederken, hayatının en büyük sapma ve günahından tevbe etmek istediğini açıklamış ve o tevbe ediş sahneleri tv. ekranlarından da yansıtılmıştı.
Taberî’nin o tövbe sırasındaki bir cümlesi önemliydi..
Diyordu ki:
’Marksizmi doğrulamak için, yarım asrı bulan bir zamandır, ’İslam’ı düşmanca duygularla ve kasden çarpıtarak, yanlış ve yanıltıcı şekilde sundum öğrencilerime ve kitlelere.. Onbinlerce öğrencim oldu.. Yüzlerce kitab, makale yazdım; onbinlerce saat ders verdim. Ben bugün tevbe ederek, kendimi kurtarmaya çalışıyorum, ama, yanılmalarına vesile olduğum onbinlerce -yüzbinlerce öğrencilerimin ve kitablarımı okuyan milyonların beyinlerine yerleştirdiğim yanlışları nasıl gidereceğim? Ben şimdi onların sorumluluğunu da taşıyor ve vicdan azabı çekiyorum.’
*
Bu anekdotu zihnimizin bir kenarına koyarak, em. Org. İlker Başbuğ’un röportajına ve orada açıkladığı görüşlerden en can alıcı noktalara geçebiliriz.
İlker Başbuğ, tahliye edildikten sonra en çok da cezaevlerinde yatan silah arkadaşlarının ve onların ailelerinin, çocuklarının çektiği sıkıntılarla meşgul olduğunu belirtip, bu konular için, ’kendimi görevli sayıyorum’ diye eklemiş..
Bu sorumluluk duygusu alkışlanabilir.
Öyle ya, sen ordunun en üst rütbeli asker kişisi olmuşsan, emrindeki insanların durumlarıyla ilgilenmelisin..
Ama, onların sıkıntıları kadar, işledikleri iddia olunan veya bazıları da kesin mahkûmiyet kararlarıyla netleşen suçlarıyla da ilgileniyor muydun ve bu hususta kendi sorumluluğunu düşünüyor musun?
Hatırlayalim ki, onun Gen. Kur. Başkanı olduğu yıllarda, gizli yerlerden çıkarılan LAW silahlarının silah olmadığını iddia etmek için, ekranlardan, ’Ne silahı, borudur, bu!.’ şeklindeki sözleri henüz de unutulamıyacak komikliklerdendir. Ya da, (Gen. Kur. İstihbarat Dairesi sorumlusu) Alb. D. Çiçek’e aidiyeti daha sonra mahkeme kararıyla da kesinleşen ve en açık darbe hazırlıklarını içeren bir belgenin ’ıslak imza’lı olmadığı, sahte olduğu iddialarıyla kamuoyunu yıllarca meşgul eden ve tartışılan 'İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesine, ’Bir kağıd parçasıdır..’ diyen de, koskoca Gen. Kur. Başkanı Başbuğ idi..
Aynı şekilde.. Genelkurmay’ın ’kozmik odaları’nda mahkeme kararıyla yapılmak istenen bir aramayı engellemek için iki-üç gün direnen ve o belgeleri yokettirdikten veya başka yere taşıttıktan sonra kapıları açtıran da Başbuğ idi ve bu kanun tanımazlığını izah etmek isterken, Brüksel’de, NATO merkezindeki TSK subaylarına ’Biz izin vermeseydik, nahh girerlerdi oraya..’ diye külhanbeyi ağzıyla konuşan da Başbuğ değil miydi?
Bu tuhaf meydan okuması kendisine yargılaması sırasında hatırlatıldığında, bu kanun tanımaz tavrını mâzur gösterebilmek için, ’Emrim altındaki insanlara moral vermek, onların kendilerini sahibsiz hissetmemesi için.. ’ diye izah eden de Başbuğ idi. ’TSK’nın tarihinde hiç hata yapmadığını, suç işlemediğini’ iddia ederek, geçmişteki bütün ihtilalleri, darbeleri, kanun tanımazlıkları kabul eden de yine o idi. (Böyleyken, Başbuğ bu son röportajında, o söz ve tavırlarını hâlâ da te’vil etmeye çalışıyordu..)
*
Zor şartlarda ’ateist’lerin de sığınacak bir tanrı araması tabiîdir de..
Ancak, Başbuğ’un ’Bizim de çelişkilerimiz, hatalarımız oldu’ diyerek yaptığı bazı itirafları var ki, bunların üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Özellikle de, kemalist-laik-türkçü resmî ideolojinin kadrolarınca halkımıza 90 yıldır yapılan zulümlerin hatırlanması açısından, bu, daha bir önemli..
Başbuğ, ’TSK’ya dine uzak, hattâ dinsiz’ diye yapılan eleştirilerden yakınıp, bu iddiaların psikolojik harekâta da dönüştürüldüğünü söylüyor ve ’Böyle bir şey olabilir mi? Ben daha önce de söyledim, Peygamber Ocağı dediğimiz bir kurumdur ordu..
Dinsizlik söz konusu olabilir mi? Allah-Allah diye taarruz eden bir ordudan, gemilerinin direğinde Kur’an-ı Kerîm bulunan bir ordudan söz ediyoruz. Bu, TSK’ya yöneltilen en haksız eleştiridir. Türk ordusunu bu şekilde suçlamak kabul edilemez, bizler bu ocağın içinde büyüdük, yaşadık. Ben sorumlu olduğum her kademede çok hassas davranmış, gerekli imkanların sağlanmasına özen göstermişimdir.’ diyor ve hiçbir ordu için de ’ateist’ suçlaması yapılamıyacağını söyleyerek, ’Savaşta, cephedeki mevzide ateist yoktur! Mevziye girince kimse, ateist olmaz, dua eder..’ görüşünü dile getiriyor.
Bu görüşler tartışılmalıdır.
Doğrudur ki, ölümle karşı karşıya bulunduğunu hisseden her insan, sığınacak bir üst varlık, bir tanrı aramak ihtiyacını hisseder.
*
İstanbul’da 40 yıl öncelerde, bir doktor ağabeyimiz vardı, Bosnalı, Müderriszâde..
Derdi ki, ’2. Dünya Savaşı sırasında bizim Balkanlar’daki hastahanemiz bazen Hitler ordularının eline geçerdi, bazen komünist partizanların eline.. Biz her kim gelirse gelsin, her yaralıya eşit mesafede durmaşa çalışırdık.. Yaralanan en ünlü komünist ve ateist liderler de getirilirdi, yaralı olarak.. Durumları ağır, ama bilinçleri henüz açık olanlar, yapayalnız ve çaresiz kaldıkları o anda, ’Ey tanrı, eğer varsan, bana bir fırsat daha var..’ derlerdi..’
Konuya bu açıdan bakıldığında, Başbuğ’un ’Cebhede ateist yoktur..’ sözü kısmen doğrudur. Çünkü, ölümle karşı karşıya kalan insanın sığınacak bir yer araması tabiîdir. M. Kemal de, Çanakkale Muharebeleri sırasında, bir fransız kadın dostuna yazdığı mektubunda, bir an sonra ölüme gideceklerini bilen gencecik askerlerinin nasıl bir teslimiyet içinde savaştıklarını anlatırken, ’onlar kendilerine tanrının en güzel kızların verileceği inancı içinde ölüme sevinçle gidiyorlardı..’ gibi saçma-sapan ve bir inancı alaya alan satırlar yazmıştı.. (C. Dündar’ın Mustafa isimli filminde bu mahiyetteki mektuba da yer vermesi dolayısiyle, senaristin, nasıl eleştirildiği de hatırlanmalıdır..) Ve amma, aynı kişi, o savaşı anlatan diğer hâtırâtında da, askerlerine Ahiret inancını ve Cennet nimetlerini hatırlattığını söyler.
Bu bakımdan, Başbuğ’un, ’cebhede ateist yoktur..’ sözü kısmen doğru denilebilir. Çünkü, ateizmi de bir inanç olarak kabul edenler bile kendilerine göre bir ’tanrı’ icad ediyorlar zihinlerinde ve ona sığınıyorlar o hassas siperlerde, savaş anlarında, ölümlerle burun buruna geldikleri zaman..
Fir’avun da ölümle burun buruna geldiğinde, Allah’a inandığını söylemişti. Ancak, öyle bir dar ve zor andaki imanın kişiye ne verebileceği itiqadî tartışmaların da konusu olmuştur, hep.. Bu duruma, ’hiç bir faydası olmayan’ mânâsında‚ ’fir’avun imanı’ denilmiştir.
*
Ayrıca, ordunun ana gövdesi, müslüman halkımızın çocuklarından oluştuğundan, halk arasında ordu dinsizdir sözü hiç de yaygın değildir. Ayrıca, en soğuk havalarda, ihtiyaç olduğunda, ırmakların, göllerin buzunu kırıp gusül abdesti alan erlerin varlığını da askerlik yapan hemen herkes bilir.
Ama, bu orduya kumanda eden beyinlerin nasıl, halkımızın inancıyla, diniyle savaşmayı kendilerine şiar edindiklerini, bir başka din icad etmişçesine, kemalizmi ve onun ’ikon’laştırılan ismini tanrılaştırdıklarını herhalde Başbuğ da bilir.. Kendisinin geçmişte yaptığı nice konuşmalar ve yazdığı kitabları da bu durumu net olarak ortaya koyar.
Hele de İttihad-Terakkî zamanından beri subayların, orduyu ve toplumu nasıl bir katı ve müdahaleci laiklik anlayışıyla yönlendirmeye çalıştıklarını ve amma, savaş zamanlarında, orduları cebhelere sevkedebilmek ve çarpıştırabilmek, savaşa psikolojik olarak hazırlamak için, İslam inancının savaş ve şehadetle ilgili hükümlerini hatırlattıklarını görmeyenler, toplumumuzun bakar-körleridirler.
Çünkü öyle tehlike zamanlarında vatan, müslüman halkın oluverir, ama, tehlike geçince, tahakkümlerini sürdürenler yine laikler olurlar..
İyte bu noktada, Başbuğ hiç değilse geçmişte söylenmeyen bir itiraf ile diyor ki:
’Peki bizim çelişkilerimiz, hatalarımız yok muydu?
Evet, elbette vardı. Bizim de hatalarımız, çelişkili tutumlarımız vardı. Mesela şehidimiz olduğu zaman gidiyoruz, şehidimizin başı örtülü annesinin elini öpüyoruz, ona anne diyoruz, sarılıyoruz, acısını yürekten paylaşıyoruz. Ama o anneler yemin törenine geldiklerinde başları örtülü diye içeri almıyoruz. İşte bu bizim çelişkimiz ve hatamız. Bunu ben de görevli olduğum dönemde arkadaşlarımla konuştum. (…)Keza bir başta çelişki, bir başka hata, cenazeye gidiyoruz, ama namaz sırasında ayrılıyoruz ve kenarda duruyoruz. Bu da hatalı bir davranıştı. Sonra bu hatadan dönüldü.”
*
Tamam, bu itiraf beyanları ilginç ve güzel de..
Ancak, em. General Başbuğ bu hatalardan dönüşün bu millete nelere mal olduğunu ve ne çetin direnmelerle gerçekleştiğini hatırlamaksızın, her şeyin sanki kendiliğinden düzeliverdiğini anlatır gibi bir ifade kullanmış..
Halbuki, 80-90 yıl boyunca bu müslüman halka kemalist-laik anlayışları dayatmak için ne zulümler yapıldığını hatırlayıp, kendisinin ve geçmişteki zâlimâne uygulamaların sahibi olan meslektaşlarının ve o uygulamaları kurum olarak kabullenmiş olan TSK komuta kademeleri adına, bir de özür ve helâllik dilenmesi gerekmez miydi?
Ve diyelim ki, öyle bir özür dilenme sözkonusu olsa bile, kalbleri kırılan, haksızlıklar ve nice zulüm mekanizmalarının dişlileri arasında ezilen milyonlarca insandan artık dünyamızda olmayan insanların hakları n’olacak? Ve kemalist-laik ideolojinin zulmüyle beyinleri ve vicdanları körelmiş, ifsad edilmiş yönetici ve kendi kendilerini ’aydın’ diye niteleyen karanlık ruhlu kesimleri de İlker Başbuğ bey, kendi itirafından haberdar edip, onları da kendi çizgisine getirebilecek ve aynı pişmanlık duygusuna ortak edebilecek midir? Ve bu, mümkün müdür?
*
Dicle Üni. Rektörü ve bir tuhaf durum..
10 Nisan günü medyaya yansıyan bir haber, Diyarbekir- Dicle Üni. Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç hanımın, bundan sonra artık vazifesinin başına inançlarının gereğince örtülü olarak geleceğini bildiriyordu.
Müslüman halkın kalbine inşirah veren, bu memnuniyet verici haber, kamuda kemalist-laik anlayışın kabul ettiği örtünme şekli dışında, hele de inancının gereğince örtünmek isteyenlere ne ağır baskı ve zulümler yapıldığını daha bir hatırlatacak mahiyettedir.
Nitekim, Prof. Ayşegül Saraç da, ’İnancımızın gereğini yerine getirememe konusunda içimizde hep bir eksiklik vardı. Artık daha huzurlu olacağım. Çünkü hep bunun eksikliğini hissediyordum. O eksikliği tamamlamış olacağım. İçimdeki bu özlemi bilen herkesin tepkisi de gayet olumlu oldu. Herkes hayırlı olsun dileğinde bulundu. Çok sayıda rektörümüz aradı. Türkiye'de artık bu yasaklar kalktı. Artık inşallah bunlar haber dahi olmayacak. Belki bu son haber olacak. Türkiye artık normalleşti. Bu nedenle sayın milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız bu normal formattalar şu an.. Belki bu da beni cesaretlendirdi. Belki içinde taşıyanlar, bugüne kadar cesaret edememiş olanlar açısından emsal olabilir. Başbakanımıza, Cumhurbaşkanımıza, Türkiye'de yasakları kaldırarak, bu normalleşme sürecini sağladıkları için teşekkür ediyorum..’ diye konuşmuş..
Bunlar doğru tesbitler..
Çünkü, üniversitelerdeki örtünme yasağı gevşetilip kaldırıldığında, niceleri, ’kamu kurumlarında vazife alamadıktan sonra, okumanın faydası ne ki?’ dediklerinde söyleyecek söz bulunamıyor ve ’belki, o engelin de ileride kaldırılabileceği’ söyleniyordu, ümidsiz bir vak’a halinde.. Ama, bunun güzel bir zamanlamayla, en müsaid zamanda, ve bir sosyal tartışma ve karışıklığa fırsat vermeden halledilmesi açısından gerçekten de çok hayırlı bir hizmettir.
Bir dekan arkadaş, 2013-Haziranı’ndaki Gezi Hadiseleri’nin sıkıntılı ortamından 4 ay kadar sonra, Tayyîb Erdoğan’ın, hiç beklenmeyen bir anda yaptığı bir konuşmayla ve bir yorumla, sadece üniversitelerde değil, kamu hizmetleri alanında da İslamî örtünmeye getirilen yasakların kaldırıldığını açıklamasının iki gün sonrasındaki ilk işgününde, kendi üniversitelerindeki 500 kadar hanımdan en az 450 kadarının hem de gelişigüzel değil, çok dikkatli bir şekilde örtülü olarak işbaşı yapıverdiklerini görünce şaşırdığını ve sevinç gözyaşları anlatmış ve sırf hayatlarını kazanmak için inançalarına aykırı şekilde giyinmek zorunda kalan bu hanımların üzerindeki o ağır zulüm ve baskının kaldırılmasıyla büyük bir devrim yapıldığını ve sadece bu mazlum hanımların dualarının bile Tayyîb Erdoğan’a yeteceğini belirtmişti.
Şimdi gelinen merhale, bir rektör hanımın bile örtünme yolunu seçmiş olmasıdır.
*
Ancak, ortaya bir tuhaf durum çıkıverdi..
AK Parti Diyarbekir m.vekili Cuma İçten, 12 Nisan günü yaptığı basın toplantısında Dicle Üni. Rektörü Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç ile üniversite yönetimi hakkında ağır suçlamalarda ve Rektör Prof. Dr. Saraç’ın 'paralel yapı’ya hizmet ettiğini öne sürmüş ve Dicle Üni. yönetiminde yapılan bir takım yolsuzluk, hırsızlık ve cemaatleşme yapılanmalarına dair 65 maddelik iddialarda bulunmuş..
Bu iddiaların araştırılması gerekebilir.
Ancak, bir iddianın, bir sözün, en uygun olmayan zaman ve mekânda ve en uygun olmayan şekilde söylenmesinin, sahibinin durumu açısından hiç de hoş bir tablo oluşturmayacağı açıktır, herhalde..
Bu bakımdan, şimdi asıl sorulması gereken soru şudur: Bu m.vekili arkadaş, Rektör hanımın örtünmesinden sonraki ilk gün içinde mi o yolsuzluklardan haberdar olmuştur? Böyle bir şey daha önceden var idiyse, niçin, bu rektör hanımın örtünmesinden hemen sonra, ona saldırmıştır?
’Paralel yapı’ denilen olguyla mücadele derken, siyasî terminolojide özel bir yeri olan bir Mc Charthy’cilik ve bir cadı avcılığına doğru yol alınmasını gibi tehlikeler bu gibi çıkışlarla daha bir güçlenmekte değil midir?
Geçmişte Tayyîb Erdoğan, bir avuç insanın oluşturduğu bir ’örgüt’le, bütün bir ’cemaat’in aynı tutulmaması gerektiğini tv. proğramlarında bile, medya mensublarına ısrarla hatırlatırken, bu sorumsuzca saldırılardan beklenen nedir?
AK Parti Diyarbekir m.vekili C. İçten, niçin, Rektör hanımın örtünmesinden sonra bu konuya eğilme ihtiyacını hissettiğine açıklık getirmelidir.
haksöz